Bu sayfayı yazdır

Mültecilerin ‘Refah’ Arayışları: Gelecek Avrupa’da mı?

Yazan  04 Eylül 2015

Çok değil, yaklaşık bir yıl önce, Ekim 2014’te Malta açıklarında 500 mültecinin hayatını kaybettiği haberleri basına yansımıştı. Akdeniz birkaç ay önce yine benzer bir felakete tanıklık yaptı. Nisan 2015’te Akdeniz’de 700 mültecinin boğulduğu duyuruldu. Libya açıklarında alabora olan gemi mülteci sorununu yeniden tüm gerçekliğiyle gözler önüne sermişti. Olay üzerine Birleşmiş Milletler (BM) Akdeniz’de mülteci sorunu ile ilgili önlemlerin alınması gereğini bir kez daha hatırlatmış ve Avrupa’nın sorumluluklarına işaret etmişti. Hatta BM Yüksek Komiserliği Sözcüsü Carlotta Sami, “Akdeniz’de meydana gelen en büyük katliam ile karşı karşıyayız” demişti. Yüksek Komiserliğe göre 2014 yılında Akdeniz’i toplam 219.000 mülteci geçti. 2015’in kış aylarından yaz aylarına uzanan süreçte ise yaklaşık 35.000 mülteci geçiş yaptı. 2014’te Akdeniz’de hayatını kaybeden mültecilerin sayısı 3.500 iken, 2015’in ilk yarısında Akdeniz’de hayatını kaybedenlerin sayısı yaklaşık 1.600 oldu.[i] Bu sayıların, özellikle BM bünyesinde, 2015 ve sonrasında daha da artmasından endişe ediliyor. Mülteciler kendi ülkelerindeki istikrarsızlıklar, çatışmalar, iç savaşlar, temel hak ve özgürlüklere ve insan haklarına yönelik ihlaller karşısında dayanamayıp, daha iyi koşullara ulaşmak için, hayatlarının devamlılığı açısından sonu belli olmayan bir yolculuğa çıkıyorlar. Aslında hedeflerinde Avrupa’nın yer aldığı bir yolculuk bu. Fakat mülteciler için adeta son istasyon olan Avrupa, onlar için pek de olumlu bir tablo yansıtmıyor. İç ve dış politikanın kesişme noktasında yer alan ve ulus devletler açısından önemli bir konu addedilen mülteciler sorunu, sadece ekonomik ve sosyal politikalarla ilgili bir mesele değil, bir güvenlik meselesi olarak da görülüyor. Özellikle 2005’te İspanya’dan mülteci akını ile karşı karşıya kalarak konuyu ciddi şekilde ele almaya başlayan Avrupa, yasadışı yollardan mülteci akışını önlemeye çalıştığı gibi, onların kıtaya yasal yollardan girebilmeleri için de pek bir alternatif sunmuyor. Avrupa’ya girenler ve halihazırda Avrupa’da olanlar için ise Avrupa Birliği (AB)’nin kendi koşulları, süreç içinde Avrupa bütünleşmesinin refah zemini olma iddiasını giderek zayıflatan bir hal alıyor. Gerek AB genelini sarsan ekonomik kriz etkileri, gerek bütünleşmenin kendi sorunları, gerekse de ortak politikaların kurgulanması ve uygulanmasındaki zorluklar bu zayıflamayı daha da besliyor. Bu zayıflama yeni olmadığı gibi, tarihsel bir birikimi de yansıtıyor. Dolayısıyla ‘geleceğin Avrupa’da olup olmadığı’ sorusu giderek akılları daha da meşgul eden bir konuma sürükleniyor. Bu koşullar altında, öncelikle AB’nin mülteci sorununa yönelik tutumu ve aldığı önlemler incelenip, mülteciler için Avrupa’da ne düzeyde bir refah olduğunun ortaya koyulmaya çalışılması gerekmektedir.  

