Bu sayfayı yazdır

Bosna-Hersek’te Siyasi Gerginlik Ciddi Boyutlara Ulaştı

Yazan  19 Ekim 2009

Bosna-Hersek’te 1995’te sona eren savaştan bu yana süren derin bir siyasi kriz yaşanıyor. Krizin temelinde yine “etnik anlaşmazlıklar” bulunuyor. Şimdilik anlaşmazlıklar, bir soykırım ya da literatüre Bosna ile sokulan “etnik temizlik” boyutunda değilse de Balkanlarda istikrar sağlama çabalarını ciddi ölçüde tehdit ediyor. Bosna-Hersek’teki siyasi kriz, ülkeyi kaçınılmaz bir parçalanmaya doğru sürüklüyor. Ülkede akan kanı, etnik temizliği ve Boşnakların maruz kaldığı soykırımını durduran 1995 tarihli Dayton Barış Anlaşması, ülkede sürdürülebilir bir barış ortamı sağlayamamıştır. Yaşanan siyasi krizin temelinde de Dayton Anlaşması’nın getirdiği yönetim sistemi bulunuyor. Bosna-Hersek’te uluslararası toplumu temsilen görev yapan örgütlere rağmen barış ülkede yerleştirilemedi ve denenen demokrasi yöntemi de yürümüyor. Dayton Anlaşması, ülkenin toprak bütünlüğünü koruması ve savaşa son vermesi bakımından başarılı ancak ülkedeki etnik ayrılığı derinleştirmesi ve merkezi hükümeti zayıf bırakması nedeniyle başarısız bir girişimdi. Dayton sistemi, bir yanda on kantona bölünmüş Bosna ve Hersek Federasyonu’nu diğer yanda Sırp Cumhuriyeti’ni öngörüyordu. İki özerk bölge, zayıf bir merkezi hükümete bağlanmıştı. Bugün ise Boşnaklar ve Hırvatların ayrılığının da belirginleşmesiyle üç küçük yapılanma görülüyor.

Ülkenin ve siyasi sisteminin yeniden yapılandırılması kaçınılmaz bir hal almış durumda. Eğer dışarıdan müdahale ve taraflar üzerinde kurulacak baskı yoluyla işleyen bir yönetim sistemi kurulamazsa da sistem değişimi gerekliliği yeni bir savaşı zorlayacak gibi görünüyor. Siyasi çıkmazın sonlandırabilmesi için AB ve ABD’den kimi üst düzey yetkililer, 9 Ekim 2009 tarihinde Bosna-Hersek’in yedi siyasi partisinin lideri ile bir araya geldi.  Toplantı EUFOR’un Saraybosna civarındaki karargâhı Camp Butmir’de yürütüldü. AB Dönem Başkanlığını yürüten İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt ve ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı James Steinberg’in girişimiyle başlatılan görüşmelere AB’nin Genişlemeden sorumlu Komisyon üyesi Olli Rehn, Yüksek Temsilci ve AB’nin Özel Temsilcisi (EUSR) Valentin Inzko ve öncülü Slovakya Dışişleri Bakanı Miroslav Lajcak da katıldı. Görüşmelerin gerçekteki hedefi Bosna-Hersek Anayasası’nda devlet kurumlarının işlevselliğini arttıracak reformların yapılmasını sağlamaktı. Ne var ki, toplantı aslında beklenildiği gibi sonuçsuz kaldı. Toplantıya katılan siyasi parti temsilcilerine ise 20 Temmuz’a dek belirli konularda uzlaşıya varmaları için süre verildi. Sürenin sona ermesine rağmen Bosna-Hersek liderleri ilerleme kaydedebilmiş değil.

