< < Yavuz Sultan Selim/Şah İsmail Mücadelesinin Şifreleri: Mezhep Çatışması mı?
 Bu sayfayı yazdır

Yavuz Sultan Selim/Şah İsmail Mücadelesinin Şifreleri: Mezhep Çatışması mı?

Yazan  12 Kasım 2013

Bugün Orta Doğu’da yaşanan mezhep odaklı çatışmaların tarihsel bir derinliği bulunmaktadır. Farklı mezheplere mensup kesimler arasındaki toplumsal kırılmalar, küresel oyun kurucular tarafından dikkatle incelenmekte ve söz konusu ayrılıklar Orta Doğu’daki bölgesel çıkarlar adına körüklenmektedir. ABD, bölgede özellikle İran merkezli Şii ekseninin nüfuzunu kırmak için S.Arabistan, Katar ve Türkiye’nin içinde bulunduğu Sünni ittifakı desteklemekte, bilhassa Suriye’de yaşanan iç savaş, Ortadoğu’nun birçok ülkesine Sünni-Şii çatışmasının yayılma riski taşımaktadır. Türkiye’nin Orta Doğu’daki Sünni eksenli bu yeni yaklaşımını meşrulaştırma çabası içerisinde olan entelektüel kesimler, Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında toplumsal yapının farklılaşmasından ve siyasi iktidar mücadelesinden doğan rekabeti bir mezhep çatışması olarak yeniden kurgulamaktadır. Ancak iki Türk devleti olan Osmanlı ve Safeviler arasındaki rekabette mezhep farkı sadece bu çatışmayı belirginleştirmek ve ifade etmek için kullanılmıştır. Bu çerçevede Orta Doğu’yu adım adım sarması beklenen mezhep odaklı rekabetin daha iyi anlaşılabilmesi için İslam’ın iki itikadi mezhebinden biri olan Şiiliğin tarihsel gelişiminin ve Safevilerin tarikattan devlete dönüşüm sürecinin irdelenmesi gerekecektir.

Şiilik Nedir?

 

Şia, kelime manası itibariyle Arapçada bir kimsenin peşinden gitmek, taraftarı ya da yardımcısı olmak anlamına gelmektedir. Kur’an’ı Kerim’de ise fırka veya taraftar anlamlarında geçmektedir.[1] Bu kelime zaman içerisinde Hz. Ali ve onun neslinden gelen On İki İmam’ın taraftarı olan kimseleri işaret etmek için kullanılmıştır. Mezhepler Tarihi hakkında kaleme alınan kaynak eserler arasında Şii yazarlardan Nevbahti ve Ebu Halef el Eş’ari Kummi’ye göre Şia, Hz. Muhammed’in sağlığında Şiatu Ali yani Ali taraftarlarına; peygamberin vefatının ardından ise Hz. Ali’nin İslam Devleti’nin halifesi olması gerektiğini savunan zümreye verilen addır.[2] Çağdaş Şii yazarlar da tıpkı erken dönem Şii yazarlara paralel düşünceleri dile getirmektedir. Örneğin Tabatabai, Şia’nın Müslümanları yönetme hakkının Hz. Muhammed’in soyundan gelenlerin hususi hakkı olduğunu düşünen ve dini ilimlerde Ehl-i Beyt ekolünü takip edenler olduğunu belirtmektedir.[3] Bütün bu tariflerden anlaşıldığı üzere Şia, Hz. Muhammed’in vefatından sonra İslam hükümetini yönetme meşruiyetinin Hz. Ali ve onun soyundan gelen imamlara ait olduğunun düşünen ve bu imamların masum olduklarına inanan toplulukların ortak adıdır.

 

Şiiliğin Doğuşu Hakkında Sünni ve Şii Kaynaklar Ne Diyor?

