Bu sayfayı yazdır

ABD’nin Orta Asya Siyaseti

Yazan  25 Haziran 2011
Avrasya’nın iki başlıca küresinin tek bir büyük devlet tarafından egemenlik altına alınması, Soğuk Savaş olsun veya olmasın Amerika için stratejik tehlikenin iyi bir tanımını oluşturur.

"Hegemonya insanlık kadar eskidir. Ama Amerika'nın var olan küresel üstünlüğü, ortaya çıkışının hızlılığı, dünya çapındaki faaliyet alanı ve uygulanış biçimiyle diğerlerinden ayrılır. Tek bir yüzyıl içerisinde Amerika kendini, Batı Yarıküre'de oldukça soyutlanmış bir ülkeden dünya çapında örneği görülmemiş bir erişim ve kontrol gücüne sahip bir ülkeye dönüştürmüş ve aynı zamanda uluslararası dinamikle dönüştürülmüştür."[1]

"Jeopolitik olarak Amerika, kaynakları ve nüfusu Birleşik Devletlerden çok fazla olan büyük kara parçası Avrasya'nın kıyılarından uzak bir adadır. Avrasya'nın iki başlıca küresinin-Avrupa ve Asya- herhangi birinin tek bir büyük devlet tarafından egemenlik altına alınması, Soğuk Savaş olsun veya olmasın Amerika için stratejik tehlikenin iyi bir tanımını oluşturur. Çünkü böyle bir gruplaşma, Amerika'yı ekonomik ve sonunda askeri bakımdan geçebilir. Bu tehlikeye karşı, egemen güç, iyi niyetli de olsa direnilmelidir. Çünkü niyetler değişince, Amerika etkili bir direnme yapamayacak derecede kapasitesini yitirmiş ve olaylara yön vermekten aciz bir konumda kalabilir."[2]

Brzezinski ve Kissinger'in üzerinde durduğu mesele Soğuk Savaş'ın ardından dünyada kurulacak yeni düzende Amerikan hegemonyasının gerekliliğidir. 11 Eylül'le beraber uygulamaya konan strateji de ABD'nin tek kutuplu dünya yaratma idealinin dışa vurumudur. Dünyanın en zengin kaynaklarının, en kanlı çatışmalarının ve krizlerinin olduğu bölgelerdeki Amerikan üstünlüğünün sağlanması pek çok uzman tarafından sıklıkla ifade edilmiştir. Soğuk Savaş döneminde Orta Doğu'da hâkimiyetini pekiştiren ABD'nin SSCB dağıldıktan sonra bölgede tek başına hâkimiyet kurduğu net olarak ortaya çıkmıştır. Brzezinski'nin yeni binyılda Amerikan hegemonyasını sağlayacak jeopolitik alan ise Avrasya olarak ifade edilmiştir. Avrasya'nın kontrol edilebilirliğinin gerekliliği ortaya konurken de burada enerji kaynakları ve jeostratejik önemiyle Orta Asya ön plana çıkmaktadır. ABD'nin 11 Eylül sonrası küresel terörle mücadelesinin ana eksenlerinden birini de bu bölge oluşturmuştur.

Jeopolitik Arka Plan

20. yüzyıl başlarında dünya hâkimiyeti veya büyük devlet olma amacındaki ülkeler, kendi teorisyenlerinin ortaya koyduğu jeopolitik kuramlar ekseninde dış politikalarını şekillendirmeye çalışmışlardır. Bu kuramlardan belki de en önemlisi "Kara Hâkimiyet Teorisi"dir.[3]

Teorinin kurucusu, İngiliz "Sir Halford Mackinder" 1904'te yayınladığı "The Geographical Pivot of History- Tarihin Coğrafi Ekseni" adlı eserinde sadece deniz gücüyle dünyada egemenlik kurmanın mümkün olamayacağından ve kara kuvvetlerinin artan etkisinden bahsetmiştir. Mackinder'e göre dünyanın 2/12'si kıtalarla 1/12'si ise adalarla kaplıdır. Karalar içinde en önemli yer ise Asya, Avrupa ve Afrika'nın oluşturduğu "Dünya Adası"dır. Asya ve Avrupa ise bütün olarak "Avrasya" kıtasını meydana getirir. Dünya nüfusunun 14/16'sı Dünya Adasında yaşar. Dünya Adasının en önemli bölgesi ise Volga-Doğu Sibirya, Kuzey Buz Denizi-İran-Afganistan arasında kalan merkez bölgedir. Merkez bölgedeki kaynaklar bir devletin tüm ihtiyaçlarını karşılayabilir. Mackinder, merkez bölgeye "Heartland-Kalpgah" adını vermiştir. Buna göre, Heartland'a egemen olan güç Dünya Adasına egemen olur. Dünya Adasına egemen olan ise Dünya'ya hâkim olur. Heartland'ı çevreleyen Avrupa ve Asya ülkelerinin oluşturduğu kuşak "İç Hilal-Inner Crescent", İngiltere'den başlayıp Avustralya, Japonya ve Amerika'nın oluşturduğu kuşak ise "Dış Hilal-Outer Crescent"dir.[4]

