< < Kuzey Suriye’de İmarlı Kelepir Kantonlar: PYD ile Modus Vivendi Nasıl Olmalı?
 Bu sayfayı yazdır

Kuzey Suriye’de İmarlı Kelepir Kantonlar: PYD ile Modus Vivendi Nasıl Olmalı?

Yazan  31 Temmuz 2015

Herhalde artık iyice açıktır ki, yıllardır PKK’yı sadece açılım üzerinden gören, konuşturan, algılatanlar Türkiye’ye büyük kötülük etmişlerdir. Onlar “kendileri çalıp kendileri oynarken”, “kendi anlattıkları masallara kendileri de inanırken,” “kendi haline bırakılmış” gerçekler ve PKK yavaş yavaş, sessiz sessiz kendi ağlarını örmüş ve gözlerden uzakta kendi hakikatini yaratmıştır. AKP ve destekçileri, barış, “analar ağlamasın,” “tabutlar gelmesin” gibi soyut haliyle hiçbir insan evladının karşı çıkamayacağı sloganların arkasına sığınıp – ya da onlarla kendi gözlerine mil çekerek-  Türkiye’yi içeride ve dışarıda PKK’ya karşı mevcut “iyi olmaktan çok uzak” duruma getirmişlerdir. Gelecek nesillerin bu toplu kendini uyutma seansından öğrenecekleri çok şeyler olacaktır. Hakikatin TV’lerde ve gazetelerde söylenenin ötesinde bir mantığı ve grameri olduğu ve hiçbir şeyin onu ilelebet gizleyemeyeceği ve yenemeyeceği bunlardan biridir. Siz gerçeklerle ilgili olmayabilirsiniz, onu önemsemeyebilir, küçümseyebilir ve hatta yok sayabilirsiniz “ama o hep sizinle ilgilidir.” Ruh çağırma, burçlar ve pandomim gibi şeyler hariç hayatın hemen her alanında olduğu gibi siyasette de gerçeklerden daha önemli hiçbir şey yoktur ve şu sorunun biz dahil konunun bütün öğrencileri tarafından hep sorulması gerekir: İnsanların konuştukları, “bağırdıkları,” “sürekli tekrarladıkları, -mış gibi yaptıklarının dışında “aslında gerçek ne?” Yıllardır, Kürt, AKP ya da Batı karşıtı, uslanmaz muhalif vs olduğumuz için değil hakikatin (ve milli çıkarların) yavuklusu olduğumuz için açılımın süslü ve daha da ötesi PKK’ya hem içeride hem dışarıda yeni imkanlar yaratan zararlı bir yalan olduğunu anlatmaya çalıştık. Bunu söylerken bütün PKK’lıları tutuklama, kaçırma ya da öldürmenin mümkün olduğunu veya bu meselenin çözümü için kontak, diyalog, reform, müzakere ve hatta büyük pazarlığa hiçbir şekilde yer olmadığını düşünüyor değildik. Ama açılımın zamanlaması, hazırlığı, mimarisi, içeriği, dili, tarzı, kullanılan kanallar, karşı tarafa verdiği mesaj, yarattığı çözülme ve paralize olma görüntüsü, PKK’ya sunduğu imkanlar, onda yarattığı beklentiler, bunun 3. aktörlerce algılanışı, bölgesel koşullar, ne kadar kusurlu da olsa anlaşılan maddelere bile karşı tarafın riayet etmediğinin açık olması, PKK’nın karşılıklılık ve verifikasyondan kaçınması, devletin içeride otoritesini ve sınırın ötesinde caydırıcılığını önemli ölçüde zayıflatması gibi unsurları meseleye bir parça stratejik gözle bakanların bu süreçten müspet bir şey çıkmayacağını görmeleri için fazlasıyla yeterliydi. Bir çocuk bile PKK’nın “önünde açılan geniş arazilere” kayıtsız kalamayacağını ve istese bile silah bırak(a)mayacağını görebilirdi. Karşı taraf geri çevrilemez hiçbir ödün vermeden birçok önemli kazanımı cebe attı, Türkiye’ye “bendekiler benimdir sendekileri paylaşalım” ve Kürtlere dönüp “bunlar hep benim sayemde oldu” diyebildi. Hükümet uzunca bir süre açılımın avukat, yürütücü, meşrulaştırıcısı, paratoneri ve sonuçta esiri haline geldi. Seçim ve oy kaybı endişesi olmasaydı AKP’nin açılımın “çıplak krallılığını” hem kendine hem de bize dayatmaya daha devam edeceğini düşünebiliriz.  