 

Hz. Muhammed’in vefatında sonra Müslümanlar, İslam’ı yorumlama konusunda bazı ayrılıklara düşmüş, bu durum Müslümanlar arasında farklılaşmaların ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır. İslam tarihçileri Şiiliğin çıkışı konusunda farklı görüşleri savunmaktadır. Şii yazarlar, Şiililiğin Hz. Muhammed’in hayattayken Şiatu Ali olarak isimlendirildiğini, onu vefatından sonra da Hz. Ali’nin imametini savunanları kapsadığını savunurken, kimi yazarlar ise bunu farklı tarihsel gerekçelere bağlamışlardır.[4] Bazı tarihçiler Şiiliğin Hz. Ebubekir’in halife seçildiği Sakife Biatı’ndan sonra ortaya çıktığı görüşünü savunurken kimileri ise Hz. Osman’ın şehit edilmesinin ardından ortaya çıktığı tezini savunmuştur. Bunların dışında Şiiliğin, İslam’ın Arap yarımadasındaki hızlı ilerleyişinden rahatsız olan Yahudilerin bir planı olduğu iddiası da bulunmakta, bu iddialar Abdullah Bin Sebe adındaki bir Yahudi’ye dayandırılmaktadır. Ancak, Şii fakihler Abdullah Bin Sebe’nin Zeydiye ya da On İki İmam Şiiliği ile alakasının olmadığı görüşünü savunmaktadırlar.[5] Şiiliğin Hz. Muhammed’in sağlığında olgunlaşmaya başladığı ve vefatından sonra ise bir mezhep olarak doğduğu hemen hemen bütün Şiiler tarafından benimsenmektedir. Bu bağlamda Hz. Peygamberin vefatından sonra Hz. Ali, onun cenaze işleriyle ilgilenirken, Hz. Ebubekir’in halife seçilmesine muhalefet ederek Hz. Ali’nin halife olması gerektiğini savunan Ebu Zer Gıfari, Selman-ı Farisi ve Ammar bin Yasir ilk Şiiler olarak göze çarpmaktadır.[6]

 

Şiiliğin merkezinde Hz. Ali’nin Hz. Muhammed tarafından sağlığında vekil olarak atandığı görüşü bulunmaktadır. Bu yönüyle Şiiliği diğer mezheplerden ayıran en önemli farkı da Hz. Ali’nin Hz. Peygamber tarafından imam olarak tayin edilmiş olduğu fikri ve imamet anlayışının inanç esası olarak görülmesi oluşturmaktadır. Bu çerçevede Şia inancına göre Hz. Muhammed, Veda Haccı’ndan dönerken Mekke ile Medine şehirleri arasında Gadir’i Hum denilen yerde Maide Suresi’nin 67. Ayeti vahiy olunmuştur. Bu ayette Hz. Muhammed’e; “Ey Resul, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, sen onu yapmazsan Rabbinin mesajını yaymamış olursun, Allah seni insanlardan korur” buyrulmuştur. Şii âlimler bu ayeti yorumlarken kastedilen temel meselenin Hz. Ali’nin velayeti olduğunu ve ayet indirildikten sonra Hz. Muhammed’in Hz. Ali’nin elinden tutarak “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” dediğini savunmaktadırlar. Şii kaynaklara göre Hz. Peygamber bu olaydan sonra, Maide Suresi’nin 3. Ayeti olan “Bugün sizin dininizi tamamladım” ayetini okuyarak Hz. Ali’nin imametini tasdik ettiği ileri sürülmüştür.[7] Ancak Sünni kaynaklar Maide Suresi’nin 67. Ayetinin Veda Haccı’ndan çok önce indirildiğini iddia etmekte[8] ayetin inme nedenini ise başka gerekçelere bağlamaktadır.[9] Sünni kaynaklar “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır” hadisini de sadece İbn-i Teymiye’ye dayandırmakta veya Şii âlimlerden farklı yorumlayarak Hz. Peygamber'in bir seferde Hz. Ali’yi komutan olarak tayin ettiğini ve sefer dönüşünde Hz. Ali hakkında bazı şikâyetler duyması üzerine bu sözü söylediği ileri sürülmektedir.[10]