Mackinder, Birinci Dünya Savaşı sonunda Doğu Avrupa'nın artan önemimi keşfetmiş ve Heartland'ın sınırlarını batıda Baltık ve Karadeniz'e kadar genişletmiş ve yeni sonuçlara varmıştır. Buna göre, Doğu Avrupa'ya egemen olan Heartland'ı kontrol eder, Heartland'a egemen olan Dünya Adasını kontrol eder, Dünya Adasına egemen olan Dünyayı kontrol eder.[5]

Mackinder, İkinci Dünya Savaşı'nın gidişatını ve sonuçlarını değerlendirdikten sonra savaş sonrası Sovyetler Birliği'nin Batı'ya karşı daha ciddi bir tehdit olacağını belirlemiş ve NATO'ya coğrafi bir temel atmıştır. Mackinder'in jeopolitik kuramları, "Kenar Kuşak Teorisi"ne zemin hazırlamış ve Soğuk Savaş döneminde ABD'nin SSCB'ye karşı uyguladığı "Çevreleme" politikasının temellerini atmıştır. Bu kuram çerçevesinde Merkez bölgeyi kontrol eden Sovyetler Birliği'nin Dünya Adasına hâkim olmasını engellemek için ABD, çevreleme stratejisini ortaya koymuştur.[6]

Bu teori günümüzde ABD'nin küresel hegemonya mücadelesinde Orta Asya siyasetinin jeopolitik alt yapısını oluşturmaktadır. Orta Asya'nın Avrasya'nın merkezinde olduğundan hareketle üretilen jeopolitik açıklamalar Amerikan siyasetinde önemli yer teşkil etmektedir.

Bölgeye Yönelik Amerikan Siyasetinin Tarihi

ABD'nin Orta Asya'ya ilk kez ilgi duyması İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Soğuk Savaş'ın başlamasıyla olmuştur. Jeopolitiğin kurucusu sayılan Mackinder'in Orta Asya'nın merkez bölgeyi kontrol edebilmek için kilit bölge olduğunu ortaya koyduğu eser Amerikan stratejistlerine yol göstermiştir. Amerikalı uzmanların ve politikacıların Soğuk Savaş döneminde geliştirdikleri stratejiler doğrudan bu düşünce etrafında gelişmiştir. Amerikan jeopolitikçi Spykman'ın üzerinde durduğu, "İç hilal Avrasya'yı denetler, Avrasya da dünyayı denetler" mantığına uygun olarak ABD, 1950'lerdeki dış politikasını Türkiye, İran, Irak, Hindistan, Çin, Pakistan, Kore ve Doğu Sibirya'dan oluşan iç hilali kontrol etmeye odaklamıştır. Fakat bu dönemde ABD, Orta Asya'ya sızmayı politika haline getirmemiştir. Buradaki halklar "esir halklar" söylemiyle dünyada yürütülen propaganda faaliyetlerine konu edilmemiştir. Doğu Avrupa'da radyo yayınlarıyla yapılan özgürlük ve bağımsızlık fikirleri Orta Asya'ya genişletilmemiştir. Amerikan dış politikası için Orta Asya halkları geri planda kalmıştır.

ABD'nin bu dönemde Orta Asya'ya ilgisiz kalmasının nedenleri şunlardır:

- Orta Asya'nın Sovyet denetiminden çıkarılması mümkün görünmüyordu. Orta Asya cumhuriyetleri zengin doğal kaynaklara sahip olmasına rağmen bu kaynakları kullanabilecek yeteneklerini Sovyetlere devretmişlerdi. Moskova'nın ekonomi politikaları, bu cumhuriyetleri tek başlarına ayakta durabilecek güçten mahrum bırakmıştı.