PKK’nın son dönemde elde ettiği başarıların sorumluluğunu çok büyük ölçüde açılımın kapısı önüne bırakmak biraz haksızlık olabilir. Ama çok değil. "Açılım iyidir, devam etmeli, alternatifi yok" diyenler arasında bunun PKK’nın kazanım ve Türkiye’nin kayıpları açısından muhasebesini yapanına rastladınız mı hiç? Açılımla beraber PKK’nın iç siyasi çekiciliği ve meşruiyeti, tabanı, oyu, kontrol ettiği alan, askeri olarak var olduğu coğrafya, askeri tecrübe ve şöhreti, sayı ve tür olarak silah kaynakları, silahlı ve eğitimli personel sayısı, dışarıda askeri olarak aktif olma imkanı, ekonomik kaynakları, Batılı devletlerle ilişkisi ve bunun gözle görülür hale gelmesi, ideolojik disiplini, Batı medyasındaki görünürlüğü ve “şirinliği,” kendine güveni, hedefleri, umudu, haklı olduğuna ve bu mücadeleyi kazanacağına dair inancı arttı. Ayrıca söylemek acıklı ama gerekli, artık PKK’nın caydırıcılığı Türkiye Cumhuriyet’ininkinden fazladır. Liste yapmanın şehvetine kapılarak doğru yanlış her şeyi buraya tıkmış değiliz. Eksiği olan fazlası olmayan bu listede yanlış veya abartılı dile getirilmiş tek bir madde olduğu söylenebilir mi? Sonuçta boş çıkan iç siyasi beklentileri bir kenara bırakalım ve işe sadece iyi niyetle barış için girildiğini farz edelim, bu sonuçların çoğu apaçık görünür hale geldiğinde bile durmak seçilmedi. Açılım başka aktörlere PKK ile iletişim kurma ve bunu açık ya da yarı-açık yapma imkanı ve belki de “hakkı” verdi. Açılım PKK’yı “normalleştirdi,” meşrulaştırdı ve hatta hatta yer yer “şirinleştirdi.” Açılım PKK’ya arkasını kollamak zorunda olmadan Türkiye’yi çevreleme şansı verdi. Elbette her şeyi öngöremezsiniz ama açılımım dizaynının bu gibi temel meseleleri yeterince dikkate almadığı, işlerin nasıl kötü gidebileceğinin çok düşünülmediği söylenebilir. Ayrıca Hükümet yanlısı medya uzun süre Öcalan ve yer yer Kandil’i rasyonalize etme, normalleştirme, ondan gerçek ya da potansiyel iş ortağı ve hatta müttefik çıkarmaya çalıştığında kendisine bunun çılgınlık ve saçmalık olduğunu söyleyecek fazla muhalif sesler olmadı. İslamcılar ve sol liberaller uzun süre kendileri çalıp kendileri oynadılar ve ne kadar saçma, mantıksız ve hatta enayice olursa olsun bir görüşü tekrarladıkça onu gerçek sanmaya başladılar. Düşünelim, bu kadar kısa zamanda bu kadar çok, önemli ve bazıları artık geri çevrilemez olumsuzluğa neden –ya da seyirci- olmuş başka kaç siyasi girişim olmuştur acaba yakın tarihimizde? Bu yanlışa –ya da Talleyrand’in dediği gibi “suça”- içinde bilgi, tecrübe, akıl ve iyi niyetinden şüphe edilemeyecek çok fazla insanın da ortak olması insanların kolektif rüzgarlara kapılıp şeyleri kendi gözüyle görmeye çalışmadığında hakikatin ne kadar ötesine savrulabileceğinin çarpıcı bir örneği olarak zihnimize kazınmalı. Adı ne olursa olsun ileride de bu konuyla ilgili başka siyasi süreçler olacaktır. O zaman hatırlamamız gereken reform, kardeşlik çağrıları, jest, diyalog ve hatta müzakere yaparken sürecin esiri olmamanın, masaya güçlü oturmanın, gerektiğinde –ve hatta periyodik olarak- sertliğini ve kararlılığını göstererek caydırıcılığını “taze tutmanın,” karşı tarafın faaliyet, niyet, yetenek, çıkar ve düşünme biçimini sürekli gözlemenin, işler iyi gitmediğinde en azından durma (“pause”) düğmesine basmanın gerekliliğidir. Bazıları için bir şeyin adına “barış” veya “kardeşlik” kelimelerinin konması o şeye aşık olmak için yeterli olabiliyor. Ülkenin kolektif çıkarının koruyucusu ve geliştiricisi olma iddiasındakilerin bunla yetinmesi söz konusu olamaz. Onlar sürekli olarak ve her şeyden önce kelimelerin ve süslü sözlerin arasından sızan hakikatin ışığını görmeye çalışmakla mükelleftir.    