 

Mülteci Sorunu ve AB Sığınma Politikasının Temeli

Avrupa’da sığınma politikasının temel araçlarını, bütün AB ülkelerinin imzaladığı ve tarihte Nazi yönetiminin baskısı altında Avrupa’da yaşanan zulmün tekrarlanmasının önüne geçen mültecilerin statüsüne ilişkin 1951 yılında kabul edilen Cenevre Sözleşmesi ve 1967 yılında kabul edilen Protokol oluşturmaktadır.[ii] Cenevre Sözleşmesi’nin 1. Maddesi mülteci kavramına bir tanımlama getirmektedir. Buna göre mülteci, “ırkı, dinî, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen kişi”dir. Bunun anlamı, bir ülkeden koruma talebinde bulunan herhangi bir kişinin mülteci olup olmadığına dair yapılacak incelemenin sonucuna varana kadar menşe ülkeye geri gönderilemeyecek olmasıdır. Fakat insanlığa, barışa ve istikrara karşı işlenmiş suçu olan, savaş suçu olan kişiler sözleşme kapsamında değildir. Sığınmacı ise herhangi bir ülkede mülteci olma hakkı arayan kişiler için kullanılan bir kavramdır. 33. Madde ile Cenevre Sözleşmesi kapsamında sığınmacı olarak tanımlanan kişinin zulüm görme riski taşıdığı yere zorunlu olarak geri döndürülemeyeceği garanti altına alınmıştır. Sığınmacıların yasal ya da yasadışı yollarla bir ülkenin sınırları içerisine girmesi sonucunda, sözleşmeyi imzalayan her ülkenin, sığınma prosedürlerini işletmek durumunda olduğu ifade edilmiştir. AB’nin mültecileri korumaya yönelik dayanağı sadece Cenevre Sözleşmesi ile sınırlı değildir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de sözleşmeyi imzalayan ülkelerin yabancıları sınırdışı etmeleri önünde zorluk oluşturmaktadır. Kişinin menşe ülkede görmekten korktuğu olası işkence ve insanlık dışı muamelelerin varlığı sözleşmece dikkate alınmış ve AB üyesi ülkelerin bu kişileri geri göndermeleri yasaklanmıştır.[iii]

Gerek AB’de gerekse de diğer ülkelerde yürütülen sığınma politikalarının içeriğini beş başlık altında toplamak mümkündür. İlki, mülteci statüsüne uygunluğun değerlendirilip ulusal sınırların kontrolünün sağlandığı giriş aşamasıdır. İkincisi, barınma, beslenme ve sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkını elde edebileceği kabul aşamasıdır. Üçüncüsü, giriş aşamasında yapılan inceleme ve değerlendirmeler sonucu sığınma talebinde bulunan kişilerin reddedilmesidir. Dördüncüsü, sığınma talebinde bulunan kişilerin ev sahibi ülkeye uyum sağlayabilmeleri için gerekli etkileşim mekanizmasını kapsayan bütünleşme faaliyetidir. Sonuncusu da, mültecilerin ülkelerine güvenli şekilde geri dönüşlerinin sağlanmasında ve ilgili otoritelerin bu konuda işbirliği yapmasında etkili olan diplomasidir.[iv]

1980 sonrasında Batı Avrupa’ya yönelik yaşanan yoğun göç sonucunda bu bölgedeki ülkelerin mülteci politikalarında değişiklikler gerçekleştirildiği görülmüştür. Buna göre güvenli menşe ülke (safe country of origin) ve güvenli üçüncü ülke (safe third country) sınıflandırılması yapılmıştır. Güvenli menşe ülke temelli uygulamalarda ülkeler demokratik olma düzeylerine göre sınıflandırılmakta ve yeterince demokratik olan ülkelerden gelen mülteciler kategorik olarak reddedilmektedir. Güvenli üçüncü ülke temelli uygulamalarda, eğer bir sığınmacı bir ülkeye sığınmacı olarak başvururken herhangi bir güvenli menşe ülkeden geçiyorsa, sığınmacı transit konumda olan bu güvenli menşe ülkede kalmak zorundadır. Aynı şekilde eğer bu güvenli konumdaki transit ülkeden çıkmış ise sığınmacı tekrar bu güvenli transit ülkeye gönderilmektedir. Bununla beraber, göç alan ülkeler, özellikle mülteci üreten ve transit konumda olan ülkeler ile de ikili anlaşmalar gerçekleştirerek göç hareketlerini azaltmayı da hedeflemişlerdir.