 

Sonuç olarak Şiiliğin siyasi olarak çıkışında Hz. Ebubekir’in halife olarak seçildiği Sakefe biatı ilk kıvılcım olurken, Hz. Osman döneminde yaşanan sorunlar ve onun şehit edilmesi, Cemel ve Sıffin Savaşları ve Hakem Olayı gibi hadiseler önemli nedenler olarak sıralanmaktadır. İslam tarihinin ilk dönemlerinde yaşanan siyasi farklılaşmalar daha sonraları muhaliflerin İran’a göç etmelerine neden olmuş, özellikle hilafet merkezine uzak olan Kum şehri bir nevi sığınma yerine dönüşmüştür. Şii tarihçileri, Hz. Ali ile Muaviye arasında gerçekleşen Sıffin Savaşı’nda Hz. Ali’nin yanında yer alan Malik bin Ammar ile Muhtar harekâtına katılan önemli kişilerin İran’ın Kum şehrine yerleştikleri belirtilmektedir. Bu bağlamda Şii tarihçiler Kum’a yerleşen ilk Müslümanların Şiiler olduğunu bu yerleşmelere dayandırmaktadır. Emevi ve Abbasi hükümdarlarının Şii önderlere baskısının devam etmesi üzerine İmam Sadık’ın ve daha sonra İmam Kazım’ın kız kardeşinin de Kum’a yerleşmesi Kum kentinin Şiilerin gözündeki kutsallığını artırmıştır.[11] Fakat Şiiliğin siyasi açıdan asıl kırılma noktası Şiiliği resmi devlet mezhebi haline getiren Şah İsmail liderliğindeki Safevi Türk Devleti’nin kurulması olmuştur. Erdebil’de Sünni Halveti tarikatının bir kolu olan Safevilik, Şah İsmail’in Anadolu Kızılbaşlarından aldığı destekle devletleşmiş ve varlığını devam ettirebilmek için Şiiliği stratejik bir enstrüman olarak kullanmıştır.

 

Tarikattan Devlete Safevi Şiiliği

 

Safevi tarikatı, Şeyh Safiyeddin tarafından Sünni Halveti tarikatı ile heterodoks Türkmen Müslümanlığının birleşmesi neticesinde ortaya çıkmış bir sufi ekolüdür. İfade edildiği üzere başlarda Sünni tarikatı olan Safevilik, Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyd’in Erdebil Tekkesi’nde mevcut Sünni otoriteye karşı giriştiği iktidar kavgası sonucunda Şii-sufi bir ideolojiye dönüşmüştür.[12] Şeyh Cüneyd’den sonra Şah İsmail’in Sünni mezhebine mensup Osmanlı, Özbek ve Araplara karşı giriştiği nüfuz mücadelesiyle mezhep farklı iyiden iyiye belirginleşmiştir. Şah İsmail, orta ve güney Anadolu’dan gelen heterodoks Müslüman göçer aşiretleri militan bir gazi hareketine dönüştürmüştür.[13] Şah İsmail, temelde siyasi amaçları için şeyhlik yaptığı tarikatını adeta bir milis ordusu gibi kullanarak tarikattan devlet çıkarmıştır. Şah İsmail’in bu başarısının ardında ise Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yerleşik hayata geçmeyi kabullenmediği için kenara itilen göçebe Türkmen aşiretlerinin Safevi tarikatına sığınması bulunmaktadır.