PKK-PYD-IŞİD

Şu temel ve bariz gerçekleri yineleyerek başlayalım: PKK 1) bir terör örgütüdür, 2) Türkiye'yi bölmek istiyor, 3) yakında ortak bin (1000) km sınırımız olacak, 4) silah bırakmaya hiç niyeti yok. 5) HDP PKK’ya karşı hiç tavır almadı. 6) PKK’nın deklare ettiği amaçları ile buna ulaşmak için kullandığı araçların türü ve neden olduğu yıkım arasında kolayca bağdaştırılmayacak bir uçurum var. Bunları kabul edip etmemeniz sizin gerçeklerle aranızdaki mesafe/açıyı ölçmenin iyi bir yolu olabilir. Ayrıca PKK nihai amacı ile ilgili o kadar çok “feyk attı” ve fikir (ve “maç oynanırken kalelerin yerini)” değiştirdi ki, “değiştiği ve bu sefer kararlarının kesin olduğunu” söylediklerinde yeminli iyimserler ve Kürt muhipleri haricinde pek fazla kişiyi inandırmaması gerekir.

Öte yandan bugün PKK, PYD, IŞİD, Nusra, ABD ve Esat’ın at oynattığı ve sınırlı etkimizin olduğu bir güney sınırı ile karşı karşıyayız. Şimdi Türkiye’nin bu karanlık ormandan kendine bir yol çizmesi gerekiyor. Nasıl olacak bu? İlk akla gelen tehditler arasında öncelikler belirlemek olabilir. Örneğin Türkiye için PKK’nın IŞİD’den daha büyük bir tehdit oluşu aslında açık olmalıdır ama hem içeride hem de dışarıdaki birçok kişiye bunu anlatmak ve onları ikna etmek oldukça zor. PKK’nın Türkiye’de ölümüne neden olduğu insanların sayısı IŞİD’in Türkiye’de ölümüne neden olduğunu kesin olarak bildiğimiz insanların sayısından çok –çook!- yüksektir. IŞİD Türkiye’nin iki neslini heba edebilir mi? IŞİD Türkiye’de kocaman bir bölgeyi hakimiyeti altına alabilir mi? IŞİD Türkiye’nin ekonomisi, siyasi gelişimi, sosyal barışı, etnik gruplar arası ilişkileri, dış münasebetleri, sivil-asker ilişkilerini, altyapısını iki nesil boyunca durmadan ciddi olarak tahrip edebilir mi? IŞİD kendine dış destekçi bulabilir mi? IŞİD Türkiye içine binlerce askeri elemanını sokup bunları yıllarca içeride tutabilir mi? IŞİD’in Türkiye’de sınırlı olanın ötesinde bir taban bulacağı söylenebilir mi? IŞİD kendine büyük devletlerden gizli veya açık, direk veya dolaylı destek alabilir mi? IŞİD’e hemen herkes bir şekilde karşı ama PKK ile mücadele etmeye yanaşan, buna ihtiyaç duyan ve kendini buna zorunlu hisseden Türkiye dışında başka neredeyse kimse yoktur. IŞİD sadece Türkiye’nin meselesi değil ama PKK (önemli ölçüde) öyledir. IŞİD’in ideolojisi değilse bile örgütsel olarak çok muhtemelen kalıcı değildir.

Bir aktörün “çirkin,” “abuk,” “deli”, kuralların dışında oynayan ve  öngörülemez olması önemsiz değildir elbette ama IŞİD bu özelliklerine rağmen Türkiye için hem büyüklük, hem süre, hem coğrafya, hem dış müttefikler bulmak hem içeride çok kişiyi peşinden sürükleme ihtimali gibi açılardan PKK ile kıyaslanamayacak kadar sınırlı bir tehdittir. Bunu söylemek IŞİD tehlikesini küçümsemek, onun ülkede çok sayıda ölüme neden olabilecek eylemlere girişme ihtimalini reddetmek değildir. Ayrıca sınırımızdaki yukarıda saydığımız aktörler arasındaki ilişkilerin öngörülemez paradoksal sonuçları olabildiğini, burada 2+2’nin her zaman 4 etmediğini de unutmamak gerekir. Bunun bir örneğini geçtiğimiz Ekim ayında gördük. Yukarıda bahsettiğimiz nedenlerle Türkiye’nin Kobane’de PKK’ya yardım etmesi beklenemezdi. Bunun için PKK’nın değiştiğini söylemesi ve AKP’nin müzakere ortağı olması yeterli değildi. Ama “tedavisi olmayan” şu “trajik gerçekleri” de kabul etmeliyiz: 1) IŞİD’in Türkiye’de Kürt vatandaşların Türk devletine bakışını –haklı veya haksız, bizce daha çok haksız- nedenlerle menfi şekilde etkilediğini görmezden gelmemeliyiz. IŞİD’in kendi doğrudan oluşturduğu tehditten çok, 2) bölgede PKK yayılmacılığına verdiği mazeret, 3) bu örgütle Batı arasındaki ilişkilerin gelişmesine yaptığı katkı, 4) Türkiye’nin dünyaya, bazı yerli çevrelerin de “yardımıyla”, “terör destekçisi” olarak görünmesine neden olması gibi yollarla dolaylı ama bu nedenle daha az önemli olmayan ve toplamda stratejik boyutta zararı olduğunu kabul etmeliyiz. Nüans ve ayrıntıların üzerinden atlayarak tek bir cümlede özetlemek gerekirse, PKK IŞİD’den daha büyük bir tehdit olmakla beraber IŞİD’de PKK’nın diğer durumlarla kıyaslanmayacak kadar güçlenmesini mümkün kılmıştır. “Nerede Kürt varsa orası (ve aradaki yerler!) Kürdistan’dır” ve “nerede IŞİD varsa ABD Hava Kuvvetleri desteğiyle orayı alırız ve artık orası bizim olur” şeklinde özetlenebilecek PKK tavrı IŞİD olmasaydı en azından bu şekil, boyut ve hızda gerçeğe dönüştürülemezdi.