Türkiye’nin Yapıcı Girişimleri

Türkiye Dışişleri Bakanı’nın 16 Ekim tarihli Bosna-Hersek ziyaretinin ana gündem maddesi de söz konusu uluslararası girişimin başarıya ulaşmasıdır. Türkiye’nin de bu dönemde aktif rol oynadığı ve bir anlamda bölgede yalnız bırakılan Boşnaklara sahip çıktığı görülmektedir. Sırbistan’ın Bosnalı Sırpları, Hırvatistan’ın ise Bosnalı Hırvatları ülkeyi bir arada tutacak reformları gerçekleştirmek üzere ikna etme misyonunu üstlenmesi üzerine Türkiye’nin de Boşnak tarafını uzlaşıya razı etmeye çalıştığı dile getiriliyor. İşin doğrusu, Boşnak liderler zaten anayasada yapılması istenen reformlara karşı çıkan taraf da değil. Aksine ülkenin toprak bütünlüğünün sağlanması da, merkezi yönetimi güçlendirecek reformlar da Boşnakların zaruri gördüğü ve gerçekleştirilmesini istediği girişimler. Bu noktada Türkiye’nin tarafların tümüyle temas halinde olduğunu ve daha etkili bir siyaset izlemeye çalıştığını da belirtmek gerekir. Gerek Sırbistan’la aksatılmaksızın sürdürülen temaslarla gerekse Bosnalı Hırvatlarla ve Boşnaklarla yürütülen görüşmelerde Türkiye Bosna-Hersek’in toprak bütünlüğünün korunması yönünde çaba sarf ediyor. Nitekim İstanbul’da 9 Ekim 2009 tarihinde gerçekleştirilen Güneydoğu Avrupa İşbirliği Süreci Dışişleri Bakanları Toplantısı sonrasında Sırbistan ve Bosna-Hersek Dışişleri Bakanları ile bir araya gelinerek yapılan üçlü toplantının amacı da buydu. Üçlü toplantının zemini de daha önceki ziyaret trafikleri ile oluşturulmuştu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 21 Ekim’de gerçekleştirmesi beklenen Belgrat ziyaretinin temel amaçlarından birisi de Bosna-Hersek’in toprak bütünlüğünün korunması konusunda Sırbistan’dan işbirliği beklendiğinin vurgulanması olacaktır. Nitekim bundan sadece üç ay önce Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun 24 Temmuz 2009 tarihinde gerçekleştirdiği Belgrat ziyaretinde aynı çağrı yapılmıştı. Bundan üç gün sonra da 29 Temmuz’da Bosna Hersek Dışişleri Bakanı Sven Alkalaj, Davutoğlu’nun davetlisi olarak Türkiye’de ağırlanmıştır. Bunlar sadece basında ön plana çıkan ziyaretler ve Türkiye’nin bu konudaki girişimleri ise çok daha derin. Ne var ki, Türkiye’nin yürüttüğü yoğun diplomasinin ya da AB ve ABD’nin başlattığı girişimin başarı şansı çok da yüksek değil.

Bosna-Hersek temelde Dayton Anlaşması ile kurulan sistemin işlememesi ama özünde Sırpların uzlaşıya yanaşmaması ve süreci zorlaştırması nedeniyle AB ve NATO üyeliği yolunda ilerleyemiyor. AB ve NATO üyeliği konusunda ilerleme sağlanamaması ise esasında ülkede hiçbir konuda reform yapılamaması anlamına geliyor. Reformların yapılamaması, ayrılıkları her geçen gün netleşen Boşnak, Hırvat ve Sırp unsurların ortak bir ülkesel hedeflerinin bulunmadığını da gösteriyor. Zayıflayan bağlar ise Sırpların ayrılık isteklerini kolaylaştırırken Hırvatların da üçlü federasyon önerisini gündeme getirme çabalarına sebep oluyor. Hırvatların da ayrışmaları vurgulayan bir tutum içerisine girmesi ülkenin yakın gelecekte parçalanacağı endişesini doğuruyor.

İçinden Sınırlar Geçen Ülke

Dayton Barış Antlaşması, İkinci Dünya Savaşından bu yana yaşanmış en büyük katliamı durduran tarihi bir antlaşma. Ancak Bosna-Hersek’i ortaklık demokrasisinin model ülkesi olmak üzere kurgulamasına rağmen ne demokrasiyi sağlayabildi ne da aslında bir ülkenin varlığından bahsetmek mümkün. Evet, sınırları belli ancak içinden yine başka sınırlar geçen bir ülke söz konusu. Ülkeyi oluşturan iki özerk bölge, iki ayrı devletçik gibi tasarlanmış durumda. Bölgelerin kendilerine ait hükümetleri, parlamentoları, farklı polis sistemleri, yasaları, eğitim politikaları hatta sınırlı uluslararası öznelliği dahi bulunuyor. Evet, toprakları üzerinde yaşayan bir insan topluluğu var ama söz konusu olan birbirlerine karşı duydukları nefret giderilememiş, etnik ve dini ayrılıkları daha da belirgin hale gelmiş üç ayrı halktır. Savaşın keskinleştirdiği kin ve Dayton’un yok edemediği güvensizlik şehirleri etnik kamplara dönüştürdü. Göçle birlikte çok etnikli şehirler, tek etnikli yerleşim birimlerine dönüştü. Savaşta evlerini terk edenler diğer bir etnik gurubun kontrolündeki evlerine dönmek konusunda isteksiz. Aslında savaşın netleştirdiği etnik ayrılığın sınırlarını Dayton Anlaşması meşrulaştırmıştır. Nüfusun çoğunluğunu oluşturmalarına rağmen Boşnaklar ülke topraklarının yarısını Hırvatlarla yarı yarıya paylaşıyorlar, ülke topraklarının diğer yarısı ise Sırplar’a bırakılmış. Aslında altında Miloşeviç’in de imzası bulunan Dayton Anlaşması, savaşa son verirken Sırpların etnik temizlikle genişlettikleri toprakların da güvencesi olmuş oldu.