Bu noktaya kadar ana hatları açıklanan altyapının üzerine AB Sığınma ve Göç Politikası yerleştirilmiş ve ilk kez 1999’daki Tampere Zirvesi’nde oluşturulmuştur. Zirve iki aşamadan oluşan bir ortak sığınma politikası öngörmüştür. İlk aşamada beş yıl içerisinde minimum düzeyde üye ülkeler tarafından kabul görmüş standartların benimsenmesi gerektiği belirtilmiştir. İkinci aşamada, yani 2004 yılından sonra, sığınma konusuyla ilgili ortak bir prosedür ve statü belirlenmesi gerektiği ifade edilmiştir. Böylece kimin sığınmacı olarak tanımlanabileceği belirginleştirilmek istenmiştir.[v] Zirve sonucunda AB ve üye ülkeler sığınma hakkına saygı gösterilmesi gerektiğinin önemine işaret etmişlerdir. Ortak bir Avrupa Sığınma Sistemi’nin kurulması yönünde çalışmaların yürütülmesi üzerinde uzlaşılmıştır. Bu sistemin, sığınma başvurularının sorumlu üye ülkelerce belli bir standart dahilinde adil ve etkili bir biçimde değerlendirilmesini, sığınma prosedürlerinin aynı standartta işletilmesini, sığınmacıların kabulünde minimum ortak koşulların sağlanmasını ve mültecilerin statülerine ve tanınmalarına dair hukuki mevzuatın yakınlaştırılmasını kapsaması gerektiği ifade edilmiştir. Üye ülkeler arasında, memleketini terk eden kişileri korumaya yönelik bir dayanışmanın geliştirilmesi doğrultusunda uzlaşıya varılması gerektiği belirtilmiştir.[vi]

Maastricht Antlaşması ile üç sütunlu yapılanmada Adalet ve İçişleri sütununa dahil edilen sığınma politikası, Amsterdam Antlaşması kapsamında malların, hizmetlerin ve kişilerin serbest dolaşımını içeren Ekonomik ve Parasal Birlik sütununa kaydırılmıştır. Bu gelişmeyle beraber 2004 yılında uyumlu, ortak, merkezi bir sığınma politikası oluşturmak amacıyla, 2002 yılında Avrupa Komisyonu’na yasama sürecini başlatma sorumluluğu yüklenmiştir. Bu çerçevede Ortak Avrupa Sığınma Sistemi’nin, ilk olarak ulusal sığınma politikalarının uyumlaştırılması, ikinci olarak da daha ileri derecede bütünleştirilmiş ve merkezi süreçlere dayalı bir sistemin oluşturulması aşamalarıyla kurulması tasarlanmıştır. Mevcut koşullarda Avrupa Sığınma Sistemi kapsamında ulusal politikalar ise tam olarak uyumlaştırılmış değildir.

Ortak sığınma sistemi bağlamında dört temel alan üzerinde uzlaşı öngörülmüştür. İlki, sığınmacıların kabul koşullarına yönelik direktifin (Reception Conditions Directive) kabul edilmesidir. Bu direktifin sığınmacıların istihdamı, barınmaları, temel ihtiyaçlarının karşılanması, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlandırılmaları, serbest dolaşım imkanına erişmeleri konularında minimum hizmet standardını belirlemesi öngörülmüştür. İkincisi, üye ülkelere bir sığınma başvurusunu değerlendirme ve işleme sokma sorumluluğu yükleyen kriterleri belirlemek ve sığınma prosedürlerinin kötüye kullanılmasını engellemek için getirilen Dublin II (Dublin Regulation) Düzenlemesi’dir. Üçüncüsü, mülteci tanımlaması yapan ve statü belirlemek için kullanılacak kriterleri kapsayan direktiftir (Qualification Directive). Aynı zamanda bu direktif insani yardım ve koruma sağlama kapsamında sığınmacılara tanınan hakları da kapsamaktadır. Sonuncusu, sığınma taleplerinin işleme tabi tutulmasında belirleyici olan, talebin kabul edilip edilemeyeceğinin karara bağlanmasında yönlendirici olan Sığınma Prosedürleri Direktifi’dir (Asylum Seeker Directive).[vii] Bu dört direktif AB’nin sığınma konusundaki temel dört hukuki aracını meydana getirmiştir.  