Buradan bu meseleleri anlamaya çalışan herkesin kendine en az bir kez yöneltmiş olması gereken o soruya geliyoruz: Acaba IŞİD tam da bu tür sonuçlar yaratmak için mi var? Bilmiyorum, ama bu konuda şüphe taşımanın anlaşılır ve meşru olduğu pekala söylenebilir. 1) IŞİD’in geçmişi, liderleri ve tabii davranışındaki abukluklar, 2) sürekli tarz olarak (burası çok matah bir yer değil elbette ama) bu coğrafyaya ait olmadığına dair verdiği o his, 3) ABD’nin zaman zaman bu örgütün adeta askeri başarılar kazanması için ilginç hatalar veya dikkatsizlikler yapması, 4) ABD’nin IŞİD’le mücadele eden ya da onun saldırısına uğrayan birçok muhalif gruba yardım etmemesi, 5) Şam ile IŞİD arasında olduğunu düşünmeniz için AKP’li olmanız gerekmeyen paslaşmalar ve “öpücük göndermeler”… ABD devletinin içinde ya da yakınında, bölgedeki ABD politikasını sessiz ve derinden etkileyen, 1) “savaş lobisi” (var değil mi böyle bir şey?) ve 2) İsrail çıkarları lehine şekillendiren bir veya daha fazla sayıda farklı ama sonuçta birbiriyle uyumlu veya uyuşan iradeden bahsedilebilir mi? Bunlara otomatik olarak hayır diyen ve “saygın olmayı hakikati anlamaya çalışmaktan daha fazla önemseyenler” olacaktır. Biz onlardan değiliz. Peki, IŞİD’i de bunlar kontrol ediyor olabilir mi? Açıkça söyleyeyim, bunun cevabını inanın bilmiyorum.

Tekrar esas konumuza dönersek, Ankara PYD ile PKK arasındaki ilişkinin doğasını doğru anladığından emin olmalıdır. Acaba PYD’nin şimdi ya da ileride PKK’dan bağımsız ve Türkiye’ye direk tehdit olmayan bir aktör haline gelme ihtimali var mıdır? Sanmıyorum ama yine de PYD’ye bir şans vermek gerekir mi? PKK’nın Suriye kolunun hem bölgenin coğrafi koşulları hem buradaki yönetim şekli hem kendine çizmeye çalıştığı imaj ve hem de ABD ile ilişkisi nedeniyle 1) Türkiye’ye karşı kısa vadede, açık ve büyük boyutta askeri saldırı düzenlemesi sürpriz olur. 2) Ayrıca Irak’taki PKK varlığından farklı olarak Suriye’de PYD’nin gözetlenebilir, etkili şekilde tehdit edilebilir ve gerektiğinde vurulabilir belli bir “posta adresi” olacaktır. Suriye’deki PKK şehirlere inmiş, “medeni” olma iddiası taşıyan, kendinden farklı etnik gruplarla beraber yaşama durumunda olan ve daha göz önünde bir siyasi aktördür. Bu fark önemli olabilir. Bu PYD ile PKK’nın aynı amaç, kadro, liderlik ve ideolojiye sahip olduğu gerçeğini değiştirmez ve unutturmamalıdır ama önemsiz de değildir. Siyaseti sadece duygularımız (özellikle de nefretimiz) üzerinden yapmaya çalışmanın mahzurları açıktır. PYD’ye yönelik Türkiye’nin konfeksiyon olmayan müşteriye özel bir siyaset elbisesi çizmesi gerekmektedir. PKK-PYD’yi sözleriyle değil eylemleri, geçmişi, yetenekleri ve –varsa- üst düzey yetkililerinin düşünme ve karar verme yapılarına dair istihbaratla değerlendirmeliyiz. PYD’ye, o da en iyi ihtimalle ve en fazla, “hapishaneden şartlı salıverilmiş, cezası ertelenmiş, sürekli olarak iyi niyetini ve belaya bulaşmadığını, ‘yanlış insanlarla takılmadığını’, kanıtlamak zorunda olan, denetimli serbestlikten faydalanan eski bir mahkum” muamelesi yapılmalıdır. Bu dilin bazılarına fazla tepeden bakan ve buyurgan gelebileceğini tahmin ediyoruz. Ne var ki, “daha azı da kurtarmaz.” PYD’nin, PKK liderliğinden emir alarak Türkiye’ye karşı düşmanca işlere giriştiği anda Ankara’nın gözündeki statüsünün değişeceğini ve fiziki dahil cezalara uğrayacağını anlaması sağlanmalıdır. Türkiye ayrıca PYD’nin kontrol ettiği bölgedeki diğer gruplara nasıl davrandığını, onlarla gücü nasıl ve ne kadar paylaştığını takip etmeli, burada sürekli yabancı gözlemciler bulunması gerektiğini belirtmelidir. Washington’a da PYD’nin burada yaptığı etnik temizlik, direk ve ya dolaylı baskı ve zulümün kendi hesabına da yazılacağı hatırlatılmalı, buradan kaçanların önemli bir kısmının IŞİD gibi örgütlere katılabileceği söylenmelidir.    