- Sovyetlerin uyguladığı etnik politikalar bu cumhuriyetlerde heterojen bir nüfus yapısının oluşmasına neden olmuştu. Bu da ulusal bilincin ortaya çıkmasını engelliyordu.

- Yönetici elit ve entelektüel sınıf Ruslardan oluşturulmuştu. Bölgede Rusça hâkimdi.

- Orta Asya halklarını birbirine yakınlaştırabilecek din unsuru Moskova tarafından etkisiz kılınmıştı. Eğitim politikalarıyla dinin toplumdan dışlanması sağlanmıştı.

Orta Asya, 1979'da Sovyetlerin Afganistan işgaliyle beraber Washington'un ilgisini çekmeye başladı. Afganistan işgalinde Sovyet ordusundaki askerlerin daha çok Orta Asya cumhuriyetleri ve Azerbaycan halklarından oluştuğunu fark eden ABD, radyo yayınlarıyla bölge halklarını dinsiz Sovyet yönetimine ayaklanmaya çağırdı. Ayrıca Suudi Arabistan, Mısır, Kuveyt ve Katar üzerinden bölgeye İslami içerikli yayınlar başlatıldı. Bu dönem Amerikan dış politikasında Brzezinski tarafından 1977 yılında geliştirilen "Yeşil Kuşak" politikasının da hayata geçirildiği dönemdi. Bu politika çerçevesinde Orta Asya'ya da yönelik girişimler arttı. ABD'nin hedefi Sovyetlerin egemenlik alanlarında İslami uyanış hareketini başlatmaktı. Orta Asya da bu stratejiye dâhil oldu. Ancak, ABD'nin hesap ettiğinin aksine Orta Asya'daki İslami uyanış hareketi Sovyetlerin sonunun getirilmesinde etkili olamadı. Ayrıca Soğuk Savaş sonrasında bölgede etkili olmaya çalışacak ABD'nin başını en çok ağrıtacak meselelerden biri oldu.[7]

Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve SSCB'nin dağılmasının ardından oluşan yeni uluslararası düzende Amerikan dış politikasının Orta Asya'ya olan ilgisi de yıllar içinde artmıştır. ABD'nin bölgeye yönelmesi Hazar Havzasındaki enerji kaynaklarının uluslararası piyasalara açılmasıyla beraber olmuştur. Amerikan şirketleri dikkatini Orta Asya ve Kafkaslara yoğunlaştırmaya başlamıştır. Bunun sonucunda Amerikan petrol ve doğalgaz şirketleri bölgede konsorsiyumlar oluşturarak bölgenin enerji kaynaklarının kullanımında söz sahibi olmuşlardır. Örneğin, ABD Enerji Bakanlığının rakamlarına göre yaklaşık 30 milyar varil kanıtlanmış petrol rezervi bulunan Kazakistan'da bu rezervin yarısından fazlasının bulunduğu Tengiz petrol sahası Amerikan Chevron ve Exxon-Mobil'in de içinde bulunduğu bir uluslararası konsorsiyum tarafından işletilmektedir.[8]

1990'lı yılların özellikle ikinci yarısında Amerikan dış politikası için Orta Asya öncelikli alan haline gelirken şu hedefler belirlenmiştir:

- Orta Asya ülkeleriyle ilişkiler geliştirilmeli ve bu ülkeler NATO'nun Barış İçin Ortaklık (BİO) programına dâhil edilmelidir.

- Orta Asya'daki zengin hidrokarbon kaynakların dünya piyasalarına aktarılması için Chevron, Exxon ve Amaco gibi güçlü Amerikan şirketleri devreye girmelidir.

- Sovyetlerden kalan kitle imha silahlarının bölgedeki terör örgütlerinin ve asi devletlerin eline geçmesi önlenmelidir.

- Bölge ülkelerinin serbest piyasa ekonomisine eklemlenmeleri sağlanmalıdır.

- Bölgede radikal İslam'ın etkili olması önlenmelidir.

- Orta Asya cumhuriyetleri başta kökten dinci terör örgütleri olmak üzere her türlü tehdit unsurundan arındırılmalıdır.

