Bu sayfayı yazdır

Bütün Sorunları ile Türk Dış Politikasında Afrika

Yazan  16 Ağustos 2013

Tüm dünyanın tek bir ülke olarak algıladığı ve Sudan’nında bölünmesiyle birlikte 55 egemen devlet, 9 bölge ve 2 de facto bağımsız devletten oluşan Afrika kıtası[1], gün geçtikçe Türkiye ve Türk dış politikası için daha da önem kazanmaktadır. Türkiye için Afrika neden bu kadar önemlidir ve Türkiye gündeminde neden daha fazla yer bulmalıdır? Bu sorunun cevabı ile ilgili fikir jimlastiği bu yazının temelini oluşturmaktadır.

Afrika kıtası aslında sanıldığı gibi dünya özellikle de Avrupa açısından sadece son dönemin ilgi odağı değildir. Avrupalılar18. Yüzyıldan başlayarak Afrika’yı, doğal kaynaklarını ve Afrika’nın sınırsız insan kaynağını keşfetmiş ve sömürmeye başlamıştır. Aradan geçen yüzyıllar içinde Afrika’nın siyasi haritası çok değişmiş olsa da Afrika-Avrupa ilişkilerinin temel paradigması olan Afrika’nın Avrupa tarafından sömürülmesi gerçeği görünüm değiştirse dahi özü itibarı ile değişmemiştir. Çünkü 1960’larda yaşanan sömürgelerin uluslaşması süreci gereği (pan-Afrikanizm) bir nevi kendilerine hediye edilen ve sınırları cetvelle çizilmişçesine oluşturulan Afrikalı devletlere karşı günümüzde halen “sömürü” yerine “ticaret”, “yardım” gibi aslında sömürünün adının ve şeklinin değiştirilmiş halinin uygulanmaya devam edildiği bir yapı mevcuttur. Afrikalı ülkelerin geneli incelendiğinde, ticari ilişkilerinde en büyük ve önemli payı bağımsızlıkları öncesindeki sömürgeci (hegemon) devletlerin ve onların şirketlerinin aldığını görmek mümkündür. İlginç olan bir diğer nokta da Afrikalıların geçmişte yaşamış oldukları tecrübelerden ders almamış ya da alamamış olmalarıdır.

Afrika’da yüzyıllar süren bir geçmişi olmasına rağmen sömürgeci  bir geçmişi olmayan Türkiye, siyah kıtaya yardımcı olmak ve Kıta’da yer almak amacıyla son dönemde ön plana çıkmıştır. Bu, geç bir başlangıç gibi görünse de aslında Türklerin Afrika ile ilişkileri Osmanlı dönemine dayanmaktadır. Bu bağlamda Osmanlı dönemindeki Afrikalılarla ilişkilerimizin mükemmeliyetiyle övünürüz. Bunun nedeni, Avrupalı sömürgeciliğini geciktiren ve Afrika halkını, Avrupalılar gibi hizmetkar ya da köle statüsünde değil, evlenilecek bir eş, aynı okulu paylaşan bir arkadaş gören ecdadımızın adalete ve insana verdiği değerdir.

Böylece kronik sorunlarına rağmen Türkiye için önem kazanan Afrika’nın artık sadece aç ve hastalıklı insanlardan, çöllerden oluşmadığı artık bilinmektedir. Türkiye’nin üzerine düşen ve yapmakta olduğu Afrika’nın yeşillikleri, yeraltı ve yer üstü kaynaklarının Avrupalıların sömürüleri yerine Afrikalıların hizmetine sunulmasının sağlanmasıdır. Bu politikayı benimseyen Türkiye, Afrikalılar tarafından kabul görmekte ve yatırımlarına sıcak bakılmaktadır. Yönetimlerin yaptığı atılımlar, iş adamlarının gayretleri de Afrika’ya ve Afrikalı’ya Türkiye’yi ve Türklerin adalet anlayışları, insana verdikleri değeri ifade etmektedir. Bununla birlikte Türkiye’nin Afrika’ya karşı olumlu yaklaşımının en güzel karşılığı Afrikalı ülkelerin büyük çoğunluğunun Türkiye’ye Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde 2009-2010 dönemi geçici üye statüsünü[2] sağlamalarıdır.

Afrika, öncelikli olarak bakir bir pazar olması bakımından Türkiye ve dünya ülkeleri için önem taşımaktadır. Bununla birlikte ticaretin her alanına açık olan Afrika ülkeleri, yatırıma, teşvike ve bunları yaparken de “güven”e ihtiyaç duymaktadırlar. Bunun nedeni ekonomi ile birlikte en önemli kronik sorunlarından biri olan “güvenliksizlik sorunu”[3] yaşayan Afrikalının yan komşusuna bile güvenemez konuma gelmesidir. Bu nedenle “güvenlik” ihtiyacı bağlamında yapılabilecek işbirliği ve protokoller de Afrika devletleri açısından oldukça önem taşımaktadır.

Güvenliksizlik sorunu neticesinde yaşanan mülteci sorunları Afrika’nın tamamında var olan bir diğer sorundur ve bu duruma Birleşmiş Milletler, Afrika Birliği Örgütü gibi örgütler dahi net çözümler üretememektedirler. Hatta bu bağlamda proje yarışmaları bile düzenlemektedirler. Dolayısıyla Afrika’nın bu sorununu çözüme kavuşturacak etnik düşmanlığı yok etme, birlik ve beraberlik, sevgi-saygı, iletişim sağlama teşvikleri gibi sivil toplum destekleriyle birlikte konut yapılanması, yol ve çevre düzeni gibi konulara da önem verilmesi gerekmektedir.