Türkiye PYD’nin bölgedeki hem askeri gücünü ve organizasyonunu çok yakından takip etmeli ve etkilemeye çalışmalıdır. PYD’ye sınırda Türkiye’nin tahammül edemeyeceği davranış, konuşlanma, faaliyet ve silah sistemleri belirtilmeli ve ona karşı, gerektiğinde ABD’nin varlığı ve belki de muhalefetine rağmen, hangi adımları atabileceği hissettirilmelidir. Bunun yapabilmek için PYD liderliği ve karar alma mekanizması ve PYD’ye ait vurulabilecek önemli askeri hedefler hakkında doğru, anlık, ayrıntılı ve derinlikli istihbarata sahip olmanın önemi açıktır. Bu arada bir soru: Ankara PYD içinde geçmişte kendisine yönelik terör eylemlerine karışmış militanların olduğunu kesin olarak ve “isim isim” söyleyebilecek durumda mı? Yoksa sadece bu konuda bir kanı var ama hem ihtimal olarak hem de spesifik isimler olarak kesin konuşabilecek kadar istihbaratı yok mu? Eğer yoksa herhalde bu Türkiye’nin PKK ile ilgili çok sayıda istihbarat başarısızlığının sadece bir başka örneği daha olarak görülebilir. Türkiye’nin PKK ile mücadelede istihbarattan beklediği ne olmalı, bunun için hangi veya ne tür yetenek, maddi ve insani kaynak, organizasyon, doktrin, eğitim, siyasi liderlik, yönlendirme, kurumsal ve kurumlararası kültür gereklidir bu yazının konusu değil. Ama herhalde bu konunun hem genel Türk kamuoyunun hem de Türk güvenlik politikası ile ilgili tartışmaların gündemine önemli şekilde neredeyse hiç girmemiş olduğu söylenebilir. Meclis’te Türk istihbarat kurumlarının yeniden yapılandırılması, sınırlı reformu, denetlenmesi, komisyonlarda dahi ciddi şekilde gündeme gelmemiş olabilir. Türkiye’nin askeri, siyasi, diplomatik, ekonomik ve istihbarat kaynaklarını çok maharetli olarak kullandığı da şüphelidir. Askerlerimiz arasında dahi askeri gücün doğasına dair sofistike bir anlayışın yaygın olduğundan emin değiliz. Röportajlarda da görüldüğü gibi bu konudaki bilgilerinin genelde üç beş doğruluğu tartışılır cümle üzerine bina edildiğini düşünmek mümkündür. Bu zayıflığın pratikte sonuçları kolayca görülmektedir. 21. Yüzyılda kırmızı çizgileri daha çok aşılan başka çok devlet olmayabilir. Sadece, “Türkiye buna izin vermeyecektir,”  “tepkimiz çok sert olacaktır” gibi ifadeler kullanmakla “olmadığı” artık açıktır. Normalde de bu tür ifadele tek başına yeterli değildir ama Türkiye gibi “caydırıcılığı paramparça olmuş bir devlet” için hiç değildir. “Kırmızı çizgilerimizi” doğru yer, zaman ve şekilde çizmek, onun arkasında gerekli inandırıcılığı koymak, çizgilerin “üstünden nasıl atlanabileceği, etrafından/yanından nasıl dolanılabileceği veya salam taktikleriyle veya aniden sürprizle nasıl pembeleştirilebileceği” üzerine de hayal gücümüzü kullanmak ve bu delikleri de kapayacak önlemler tasarlamak ve uygulamak gerekiyor. Caydırıcılık Türkiye’de dış politika ve güvenlik tartışmalarında yeterince kullanılmayan ve dile getirildiğinde de pek anlaşılmayan çok önemli bir kavramdır. Tüm diplomat, siyaset adamı ve askerlerimizin caydırıcılığın türleri, doğası, tarihi ve sınırları hakkında ciddi bir eğitim alması faydalı ve hatta gerekli olabilir. Ayrıca yanılıyor olabiliriz ama Türk siyasi ve askeri çevrelerinde PKK ile etkin mücadele etmek için en önemli unsurlardan biri olan güç kullanımının, 1) doğasını, 2) unsurlarını, onun 3) Türkiye ve 4) dünyadaki tarihini, 5) teorik/stratejik/akademik çalışmalardaki kavram ve modellerini ve 6) caydırıcı, cezalandırıcı, önleyici, önalıcı, uyarıcı, püskürtücü, (karşı tarafı istenmediği bir şeye) zorlayıcı güç kullanımı gibi birbirine benzese de önemli derecede farklılık gösteren türlerini ayrıntılı, disiplinli ve titiz olarak etüt ettiği bilinen tek bir kişi dahi yoktur.