2003 yılında gerçekleştirilen Selanik Zirvesi AB düzeyinde ortak bir sığınma sisteminin kurulması yönündeki kararlılığı bir kez daha tekrarlamıştır. Bu bağlamda 2003 yılı sona ermeden önce mülteci niteliklerinin, koruma ya da sığınma talebinde bulunan üçüncü ülke vatandaşlarının nasıl tanımlanacağının, uluslararası koruma faaliyetlerinin ve üye ülkelerin hangi koşullarda mülteci statüsünü vereceğinin belli bir standart temeline oturtulacağı ifade edilmiştir. Yasal zemine dayalı şekilde üye ülkelerde ikamet eden üçüncü ülke vatandaşlarının ikamet ettikleri ülkeye ve dolayısıyla AB’ye uyum sağlayabilmeleri için siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yelpazede geniş kapsamlı ve çok boyutlu bir bütünleşme politikasının yürütülmesine işaret edilmiştir. AB’nin yüz yüze kaldığı demografik ve ekonomik sorunlarla baş edebilmek için üye ülkelerin göç alma kapasitelerini göz önünde bulundurarak yasal araçların oluşturulmasına ihtiyaç olduğu vurgulanmıştır. Yasal yollarla üye ülkelerde ikamet etme hakkı kazanmış üçüncü ülke vatandaşlarının yüzleştikleri yeni yaşam koşullarıyla uyum sağlayabilmelerine yönelik olarak ulusal düzeyde ve AB düzeyinde tecrübe ve bilgilerin paylaşımı doğrultusunda koordinasyon kurulması beklenmiştir.[viii] 2004 yılında kabul edilen Lahey Programı ile de ortak bir sığınma prosedürünün meydana getirilmesi ve sığınma hakkından yararlananlara ve bu kapsamda koruma sağlananlara tek bir statünün verilmesine çalışılmıştır. Üye ülkelerin ortak hedefler doğrultusunda dayanışma ve sorumluluk sahibi olma ilkeleri ışığında işbirliğine teşvik edilmelerinin önemi vurgulanmıştır. Aynı zamanda, ulusal göç ve sığınma politikaları ile göç ve sığınma talepleri karşısında alınacak önlemler üzerine üye ülkeler arasında karşılıklı bilgi paylaşımının geliştirilmesine işaret edilmiştir.[ix]

Ortak bir Avrupa Sığınma Sistemi’nin oluşturulmasına yönelik son çabalardan bir tanesi de 2007 yılında yayınlanan ve ortak bir sığınma sisteminin oluşturulması amacıyla ileri sürülmüş önlemleri bir araya getiren Yeşil Kitap olmuştur.[x] Kitapta sığınma taleplerine yönelik olarak Avrupa Komisyonu’nun önerilerine yer verilmiştir. Buna göre sığınma başvurularını üye ülke sınırlarında yapan mültecilerin yasal bir koruma mekanizmasıyla korunması ve böylece mültecilerin sığınma başvurusu yapmaları için elverişli koşulların artırılması gerektiği ileri sürülmüştür.

Sığınma Politikası, 2000’li yılların Avrupa bütünleşmesi gündemine damga vuran AB anayasası çalışmalarının hükümleri arasında yer alan önemli konularından biri olmuştur. Anayasa taslağının üye ülkelerde yapılan referandumlarda reddedilmesinin ardından 2007 yılında kabul edilen Lizbon Antlaşması’nda da taslaktaki sığınma konusu ile ilgili hükümler aynen korunmuştur. Tüm bu ilerlemelere rağmen, AB’de sığınma politikaları tam olarak standartlaşamamıştır. AB üyesi ülkeler ulusal öncelikleri ve sığınmacılara yönelik algılamaları temelinde farklılıklar göstermişlerdir. AB’nin göç ve sığınma meseleleri karşısında haklar tanımanın ötesindeki tutumu, olumsuz önyargılarla yaklaşma, kısıtlayıcı kriterler koymayı kapsayan, ötekileştirme ve negatif kimliklendirme sürecini destekler görünmektedir. 

 

Avrupa’da Gelecek Var mı?