Uluslararası toplum adına yapılan en büyük hata iki özerk bölgenin zayıf bir merkezi hükümete bağlanmasıydı. Bosna’yı istikrara kavuşturmak ve çatışma olasılığını en aza indirgemek öncelikli hedef olduğu için Dayton Anlaşması, bölünme stratejisini bir zorunluluk olarak görüyordu. Aynı strateji yönetim yapılanmasında da sürdürüldü. Son söz yetkisi yüksek temsilcide olduğu için merkezi hükümeti oluşturan bakanların ve her birinin –etnik yapıların eşit temsili gereği atanan- ikişer yardımcısının bürokratlar ordusu oluşturmaktan başka bir işlevi olmadı. Nitekim Antlaşmanın yürürlükte olan kısmının devletçikler arasında işbirliğini zorunlu kılmakla görevli ve “Bonn Yetkileri” gereği siyasileri görevden almaya dahi yetkili olan uluslararası topluluğun yüksek temsilcisinden ibaret olduğunu söylemek mümkündür. Dayton Anlaşması, sorunların kaynağı ile tam anlamıyla örtüşmeyen bir çözüm modeli olması nedeniyle başarısız oldu. Yine de Boşnakların hayatından emin olmak adına hala gerekli bir mekanizmadır. Uzun vadede merkezi hükümetin güçleneceği, federasyonlar arasında işbirliğinin artacağı ve Bosna’nın çok etnikli demokratik bir devlet olmayı başaracağı varsayılıyordu. Ne var ki, etnik Sırplar ve genel olarak Hırvatlar, en büyük etnik grubu Müslümanların oluşturması nedeniyle merkezi hükümetin güçlenmesinden her zaman endişe duydular. Bosna’da reformların gerçekleştirilememesinin temel sebebi de buydu.

Farklı Hedefler, Ayrışan Halklar, Süren Etnik Rekabet

Bosna-Hersek için uluslararası toplumla ve bölgesel politik ve ekonomik yapılarla bütünleşmeyi özendirme konusunda mevcut sistem ve Batı yetersiz kaldı. Aslında kolaylaştırılan bir AB hedefi vardı ancak Bosna’nın bütünü için “havuç” olamadı. Bosnalı Hırvatlar AB üyeliğine birkaç adımı kalmış anavatanları Hırvatistan’ın çifte vatandaşlığını taşıdıkları için Bosna-Hersek’in AB yolunda yavaşlamasını en önemli problemleri olarak görmüyorlar. Öte yandan Saraybosna yerine Belgrad’ı başkent gören Bosnalı Sırpları için Bosna-Hersek’in AB üyeliği ihtimali bir anlam ifade etmiyor ve Bosna-Hersek’ten ayrılma fikri daha cezbedici. 15 Haziran 2009 Avrupa Birliği’nin Sırbistan vatandaşlarına serbest dolaşım hakkı sağlamasıyla Bosnalı Sırpların Sırbistan pasaportu, bir kez daha önem sıralamasında Sırbistan’ı öne geçirdi. Bosnalı Hırvatlar ise Hırvatistan ile Bosna-Hersek arasındaki belirsiz sınırın verdiği imkanlardan zaten faydalanıyordu. Dolayısıyla bu süreçte Bosna-Hersek’in AB ve NATO hedefinde ilerleyememesi, gerekli reformların yapılamaması, merkezi yönetimin güçlendirilememesi sadece Boşnakların sorunu olmuştur. Özellikle AB’nin bir anlamda serbest dolaşım özgürlüğünü sadece Hırvat ve Sırp unsurlarına tanıyarak Boşnakları bir tarafta bırakan son kararı, ülkeyi bir arada tutma girişimi ile çelişmektedir. Bir arada yaşama iradesinin zayıfladığı, birbirlerine duyulan güvensizliğin yenilemediği Bosna için hiçbir uluslararası girişim veya hedef ülkeyi bir arada tutucu etkiye sahip olamaz.

Gözde Kılıç Yaşın

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Balkanlar ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Başkanı