ABD

ABD ile PKK-PYD arasında dolaylı, sınırlı ve ürkek olanın ötesinde bir diyalog, işbirliği ve belki de planlama olabileceğini düşünmek için komplo teorisi bağımlısı olmak gerekmeyen bir döneme girmiş bulunuyoruz. Türkiye ABD’nin PYD ile olan diyaloğu, ona desteğinin boyutu ve nedenlerini, aralarındaki anlayışı doğru anladığından emin olmalıdır. 1) ABD IŞİD’e karşı yerel ve etkili bir müttefik arıyordu ve Ankara’dan istediği desteği alamadı, bunu PYD’de buldu ama aralarındaki aslında boyut, süre ve amaç olarak sınırlı bir ortaklık mı, 2) yoksa işin içinde uzun boyutlu, gizli, sinsi ve büyük başka “oyunlar” mı var, bu konuda da bir sonuca varmamız gerekiyor. İlki ise farklı, ikincisiyse başka yollar izlemek gerekebilir. ABD’yi gereksiz yere kendimizden uzaklaştırmak ve daha fazla PKK ile beraber hareket etmeye yöneltmek ile ona yaptığının çok ciddi bir yanlış olduğu ve geri çevrilemez sonuçları olabileceğini göstermek arasında ince bir tercih yapmamız gerekiyor. Türkiye ABD’ye, 1) PYD ile terörist bir örgüt olan PKK arasında gerçekte bir fark olmadığını, 2) Türkiye için yaşamsal bir tehdit olan PKK ile işbirliği yapmasının Washington için şöhretsel açıdan inandırıcılık bedelinin yanında İncirlik, silah alımları, istihbarat paylaşımı dahil konularda önemli, acıtıcı, hızlı ve belki de geri çevrilemez sonuçları olacağını “efendi efendi,” “tane tane” anlaşılır bir İngilizce ile anlatılmalıdır. Bu arada acaba ABD ile artık açıktan da diyalog ve işbirliği içinde olan bir PKK’nın Türkiye’de tekrar aktif silahlı mücadeleye girişmesi daha zor olur mu? Yani, ABD PKK’yı bu askeri çatışma yoluna dönmekten alıkoymak ister, bunu dener ve başarabilir mi? Ama ya PKK ilk saldıran olmasa bile ülke içinde ve dışında ama yakınında bulundurduğu silahlı gücünü Türkiye’yi cevap vermek zorunda bırakacak şekilde konuşlandırarak Ankara’yı “müdahale etmezse otoritesini kaybetme” durumuyla karşı karşıya bırakırsa? Türkiye’nin ateşkesi bozan taraf olduğu algısı oluşur veya üretilirse ABD o halde bile silahlı mücadelenin başlamasıyla beraber PKK bağlantısını –en azından görünürde- keser ya da sınırlar mı? Yani PKK militanları NATO üyesi Türkiye’ye ait sivil/askeri hedeflere saldırırken ABD’nin aynı anda (“yok artık”) bu örgüte Suriye’de açık ve önemli boyutta ve Türkiye aleyhine sonuçları olabilecek şekilde askeri destek veremez diyebiliyor muyuz?