Mültecilerin, sığındıkları ülkelerde çalışabilmeleri önemli bir hak konumundadır. AB’de sığınmacıların sığınma prosedürlerinin işlemesi esnasında ücretli bir işte çalışmaları üye ülkelerin inisiyatifinde kalan bir durum olmuştur. Bazı üye ülkeler bu konuda sığınmacıların işgücü piyasasına girişlerinin engellenmesi örneğinde olduğu gibi katı bir tutum sergilerken, bazıları da sığınma prosedürü işlerken belli bir sürenin geçmesinin ardından çalışmalarına izin vermiştir.[xi] Meselenin bu yönü yukarıda açıklanan hukuki/yasal çerçeveyi ilgilendirdiği gibi, bir de Avrupa ülkelerindeki istihdam potansiyeli, işgücünün refah seviyesi gibi sosyo-ekonomik koşulları da ilgilendirmektedir. Dolayısıyla mesele Avrupa ülkelerinin hem kendi vatandaşlarına hem de mültecilere siyasi, ekonomik ve sosyal açılardan gelecek sağlayabilme potansiyeli ile yakından ilgilidir. Bunun değerlendirmesini yaparken de, AB’nin uluslararası alandaki gücünü ve zayıflıklarını açığa çıkarmak için Avrupa’daki ekonomik ve sosyal modelin niteliklerini ele almak gerekmektedir. Aksi halde Avrupa ülkelerinin mülteci sorunu karşısında sorumluluk almaktan kaçınır tutumlarını ve akınları kesmek için klasik engelleyici önlemlere başvurma gerekçelerini anlamak güçleşecektir.   

2000’li yıllar itibariyle Avrupa’nın ekonomik dayanıklılık açısından serbest piyasa ekonomisi karşısında zayıf olduğu net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bir başka deyişle, Avrupa’nın böyle bir zayıflıkta olduğu keşfedilmiştir. İç dengesizliklerin durgunluk ve borç krizine döndüğü koşullarda varlıklı AB üyesi ülkelerden yoksul ülkelere sermaye akışı yaşanmıştır. Bir de buna, Yunanistan örneğinde olduğu gibi mali aldatmacalar eklenmiştir. Kriz, ortak para birimi olan Avro’ya geçişle birlikte daha da artmıştır. Çünkü AB, hazine ve mali işlevleri olan bir merkez bankası oluşturulmadan böyle bir ortaklığa yönlendirilmiştir. Bir de bu yönlendirme, AB Anayasası ve Lizbon Antlaşması tartışmaları kapsamında AB’nin derinleşmesine çok da sıcak bakmayan bir Avrupa kamuoyunun olduğu koşullarda yapılmıştır.[xii] Neoliberalizmin etkisiyle sosyal kurum ve politikaların zayıflaması, eşitsizliğin artması, bunlarla mücadele potansiyelinin azalmasının arkasından Avrupa genelinin krizden etkilenmesi ve bütünleşmenin krizle sınanması zaten kaçınılmazdı. Her ne kadar yatırımcılar para kazanmaya devam etse de ve devletler çökmeden varlıklarını korusa da (ki artık çöken, ama varlığını koruyan bir devlet olarak Yunanistan örneği vardır), ekonomik anlamda Avrupa ve Kuzey Amerika’nın nüfuzu, yerini yeni gelişen bölgelere kaymaktadır. Bu kayış Batı’dan Doğu’ya, Kuzey’den de Güney’e doğru yönlenmiş olarak değerlendirilebilir. Buradaki püf noktası, klasik nüfuz bölgelerinin tekrar eski güçlerine kavuşmaları için gerekli dönüşümü sağlayıp sağlayamayacaklarında gizlidir. Bir başka deyişle, piyasa ekonomisi ülkelerdeki ve ülke topluluklarındaki siyasi ve sosyal ilişkisini ekonomik krizlere, çatışma ve savaşlara, sektörel düzeyde yönetim beceriksizliklerine sosyal dayanışma ile sosyal refah koşullarını dikkate alarak cevap vermeye dayandırmak durumundadır. Aslında Avrupa bütünleşmesi bu cevap olarak tasarlanmış, ancak gelinen nokta itibariyle, gerek ulusal gerekse de uluslararası düzeyde kurumsal kapasitenin zayıf olması üzerinden, beklenenle sonucun ayrıştığı bir tablo ortaya çıkmıştır. Eleştiri oklarını serbest piyasa ekonomisinden ziyade AB’nin kendisi çekmiştir.[xiii] ‘Ortak Pazar’ fikrinin Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası’nın bir ürünü olması ve bu Masa’nın bir üyesi ve eski BP başkanı olan Peter Sutherland ortak pazarın hükümetlerin değil, şirketlerin bir projesi olduğunu açıklaması AB’nin zaten eleştirileri çekecek bir doğaya sahip olduğunu göstermiştir. Açık pazar ve şirketlerin kazancının sosyal kural ve standartları da kendine uyarlaması adeta bu doğayı kaçınılmaz hale getirmiştir. Ortak Pazar kurulurken iç pazarın tamamlanmasıyla büyümenin ilerleyeceği ve işsizliğin azalacağı vadedilirken, sonucun hiç de beklenildiği gibi olmadığı görülmüştür. Yeri geldiğinde Avrupa Komisyonu bu sonucu piyasada liberalleşmenin tam anlamıyla gerçekleştirilememesine bağlamış ve daha fazla liberalleşme yönünde baskı da yapmıştır.[xiv]