Aslında Safevi devletinin kuruluş izleri ilk olarak Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyd’in Erdebil Tekkesi’nde amcası Cafer ile girdiği tarikat şeyhliği mücadelesini kaybetmesi üzerine Anadolu’ya gitmesine uzanmaktadır. İkna kabiliyeti oldukça güçlü olan Şeyh Cüneyd, henüz medreselerin etkisinin ulaşmadığı ve İslamiyet görünüşü altında eski Orta Asya inançlarının etkili olduğu Anadolu köylerinden kendisine 5-10 bin kişilik savaşçı müritler meydana getirmiştir.[14] Şeyh Cüneyd’in kısa sürede önemli bir aktör haline gelmesi İran’da egemen olan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın ilgisini çekmiştir. Şeyh Cüneyd’i kız kardeşi Hadice Begim ile evlendiren Uzun Hasan askeri kuvvetlerini güçlendirmiştir. Böylece, bir vakit Erdebil Tekkesi’nde giriştiği mücadeleyi kaybeden Cüneyd, Erdebil’e daha güçlü bir şekilde dönmüştür.[15] Kısa süre sonra Şirvan ülkesini ele geçirmek isteyen Şeyh Cüneyd, bu muharebede yaşamını kaybetmiş ancak tarikat postuna oğlu Haydar oturmuştur. Dini nüfuzunun yanı sıra siyasi nüfuzunu da arttırmak isteyen Şeyh Haydar, dayısı Uzun Hasan’ın kızı Halime Begim ile evlenmiştir. Müritlerinin beklentilerini karşılamak isteyen Haydar, babası gibi Şirvan üzerine çıktığı seferde ölmüştür.[16] Ancak Safevi tarikatı bu muharebede şeyhlerini kaybettiği gibi Akkoyunluların düşmanlığını da kazanmıştır.

 

Şeyh Haydarın ölümüyle yerine oğlu İsmail geçmiştir. Daha sonraları adından çokça bahsettirecek olan İsmail, yaşının küçük olması nedeniyle altı yıl kadar Safevi tarikatının müritleri tarafından saklamıştır. Ancak İsmail, on iki yaşına geldiğinde Akkoyunlular arasında başlayan taht kavgalarını fırsat bilerek, tarikatın eski gücünü tekrar toparlamaya başlamıştır. Bu süre zarfında Safevi tarikatının ana kitlesini oluşturan Anadolu’daki heterodoks Müslümanlara yönelen Şeyh İsmail, Erdebil’den Erzincan’a kadar uzanan coğrafyadaki nüfuzunu birleştirmiştir.[17] 1501’de baba ve dedesinin intikamını almak isteyen Şeyh İsmail, Şirvan ülkesine sefer düzenleyerek Şirvan ordusunu mağlup etmiştir. İsmail’in kazandığı bu zafer daha sonra İran ve Azerbaycan’a gerçekleştireceği fetihlerin de önünü açmıştır. Bilhassa Akkoyunlu Elvend’in Şurur mevkiinde Safevi şeyhine yenilmesi, İsmail’e Azerbaycan’ı kazandırmıştır. Böylece Tebriz’de kolaylıkla şahlık tahtına oturan İsmail, on iki imam adına hutbe okutarak sikke bastırmıştır. Bu durum Safevi tarikatının 1501’de resmen tarikattan devlete dönüşmesi anlamına gelirken, Şeyh İsmail de Şah İsmail olmuştur.[18] Böylelikle Anadolu kökenli Kızılbaş Türkleri ve Safevi şeyhlerinin gayretleriyle bugünkü İran ve Azerbaycan sınırlarında Safevi Türk Devleti kurulmuştur. Bu duruma paralel olarak 15. Yüzyıla kadar Sünni olan İran, Anadolu’daki Kızılbaş Türklerin desteğini alan Safevi tarikatının devletleşmesiyle Şiiliğin İran’da kitleselleşmesi yolunda geri dönüşü olamayan bir adım atmıştır.