Gelecek nesiller ve tarihçiler, ABD bilerek veya bilmeyerek ama açık şekilde Türkiye’nin bölünmesine gidebilecek adımlar attığında Ankara’nın nasıl olup da ABD’ye üs vermeye devam etiğini anlamakta epey bir güçlük çekebilirler. ABD ile bir inatlaşma, restleşme ve kapışmaya girmek değil derdimiz. Bu tür şeylerin Türkiye için bedelleri olacağı açıktır. Ama “güzelce, tane tane anlattıktan sonra” karşı taraf mantıklı bir açıklama getirmeden hala Türkiye’nin çıkarı aleyhine davranmakta ısrar ediyorsa o halde bu aktör ABD de olsa ona karşı adımlar atmak zorundasınız. Batının Türkiye'nin çıkarlarıyla ilgili verisi kendine yakın Türklerin Kürtçü "tahlilleri" ile Erdoğan’ın anlık fevri çıkışlarından ibaret olunca sonuç bu çıkarların kolaylıkla göz ardı edilmesi veya yanlış yorumlanması olabiliyor. Bu durumun değişmesi gerektiği açıktır. Batı giderek Türkiye’yi gerçek anlamda “dinlememeye,” şikayetlerimizi önemsememeye, zekamız ve sağduyumuzu küçümsemeye ve bize karşı hep bir “bıyık altından gülme modunda” bakmaya başlıyor. Bunda başta Erdoğan olmak üzere liderlerimizin rolü olduğunu da kabul etmek zorundayız. Bilinçaltlarında, “bu tür bir liderin üst üste 10 kez seçim kazandığı bir ülke de bir parça uçuk olmalı” diye düşünüyor olabilirler. Ama bu durum Türkiye’ye yaptıkları haksızlıkları kabullenmemiz onları cevapsız bırakmamız anlamına gelmez. Örneğin ABD PKK ile ilgili olarak ne yaparsa Ankara İncirlik’i a) sınırlayacak, b) faaliyetlerini durduracak, c) kapatabileceğini ABD’ye hissettirecek, ve d) tamamen kapatabilecek? Yoksa bu hiçbir şekilde mümkün değil mi? Yani ABD PKK’ya apaçık “gündüz gözüyle” yardım ettiğinde bile mi? Türkiye İncirlik’in statüsünü değiştirme yoluna girerse acaba ABD buna aşağıdakilerden hangisiyle tepki verir? a) gizli/açık sert karşılık verebilir, b) ikili ilişki tamir edilemeyecek derecede zarar görebilir, c) bununla bağlantılı olarak Türkiye’nin Batı kampı ile ilişkisi ve buradaki yeri hakkında soru işaretleri oluşur, d) hem alternatif arayışı hem de Türkiye’yi cezalandırmak için Kürdistan seçeneğine yöneltebilir, e) Türkiye’nin ciddiyetini anlar ve (belki geçici de olsa) geri adım atar, f) “İncirlik’i adama zaten tam kullandırmıyorsun, biraz maliyetleri falan artar ama telafi edilemeyecek bir kayıp olmaz”?

SONUÇ

ABD’nin PKK-PYD’ye yönelmesiyle ilgili olarak şunlardan hangisini daha doğru? 1) “Bu, süre, boyut ve amaç açısından sınırlı bir ilişki, abartmaya, paniklemeye, ABD’yi kendimizden iyice uzaklaştırmaya gerek yok,  ilişkinin geleceği Türkiye’nin özellikle IŞİD’e karşı ‘akıllı’ olup olmamasına bağlı”, 2) “Burada düşünülmüş, planlanmış, senaryosu çizilmiş, gerekli görüntü, koşullar, mazeretler yaratılmış bir stratejinin sinsi ve metodik bir uygulaması ile karşı karşıyayız. Adamlar Kürt devleti kurmak isteyen biri nasıl davranması gerekirse tam da öyle davranıyor. Burada Obama’yı falan aşan bir irade var. “ Cevap kaçamak olarak görülebilir ama aslında ikisi de geçerli olabilir. 3) Bu nedenle ABD’ye cevabımız, başka şeylerin yanında, onun hareketlerini yakın şekilde takip etme ve sorgulama, PKK ile olan ilişkisi hakkında doğru, ayrıntılı, tam, zamanında ve düzenli bilgi talep etme, nedeni ne olursa olsun terörist bir örgütle ile ilişki kurduğunu ona sürekli hatırlatarak kendisini PKK ile ilişkisi hakkında sürekli “suçlu hissettirme,” ona gözümüzün üstünde olduğunu hissettirme, PKK içindeki kaynaklarımız nedeniyle bu örgütle gireceği enteresan işlerden haberdar olabileceğimizi düşündürtme, ona bir müttefik olarak sorumluklarını hatırlatma, bu arada belki IŞİD’e karşı normalde isteyeceğimizden daha yüksek profilli bir pozisyon takınma ve eğer ABD bu adım ve sorulara yeteri kadar ikna edici cevaplar vermez ise de İncirlik, silah alımları ve istihbarat paylaşımı gibi stratejik konular dahil ciddi müeyyideler uygulamaktan kaçınmamayı içermelidir. Bunları böyle saymak hassas bir şekilde uygulamaktan elbette daha zordur. Ama yine de kendimizi bir zayıflık ve teslimiyet ya da kontrolsüz bir fevriliğe kaptırmaya kıyasla daha yeğlenir adımlardır. Yanılıyor olabiliriz ama bizdeki izlenim, Ankara’nın ABD’ye bu yeni PKK macerası ile ne ciddiyette bir adım attığına henüz dikkatini çekememiş olduğudur. Bu kabul edilebilir bir şey değildir ve nitekim kabul edilmemelidir de.    