Yaşanılanın üretim ve tüketim ilişkisindeki dengesizlikten kaynaklanan bir kriz olmadığı, bir finansal kriz olduğu düşünüldüğünde Avrupa açısından tablo daha net bir hal alacaktır. Finansallaşmayla birlikte artan finansal varlıklar, finansal krizleri ve etkilerini de artırmıştır. Buna karmaşık ve şeffaf olmayan finansal ilişkiler ağı da eklendiğinde, bankacılık sektöründen patlak verecek bir hassas ağın oluştuğu anlaşılmaktadır. Finansallaşma aynı zamanda piyasa aktörlerini kısa vadeli kara yönlendirerek, uzun vadeli büyümeyi de geri plana atmıştır. Ne karın paylaşıldığı ne de eşitliğin arttığı bir ortam ortaya çıkmıştır. 2008’de İngiltere ve ABD’de borsaların çöküşü, tasarrufların yok olması, büyük bankaların batması, özellikle Avrupa’da, İngiltere ve Fransa’da mali tasarruf programlarını, kesintileri adeta AB koşullarını zorlayacak şekilde öne çıkarmıştır. Avrupa’nın güneyindeki kurtarma operasyonları finansal krizi devletlerin mali krizine dönüştürmüştür. Yunanistan iflas etmiş, İspanya, Portekiz ve İrlanda da iflasın eşiğine gelmiştir. Gelirler ve harcamalara yönelik farklı mali politikalara sahip ülkelerin finansal sistem üzerinden bir aradalığı Avro bölgesinin geleceğini tartışmalı hale getirmiştir. Bu tartışmalar Avrupa genelinde yabancı ve göçmen karşıtı sağ partileri beslemiş, sol güçlenmese de Yunanistan örneğinde sivrilme kaydetmiş, fakat o da ülkeyi krizden kurtarmak adına AB ve Almanya’nın yüklediği sorumlulukları yerine getirmek uğruna ilkelerinden fedakârlık göstermek durumunda kalmıştır.[xv]