 

Şah İsmail/Yavuz Sultan Selim Mücadelesinin Sosyolojik Nedenleri

 

Şah İsmail’in Safevi tarikatını, başarıyla devlete dönüştürmesinde Anadolu’daki göçebe Türklerin yadsınamaz bir etkisi olmuştur. Özellikle orta ve güney Anadolu’daki Türkmen aşiretlerinin Osmanlı Devleti yerine Safevi Devleti’ne sığınmalarında ise Osmanlı Devleti’nin kurumsallaşma ve merkezileşme çabasının büyük etkisi olmuştur. Zira kuruluş ve yükselme dönemlerinde uzun süre İslam’ın heterodoks mensupları olan ahiyan-ı rum, bacıyan-ı rum, abdal-ı rum ve gaziyan-ı rum gibi teşkilatlarıyla yol yürüyen Osmanlı, kurumsallaşıp yerleşik düzene geçtikçe kanun ve kanun yapıcılara ihtiyaç duymuştur. Bu eksikliği gidermek için açılan medreseler kanun ve kanun yapıcılar konusundaki boşluğu doldurmakla birlikte Osmanlı ile heterodoks İslam’ın[19] yollarını ayırmasına ve Sünniliğin güçlenmesine neden olmuştur.  Osmanlının kurumsallaşmasıyla vergi ve ordu konusunda kuralcı olmaya başlaması, merkezileşme sürecine kadar yerleşik hayata geçemeyen Türkmenleri rahatsız etmiş, özellikle de devşirme kökenli mahalli idarecilerin Türkmenlere yönelik tavizsiz tutumları onları Şah İsmail’in etki alanına yakınlaştırmıştır.[20] Bu durumu fırsat olarak gören Şah İsmail, Osmanlı Devleti’nin Anadolu’dan Avrupa’ya itmek ve böylece Ege Denizinden Orta Asya’ya kadar uzanan geniş bir Türkmen imparatorluğu kurmak için Anadolu’daki halifelerini harekete geçirmiştir.[21] Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim ise buna karşı, Şah İsmail lehinde faaliyet gösteren Kızılbaş liderlerini öldürmüş, hapsetmiş ya da sürgüne yollamıştır. İki Türk devleti arasındaki bu sürtüşme Osmanlı ve Safevi ordularını 1514’te Çaldıran’da karşı karşıya getirmiştir.

 

Her ikisi de Türkçe konuşan, aynı soy ve boylara mensup olan Osmanlı ve Safevi ordularının çarpıştığı savaşın galibi ise Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim olmuştur. Yavuz’un bu zaferi Osmanlı’nın orta ve güney Anadolu’daki egemenliğini perçinlese de 1924’e kadar Türklerin egemenliğinde olan ve bugün dahi nüfusunun yaklaşık %40’ı Türk olan İran’ın bir Türk yurdu/devleti olarak algılanmasını engellemiştir. İki Türk devleti arasında gerçekleşen bu savaş, bugün her ne kadar mezhep odaklı dış politikalar için siyasi olarak kullanılsa da aslında Osmanlı ile Safevi devleti arasında yaşanan çatışma mezhep odaklı olmaktan ziyade siyasi ve sosyal nitelikli olmuştur. Mezhep farkı sadece bu çatışmayı belirginleştirmek ve ifade etmek için kullanılmıştır. Bu anlamda Yavuz ve İsmail’in mücadelesi, göçebelik ile yerleşik düzene geçme arasındaki iki farklı toplumsal yapının çarpışmasını ifade etmektedir.[22]

 

Sonuç

 