PKK ile PYD’nin lider, militan, ideoloji, söylem, sembol ve eylemleri arasındaki benzerlik, uyum ve hatta tıpkılık bu ikisinin farklı olduğunu düşünmeye imkan vermiyor. Bir şey PKK gibi yürüyor ve PKK gibi konuşuyorsa o şey büyük ihtimalle PKK’dır. Ama şuna da hazırlıklı olalım, PYD en azından bir süre için PKK ile benzerliğini ve ilişkisini olabildiğince gizlemeye çalışacaktır. PYD’nin “dünya basınının sevgilisi” olmaktan kolay kolay vazgeçmeyeceğini tahmin edebiliriz. Önümüzdeki dönemde Türkiye PKK-PYD ile ilgili seçenekleri arasında şunlar da sayılabilir: 1) ona karşı (ülke içinde, Irak’ta ve Suriye’de) direk, kapsamlı veya sınırlı ama sürekli ve iyi seçilmiş hedeflere yönelik askeri taarruz düzenlemek, 2) onu hem alanda hem de söylem olarak tehlikeli ve can sıkıcı adımlar atmaktan inandırıcı tehditler ve güç gösterileriyle caydırmaya çalışmak, 3) onun ilerleyeceği yere ondan önce vararak yolunu kesmek, güvenli bölgeler oluşturmak, 4) ayrıca IŞİD’e karşı da sınırlı veya daha ciddi taarruzlarda bulunarak Batı’dan istenen “zorunlu hareketi” yapmış olmak ve onların desteğini değilse bile sessizliğini ve rızasını kazanmak, 5) muhaliflere verdiği maddi ve askeri desteği ciddi oranda arttırmak ve etkileyebildiklerini ABD’den gelebilecek itirazları göğüsleyerek PKK’nın üstüne yönlendirmek, bu arada onları da dışarıdan ve belki havadan ve her an içeri kendi de girebilirmiş görüntüsüyle desteklemek, 6) ABD’nin bu örgütle ilişkisini onun terör ve PKK ile ilgili geçmişiyle ilgili kanıtlar göstererek ve örgütün mevcut etnik temizlik politikasının Sünnileri IŞİD’e yönlendirdiği argümanlarıyla, aramızdaki müttefiklik ilişkisinin uğrayacağı zararı İncirlik’i de telaffuz ederek sınırlandırmaya çalışmak, 7) PYD’nin ilerlemesinin yarattığı yeni durumu sadece izlemek ve kabullenmek, ve hatta bazı aklı evvellerin iddia ettiği gibi, 8) PYD’nin PKK parantezinin dışında, “şans verilmesi gereken,” Türkiye’ye ne şimdi ne de gelecekte tehdit olan, masum, uysal, kendi halinde bir iyi komşu adayı, alkışlanması gereken bir sosyal ve siyasal “deney” ve hatta umut olduğu düşüncesine bel bağlamak. Ancak kabul etmek gerekir ki bu seçeneklerin hiçbiri “su geçirmez,” kolayca veya hızla gerçekleştirilebilir, düşük maliyetli ve sonuç almak için tek başına yeterli değildir. En iyi ihtimalle, bazılarının koordineli bir şekilde, zamanlama ve nüansları iyi ayarlanarak mahir şekilde uygulanması durumunda bile ancak sınırlı sonuç alabilir. PKK sabır ve özenle kartlar biriktirirken ısrarla ağustos böcekliği yaparak stratejik hakikatler konusunda uzun süre özensiz olmanın önemli menfi sonuçları olmaması mümkün değildi. Mevcut durumda elimizin çok iyi olduğu söylenemez. Türkiye PKK konusunda uzun süredir yattığı kış uykusundan kalkması durumu düzeltmek için tek başına yeterli değildir. Bunu bir yılgınlık, mazeret ya da bozgunculuk ifadesi olarak görmeyin ama uzun süredir ısrar edilen “stratejik ihmal” Türkiye’yi bu konuda artık hepsi maliyetli, riskli, zorlu, popüler olmayan ve düşük başarısı şansı olan kötü seçeneklerle karşı karşıya bırakmıştır. Bu keşmekeşten bir çırpıda kurtulabileceğimizi iddia etmek veya daha kötüsü buna inanmak yanlış olur. Kamuoyuna durumun vahametini samimi bir şekilde anlatmak ama yılgınlık ve teslimiyete de mahal vermemek çok önemli olabilir.

Şanlı Bahadır Koç

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Amerika Araştırmaları Uzmanı