Bütünleşmenin kuruluş ilkelerinden hareketle, her ne kadar giderek zayıflasa da, Avrupa’nın liberal-sosyal bir senteze karşılık gelen bir toplum modeline sahip olduğu sonucuna varılabilir. Bu model, içinde ekonomik sistem ve devlet anlayışıyla ilgili bir uzlaşıyı barındırmaktadır. Bir başka deyişle, serbest piyasa ekonomisine dayalı büyüme modeli ile refah politikalarını kaynaştırmaya çalışmaktadır. Bu senteze bir de çoğulcu demokrasi eklenmiştir. Bu modelde sermaye mülkiyet hakkını ve girişimciliğini korurken, devletin sosyal refahı sağlama rolüne de rıza gösterilmektedir. Adeta bu modelde devlet de işlevselleştirilmektedir. Böylece de bir ‘sosyal piyasa ekonomisi’ ortaya çıkmaktadır.[xvi] Fakat, AB, kurumsal yapılanması ve dokümanları içinde hedef olarak Avrupa’daki sosyal yapılanmaya atıfta bulunsa da, sosyal bütünleşme tam anlamıyla gerçekleştirilebilmiş değildir. AB içinde ulusal sınırları aşıp Birlik düzeyinde bir sosyal politikayı gereksiz görenler olduğu gibi, refah devletinin çöküşünün ulusal politikalarla engellenebileceğini düşünenler de vardır. Bu iki görüş arasında yelpaze açıldıkça AB de kurumsal anlamda bir meşruiyet boşluğunda kalmaktadır.[xvii] Bu boşluğun ulusal ve bölgesel düzeylerde siyasi ve ekonomik krizlere dönüştüğü noktada mali ve finansal politikalar ile sosyal politikaların birbirinden ayrılmış olması ve giderek de daha fazla ayrılıyor olması yer almaktadır. Ancak piyasadaki istikrar ve uyum el verdiği ölçüde sosyal politikalar yürütülebilmekte, krizlere karşı sosyal önlemler alınabilmektedir. Bunda da büyüme ve istihdam politikalarının finansal istikrarın sürdürülmesine katkı sağladığı ölçüde ilerleme kaydedilebilmektedir.[xviii] İsveç ve Danimarka gibi Avro bölgesi dışında kalarak tercih sosyal devletten yana yapılabileceği gibi, Yunanistan örneğinde görüldüğü üzere, sistemin ve bölgenin içinde kalarak liberalizmin katı uygulamalarında sosyal boyutun geride bırakılması yönünde de yapılabilir. Bu çerçevede artık Avrupa’da liberal-sosyal senteze dayalı bir toplum modeli olduğunu öne sürmek giderek daha zorlaşır hale gelmektedir.  

 

Sonuç Yerine

Hukuki ve sosyo-ekonomik perspektifle ele alınan iki bölümde açıklanan tüm bu hususlar çerçevesinde, mülteciler konusuna geri dönüldüğünde, AB’nin çelişkili bir tutumu yansıttığı ortaya koyulmalıdır. AB, bir yandan kendisini uluslararası alanda yasal göçü zorlaştırarak, sınır kontrol ve denetimlerini artırarak izole hale getirirken, diğer yandan da inşaat ve tarım sektörlerinde yasadışı ucuz işgücünü konumlandırarak kazanç zeminine imkan tanımaktadır. Bir başka deyişle, ekonomik ve sosyal modelinin sıkıntılarını bir ölçüde bu şekilde aşmaya çalışmaktadır. Halbuki AB’de öncelikle göçün fayda ve zarar değerlendirmesi yapılıp belli kotalar dahilinde onay verilebilecek yasal göç hareketliliği üzerinde durulsa, çelişkiyi giderebilecek koşullarda oluşacaktır. AB bunun farkındadır. Bunu, konuyla ilgili olarak Avrupa Komisyonu’nca hazırlanan ‘Avrupa Göç Gündemi’[xix] neden anlamak mümkündür. Gündemde hem AB’nin işgücü ihtiyacına yer verilmiş, hem bu ihtiyacının giderilmesi göçle ilişkilendirilmiş, hem de etkili entegrasyon politikalarının yürütülmesine dikkat çekilmiştir. Fakat bunu gerçekleştirmek pek de kolay görünmemektedir. Örneğin, bugüne kadar yaklaşık 700.000 mültecinin oturma izni aldığı İspanya, bu açıdan AB içinde aslında kara listedeki bir ülke haline gelmiştir. Yasalaştırmanın kaçak göçü özendirme riski taşıması ve adeta bir teamül yaratacak olması AB’nin çekinceyle yaklaştığı bir konudur.[xx]