- Orta Asya ülkelerinin desteklenmesi ve bölgedeki tehditlerin yok edilmesi için Amerikan ekonomik yardımları devreye sokulmalıdır. Ayrıca ABD, askeri varlığıyla bölgeye yerleşmelidir.

- Hazar enerji kaynaklarının güvenliği sağlanmalı ve bu kaynakların dünya piyasalarına aktarılması Rusya'nın kontrolü dışındaki güzergâhlarla gerçekleştirilmelidir.

Orta Asya'nın Amerikan siyasetindeki öneminin artmasına paralel olarak 1999 yılında ABD Kongresi'nden "İpek Yolu Strateji Belgesi" çıkarılmıştır. Bu belgenin önemli maddeleri şunlardır:

- Tarihi İpek Yolu üzerindeki halkların işbirliği, karşılıklı bağımlılığı, ekonomik ilişkilerinin geliştirilmesi, egemenliklerinin garanti altına alınması, bu ülkelerde demokrasinin ve pazar ekonomisinin kurulması için öncelikli şartlardır.

- Orta Asya ve Güney Kafkasya ülkeleri arasındaki siyasi, ekonomik ve güvenlik alanındaki işbirliği bölgesel istikrar için gereklidir.

- Bölgeye uluslararası kapitalin girmesi gerekmektedir.

- Bölge ülkeleri ABD ve İsrail ile yakın işbirliğine girebilen Müslüman laik ülkelerdir.

- ABD'nin Basra Körfezi'ne bağımlılıktan kurtaracak çok önemli enerji kaynakları mevcuttur.

- Amerikan yardımları bölge ülkelerinin Pazar ekonomisine geçişi, demokrasi ve insan haklarının geliştirilmesi ve bölgesel ekonomik birliktelikler için önemlidir.[9]

Bu amaçların yansıması olarak ABD, Hazar Havzası enerji kaynaklarının uluslararası piyasalara Rus denetiminde olmayan yeni yollarla sağlanması için girişimlerde bulunmuştur. Hazar Havzası sahip olduğu kanıtlanmış toplam 200 milyar varilden fazla petrol ve 293 tfc doğalgaz rezervine sahipti ama bu kaynakların dünyaya açılımı daha gerçekleştirilmemişti. Hazar'ın Rusya'daki Volga nehri aracılığıyla Baltık Denizi bağlantısı olmaması ve bu kaynakların dünyaya ulaştırılması konusunda Rusya'nın tekel pozisyonda olması Amerikan çıkarlarına aykırıydı. Bunun neticesinde 1999 yılında Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı projesi devreye sokulmuştur. 2000'li yıllardan itibaren alternatif boru hattı projelerine ağırlık verilecektir.[10]

11 Eylül saldırılarından önce seçilen Başkan George W. Bush, Amerikan dış politikasının yönünü değiştiren görünürdeki figür olmuştur. Bu dönemin yeniliklerinden biri de Orta Asya'nın Amerikan dış politikasındaki rolünün yeniden şekillenmesi olmuştur. Bu değişimin neticesinde ABD, Afganistan'da küresel terörle mücadele edeceğini uluslararası kamuoyuna kabul ettirerek özelikle Rusya olmak üzere bölgedeki güçlerin tepkisini alarak Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan'da askeri üsler kurmuştur. ABD, terörizmle mücadele için ittifak arayışına girmiş ve bu noktada Orta Asya cumhuriyetleriyle ikili ilişkilerini ilerletmeye başlamıştır. Orta Asya cumhuriyetleriyle işbirliği şu konular üzerine yoğunlaşmıştır:

- Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan ile askeri işbirliği antlaşmaları imzalanmıştır. ABD'nin bölgede askeri üsler elde etmesi en çok bölgeyi kendisi için arka bahçe olarak gören Rusya'yı kaygılandırmıştır.

- ABD, terörizmle işbirliği çerçevesinde Orta Asya cumhuriyetlerini en yakın müttefikleri olarak ilan etmiştir. Bunun sonucunda bölge ülkelerine yardımlar artırılmıştır.

- Orta Asya cumhuriyetlerine ekonomik ve siyasi reformlar için yardım programları başlatılmıştır. Demokrasi, insan hakları ve özgürlükler gibi konular ikili ilişkilerde devamlı gündemde tutulmuştur.

- Hazar enerji kaynaklarının çıkartılması ve uluslararası piyasalara ulaştırılması konusunda Rusya ve İran'ı dışlayan her türlü proje desteklenmiştir.