Şiilik, Hz. Muhammed’in vefatından sonra Müslümanları kimin yöneteceği konusunda çıkan farklılaşmada siyasal ve dini olarak Müslümanları yönetme meşruiyetinin Hz. Ali ve onun soyundan gelen imamlara ait bir hak olduğunu düşünen zümrelere işaret etmektedir. Şiiliğin doğuşu konusunda İslam tarihçileri arasında farklı görüşler savunulsa da farklılaşmadaki temel ekseninin “imamet” konusundaki anlaşmazlık olduğu görülmektedir.  İmamet konusunda hilafet merkezinden farklı düşünen Şii ulemaların, İran’ı alternatif bir merkez yapma çabaları Safevi tarikatının Şah İsmail’le devletleşmesi sonucunda resmi bir hüviyet kazanmıştır. Ancak Şah İsmail’in liderliğini yapmakta olduğu Safevi tarikatını Şiiliğe yakınlaştırmasının temel gayesi mezhep ihtirasları nedeniyle değil, iki Sünni devlet arasında kalmış bir Türkmen devletinin kendisi için yeni bir egemenlik alanı yaratmaya çalışmasıyla açıklanabilir. Nitekim Şah İsmail, göçebe Türkmenler üzerinde etkinlik kurmaya çalışırken; Yavuz Sultan Selim yerleşik düzene geçmiş olan Türkmenler üzerinde etkili olmuştur. Dolayısıyla iki Türk devleti olan Safeviler ve Osmanlılar arasındaki rekabetin temel ekseni sosyolojik nedenlerden ötürü olup mezhep farklılığı sadece var olan mücadeleyi ifade aracı olarak kullanılmıştır.

 

Dün olduğu gibi bugün de %40’ını Türklerin oluşturduğu İran ile Türkiye arasında birtakım siyasi problemler bulunmakta ancak bu sorunlar, her iki tarafın mezhepçi entelektüellerinin ürettikleri siyasi retorik nedeniyle mezhep rekabeti olarak adlandırılmaktadır. İran ve Türkiye’de İslam’ı siyasal amaçları için araç olarak kullanan zümreler, mezhep farklılığına yaptıkları vurguyla küresel oyun kurucuların Orta Doğu’daki bölgesel çıkarlarına entelektüel anlamda katkıda bulunmaktadırlar. Hâlbuki bugün Orta Doğu’da her ne kadar İslam’ı referans alan siyasal yönetimlerin sayısı giderek artsa da İslam’ın doktrini ettiği bir siyasal yönetim biçimi yoktur. Din, kutsal bir müessese olarak ilahi kaldıkça yeni bir medeniyet üretme potansiyeline sahiptir. Buna karşın dinler siyasallaştıkça, ideolojileştikçe tarihe mal olur. Tarihe mal olan her şey ise aşılmak zorundadır. Siyasal İslam sonradan icat edilmiş bir gelenektir. Dolayısıyla İslam’ın siyasal bir yönetim biçimi haline getirilmesi sonucunda yöneticilerin başarısızlığıyla oluşacak tüm tepkiler İslam dininin bizatihi kendisine atfedilecektir. Bu anlamda Orta Doğu'da giderek derinleşen mezhep odaklı çatışmalar ancak dinin politik alandan uzak tutulmasıyla engellenebilir.

 


[1]Serkan Taflıoğlu, Humeyni İran İslam Devrimi, Şah Nasıl Mat Oldu?, Kripto, Ankara, 2010, s.27

[2]Hasan Onat, Şiiliğin Doğuşu Meselesi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1997, cilt: XXXVI, s. 80

[3]Hasan Onat, a.g.m, s.80

[4]Hasan Onat, a.g.m, s.81

[5]Serkan Taflıoğlu, a.g.e., s. 29

[6]Hasan Onat, a.g.m, s.82

[7]Cemal Sofuoğlu, Gadir-i Hum Meselesi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 26 Sayı: 1, 1984, s.461-462

[8]Serkan Taflıoğlu, a.g.m., s. 32

[9]Cemal Sofuoğlu, a.g.m, s. 464

[10]Cemal Sofuoğlu, a.g.m, s. 465

[11]Serkan Taflıoğlu, a.g.e., s. 54

[12]Taha Akyol, Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1999, s.59

[13]Taha Akyol, a.g.e., s.68-69

[14]Faruk Sümer, Safevi Devleti’nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1999, s.10

[15]Faruk Sümer, a.g.e., s.11

[16]Faruk Sümer, a.g.e., s.13-14

[17]Faruk Sümer, a.g.e., s.20

[18]Faruk Sümer, a.g.e., s.22

[19]Heterodoks İslam, Sünni İslam’ın dışında kalan, kitabî olmayan, gündelik hayatin ihtiyaçlarına göre şekillenmiş pratiklere, sözlü kültüre ve tekkelere dayanan İslami yoruma işaret etmektedir.