AB, ekonomik ve sosyal krizlerle karşı karşıya kaldığı noktada siyasi ve ekonomik bütünleşmesi tartışmalı bir hale gelmekte, egemenlik alanı aşınmakta, ‘sosyal’liğin zayıflamasıyla Birliğe aitlik hissi azalmaktadır. Bunun yanında AB ekonomik ve sosyal kriz yaşayan ülkeleri giderek dışlayıcı bir niteliğe de bürünme eğilimindedir. Halbuki bu açıdan takip etmesi gereken ilke ‘kapsayıcılık’ olmalıdır. Kapsayıcılık, AB’nin yerel zayıflıklar ve ihtiyaçlara karşı ne derece ilgili olduğu ile yakından ilişkilidir. Bu, hem kendi içinde hem de bölgesel politikalar dahilindeki ülkeler içinde takip edilmesi gereken bir ilke olarak konumlandırılmalıdır. Siyasi, ekonomik ve sosyal zayıflıklara karşı yerele kazandırılacak direnç, karşılıklı çıkar anlayışını ve ortak paydada buluşma olasılığını daha da kuvvetlendirecektir. Bu açıdan mülteci sorunu etkili bir başlangıç noktası olabilir.


[i] “700 mülteci Akdeniz’de boğuldu”, Milliyet, 20.04.2015, http://www.milliyet.com.tr/700-multeci-akdeniz-de-boguldu/dunya/detay/2046682/default.htm (Erişim: 20.07.2015).

[ii]Fleur Alink, Arjen Boinand Paul t’Hart, “Institutional crises and reforms in policy sectors: The case of asylum policy in Europe,”  Journal of European Public Policy,Vol. 8, No.2, 2001, s. 288.

[iii]Elspeth Guild, “International Terrorism and EU Immigration, Asylumand Borders Policy: The Unexpected Victims of 11 September 2001,” European Foreign Affairs Review,Vol. 8, 2003, s. 338.

[iv]Alink, Boin ve t’Hart, a.g.e., ss. 288,289.

[v] Gisbert Brinkmann, “The Immigration and Asylum Agenda,” European Law Journal,Vol. 10, No. 2, 2004, s.194.

[vi] European Council, Tampere European Council, 15-16 October 1999, http://www.europarl.europa.eu/summits/tam_en.htm#intro, (Erişim: 20.07.2015).

[vii]Sandra Lavenex, “Towards the constitutionalization of aliens’ rights in the European Union?” Journal of European Public Policy,Vol.13, No.8, 2006, ss.1292-1296; “The European Union Policy towards a Common European Asylum System,” http://ec.europa.eu/justice_home/fsj/asylum/fsj_asylum_intro_en.htm (Erişim: 15.07.2015).

[viii] Council of European Union, Thesseloniki European Council, 19-20 June 2003,  http://ue.eu.int/ueDocs/cms_Data/docs/pressdata/en/ec/76279.pdf (Erişim: 15.07.2015).

[ix] Timothy J. Hatton, “European Asylum Policy,” National Institute Economic Review,No. 194, 2005, ss.109-111.

[x] “Green Paper of 6 June 2007 on the future common European asylum system,” COM (2007) 301, http://europa.eu/scadplus/leg/en/lvb/l14561.htm (Erişim: 10.07.2015).

[xi] Brinkmann, a.g.e., s. 194.

[xii] Michael Mann, “Son Yakın Olabilir; Ama Kimin İçin?”, Immanuel Wallerstein, Randall Collins, Michael Mann, Georgi Derluguian, Craig Calhoun, Kapitalizmin Geleceği Var mı?,Metis Yayınları, İstanbul, 2014, ss. 95, 96.

[xiii] Craig Calhoun, “Şu Anda Kapitalizmi Tehdit Eden Nedir?”, a.g.e., ss. 152-156.

[xiv] Jörg Huffschmid, “Neoliberal Entegrasyon Fiyaskosu”, ATTAC, Kimin Avrupası? Halkın Avrupası ile Şirketlerin Avrupası Arasında, Metis Yayınları, İstanbul, 2012, ss. 70, 71.

[xv] A.g.e., ss. 159-166.

[xvi] Meryem Koray, Avrupa Toplum Modeli, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2005, ss. 109,110.

[xvii] A.g.e., ss. 292, 293.

[xviii] A.g.e., ss. 315-319.

[xx] Corinna Milborn, “Polis Devleti, Şengen Vizesi ve Göç: Avrupa Kalesi”, a.g.e., ss. 220-228.

Dr. Sezgin Mercan

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Avrupa Birliği Araştırmaları Merkezi Başkanı