Afrika’nın bir sorununun çözümü tek bir hamlede ya da çözümle sağlanabilecek bir mevzu değildir. Çünkü birbirini tetikleyen sorunlar sözde demokrasileri öncesi ve sonrası süreçte kendilerine dayatılan sömürgecilerin menfaatlerine göre çizilmiş siyasal sınırların eseridir. Bu sorunlar özetle, tamamlanmamış bir demokrasi, tamamlanmamış birer ulus devlet inşası, gizli ekonomiler, devam eden sömürü düzeni, kargaşa ve güvenliksizlik düzeni, var olmayan insan hakları, açlık, susuzluk, sefalet, yoksulluk, hastalıklar olarak nitelendirilebilir. Bu sorunların çok bir bölümü Avrupa sömürgeciliğinin siyah kıtada bırakmış olduğu mirastır. Sarmal bir yapıya sahip olan kronik Afrika devletlerinin sorunlarına bir örnek vermek gerekirse bu sarmal düzende tek bir konuya odaklanmış çözümün nasıl mümkün olamayacağı net olarak anlaşılabilecektir. Şöyle ki, Afrika’nın açlık sorunu ekonomi temellidir. Dolayısıyla eşit bir gelir dağılımı yoktur ve rüşvet ekonomisinin geçerli olduğu ülkelerde öncelikle ekonomi ve eşit gelir dağılımı gibi sorunlar çözümlenmelidir. Tabi ki bunun için siyasi ve ekonomik dış müdahale gerçekleşmemeli, etnik düşmanlık sorunu da çözümlenmeli, sadece gerçekten destek amaçlı yardımlar yapılmalı, böylece ülke ekonomileri ve etnik unsurlar refaha kavuşturulmalı, eşit gelir dağılımı gerçekleştirilmeli,rüşvet ekonomisine son verilmeli ve açlığın önüne geçilmelidir.

Bununla birlikte Afrika’da sömürge sınırları üzerinde kurulan ve kurulan ulus-devletlerin etnik dokusunu dikkate almayan ulus devletler, siyasi liderlerin Avrupa’da yetiştirilerek yönetime getirilmeleri, bu liderlerin ülke liderleri olduklarında, milletleşme çabalarını güçlendirmek yerine, etnisite milliyetçiliği yaparak,  kendi etnisitesine mensupları önemli mevkilere getirmeleri ve ekonomideki aksamalar (gizli ekonomiler), halkın geri kalan etnik yapılarından olan gençlerin gelecek kaygıları ve bu nedenle illegal örgütlere siyasiler tarafından itilmeleri, bu örgütlerin sadece kendi ülkelerinde değil diğer ülkelerde de iç savaşlara neden olmaları gibi birçok neden Afrika’nın kronikleşmiş ve dış güçler tarafından bilinçli olarak çözüme kavuşturulması istenilmeyen sorunlarının parçalarını oluşturmaktadırlar.

Günümüzde ise tüm dünyanın odaklandığı husus hem Ortadoğu’da hem de Afrika’da yer alan Mısır gibi “demokratik” ülkelerin seçim ve darbe sorunlarıdır. Bu sorunlar ancak demokratik ülkelerde sorun sınıfına girmektedir. Mısır bir Afrika ülkesidir ve yukarıda ifade edilen tüm sorunlar bu ülke için de geçerlidir. Dolayısıyla dışarıdan entegre edilen bir demokrasi kültürünün halk tarafından benimsenmeden darbe ile devrilmesi çok da anlamlı değildir. Mısır’da yaşanan “insanlık dramı”na tüm dünyanın seyirci kalması, tarih boyunca Afrika’nın maruz bırakıldığı bir durumdur.

Türkiye’nin bu hususta yapması gereken, Ortadoğu’da yer alan bölgesel bir güç olarak duruma seyirci kalmamak, fakat uluslararası kuruluşlarla beraber eş güdümlü hareket etmek suretiyle uluslararası toplumu, gerek medya ve sivil toplum kuruluşları yanına alarak varlığını göstermektir. Mısır içindeki belli bir kesimi desteklemeksizin yaşanan insanlık dramında üstüne düşen görevi ifa edecek olan Türkiye, böylece tüm dünyada ayakta alkışlanacaktır. 

Genel dış politika bağlamında Türkiye’nin yapması gereken, geçmişte geri planda bıraktığı Afrika ve Afrikalı’nın sorunlarıyla dış müdahale kapsamında değerlendirilmeyecek düzlemde ilgilenmek ve üzerine düşeni kendisi de kazançlı çıkacak şekilde ticaret, siyaset, sivil toplum, medya gibi alanlarda gerçekleştirmektir.

 


[1]ACHARYA, Amitav (2003), “ThePeriphery as theCore: The Third World and Security Studies”, (edt.) KeithKrauseand Michael C. Williams, Critical Security Studies, ConceptsandCases, UCL Press, London,  s. 299-327.    

[2]HARTE,Julia “TurkeyShocksAfrica”, World PolicyJournal, Winter 2012

[3]RENO, William (2000), “ClandestineEconomies, ViolenceandStates in Africa”, Journal of International Affairs, (Spring 2000), vol. 53, no. 2, s.433-459.