[20]Taha Akyol, a.g.e., s.34

[21]Taha Akyol, a.g.e., s.72

[22]Taha Akyol, a.g.e., s.59

Hakan Boz

bozhakanboz@hotmail.com

Uzmanlık Alanları

Azerbaycan, İran, Pakistan

Biyografi

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü’nde Araştırmacısı olarak görev yapan Hakan BOZ, Güney Kafkasya-İran-Pakistan Araştırmaları Merkezi'nde çalışmaktadır.

Bununla birlikte hakemli bir dergi olan 21. Yüzyılda Sosyal Bilimler Dergisi ile 21. Yüzyıl Dergi’lerinin sorumlu yazı işleri müdürüdür. Boz, enstitü çalışmalarının Radyo Karedeniz ve Pusula Gazete’siyle koordine edilmesi sürecini de yönetmektedir.

İlk, orta ve lise eğitimini İstanbul’da tamamlamıştır. Üniversite eğitimi için 2005 yılında Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne girdi. İlk senesinde gösterdiği başarı ile fakültesinde dereceye girerek, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne geçiş yaptı. Lisans eğitimini Gazetecilik Bölümü’nde “Türk Basını’nda Güneydoğu Sorunu” isimli bitirme projesiyle tamamlamıştır.Atılım Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Yüksek Lisans eğitimine devam etmektedir.

Hakan Boz, Enstitü’deki görevine Eylül 2011’de başlamıştır.

Yabancı Diller

İngilizce

Eserleri

  • Suriye’nin Arkasındaki Cephe: İran, Küçük Orta Doğu: Suriye, Ümit Özdağ (Ed.), Kripto Yayınları, Ankara, 2012; Suriye’nin Arkasındaki Cephe: İran

Makaleleri

  • Hakan BOZ, Şii Hilalinden Direniş Eksenine İran Dış Politikasında Şiilik, , 21. Yüzyıl Dergisi, Aralık 2012
  • Hakan BOZ, Turan Soylu Kavimlerin Kadim Yurdu: İran, 21. Yüzyıl Dergisi, Kasım 2012
  • Hakan BOZ, Karabağ Sorununda Masadaki Seçenek Askeri Müdahale mi?, 21. Yüzyıl Dergisi, Ağustos 2012
  • Hakan BOZ, Ahmet Turan Esen-Turgay Düğen-Alper Özcan21. Yüzyıl Dergisi, Türkiye-Azerbaycan-KKTC Birleşik Devleri, Temmuz 2012
  • Hakan BOZ, Şeytan Üçgeninde Dans: İsrail-Azerbaycan-İran, 21. Yüzyıl Dergisi, Haziran 2012
  • Hakan BOZ, ABD’nin Nükleer Kriz Sendromu: Pakistan, İran Olur mu? , 21. Yüzyıl Dergisi, Mayıs 2012
  • Hakan BOZ, Suriye’nin Arkasındaki Cephe: İran, , 21. Yüzyıl Dergisi, Nisan 2012
  • Hakan BOZ, 2012, İran İçin Savaş Yılı mı?  21. Yüzyıl Dergisi, Mart 2012
  • Hakan BOZ, İran’ın Kuzey Irak Politikaları, 21. Yüzyıl Dergisi, Ocak 2012
  • Hakan BOZ, Belucistan, Orta Asya’nın Kürdistanı mı?, 21. Yüzyıl Dergisi, aralık 2011
  • Hakan BOZ, Azerbaycan Dış Politikasının Manevra Sahaları,2023 Dergisi, Mart 2012, Sayı: 131
  • Hakan BOZ, İran’ın Azerbaycan’daki Asimetrik Savaşı,Ekoavrasya, Kış 2012.