Bush dönemiyle beraber Orta Asya'ya yönelik değişen Amerikan dış politikasının en önemli farklılıkları şunlar olmuştur:

- Orta Asya'daki terör örgütlerinin yok edilmesi, radikal İslami grupların etkisizleştirilmesi

- Kitle imha silahları ve nükleer silahların kontrol altına alınması

- Rusya, Çin ve İran'ın bölgede artan etkisinin kırılması

- Orta Asya cumhuriyetlerindeki ekonomik ve siyasal reformların gerçekleştirilmesi ve böylece bu ülkelerin Amerikan anlayışına uygun hale getirilmesi

- Bölgesel güvenlik ve istikrarın sağlanması

- Enerji güvenliğinin sağlanması[11]

ABD, Afganistan operasyonuyla bölgedeki Rus, İran ve Çin etkisini kırmak istemiştir. Bundan dolayı Orta Asya cumhuriyetleriyle özellikle ikili ilişkilerin geliştirilmesi Amerikan karar alıcıları için öncelikli hale gelmiştir. ABD'nin küresel terörizmle mücadele edebilmesi ve bölgedeki enerji kaynaklarını kontrol edebilmesi açısından bölgede somut olarak bulunması kaçınılmaz olmuştur.[12]

Son Dönem

ABD'nin son yıllarda Orta Asya ülkeleri nezdinde prestij kaybettiği ortadadır. Rusya ve Çin'in bölgedeki etkisi Amerikan çıkarlarını tehdit eder gözükmektedir. ABD'nin bölgedeki son askeri üssü olan Kırgızistan'daki Manas askeri üssündeki geleceği ise belirsizdir. Bin Ladin'in öldürülmesi ve Orta Doğu'da yaşanan son gelişmeler birçok uzman tarafından ABD'nin Orta Asya'daki hâkimiyetini dolaylı yollardan artırma girişimleri olarak değerlendirilmektedir. Jeopolitik olarak gerekliliği ile Amerikan hegemonyasının sürdürülebilirliğinin önemli ayaklarından olan Orta Asya'dan Washington'un vazgeçmesi kolay gözükmemektedir. Önümüzdeki Başkanlık seçimleri ABD'nin bölge politikalarının ne istikamette seyredeceğini belirleyecektir.



[1] Zbigniew Brzezinski, "Büyük Satranç Tahtası Amerika'nın Küresel Üstünlüğü ve Bunun Jeostratejik Gereklilikleri", İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 2005, s. 17

[2] Henry Kissinger, "Diplomasi", İbrahim H. Kurt (Çev), 8. Baskı, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, Mayıs 2009, s. 790

3"Jeopolitik, Jeostrateji, ve Strateji", Harp Akademileri Komutanlığı Yayınlarından, Harp Akademileri Basım Evi, Yenilevent İstanbul, 2000, s.88

[4] a.g.e., s.89-91

[5] a.g.e, s.91

[6] a.g.e., s.92-93

[7] Çağrı Erhan, "ABD'nin Orta Asya Politikası ve 11 Eylül Sonrası Yeni Açılımları", Stradigma.com, Ekim 2003, sayı 9, s. 1-4

[8] Ferhat Pirinççi, "Soğuk Savaş Sonrasında ABD'nin Orta Asya Politikası: Beklentiler ve Gerçeklikler", Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 63-1, s. 209-210

[9] Erhan, a.g.m. s. 4-8

[10] Pirinççi, a.g.m., s. 212

[11]Dr. Şatlık Amanov, "ABD-Orta Asya İlişkilerinin Tarihsel Karakteristiği ve Güncel Anlamı Üzerine Bir Değerlendirme", Yrd. Doç. Dr. Mehmet Seyfettin Erol (Der), "Küresel Güç Mücadelesinde Avrasya'nın Değişen Jeopolitiği Yeni Büyük Oyun", Platin Yayınları, 1. Baskı, Ankara, Ocak 2009 s. 149-153

[12] Prof. Dr. Tayyar Arı-Dr. Ferhat Pirinççi, "11 Eylülün Gölgesinde Orta Asya'ya Yönelik Amerikan Politikası", Tayyar Arı (Der), "Orta Asya ve Kafkasya Rekabetten İşbirliğine", MKM Yayıncılık, Bursa, 2010, s.300-302