GÜNCELE BAKARKEN TARİHİ HATIRLAMAK
×

Uyarı

JUser: :_load: Unable to load user with ID: 116

 Bu sayfayı yazdır

GÜNCELE BAKARKEN TARİHİ HATIRLAMAK

Yazan  13 Nisan 2009
Selçuk Oktay -Ermeni meselesi ve soykırım konusu uzun yıllardır Türk toplumuna ve devletine yönelik bir saldırı aracı olmaya devam etmektedir.

Ermeni sorunun ortaya çıkışı ve gelişimi disiplinler arası bir çerçevede ele alınması gereken bir olgudur. Meselenin tarihsel, uluslar arası ilişkiler, uluslar arası hukuk ve toplumsal psikoloji boyutları ayrı ayrı incelenmesi gereken hususlardır. Konu, her yıl belirli dönemlerde bazı çevreler tarafından Türkiye'nin gündemine taşınmakta, Türkiye'ye karşı bir şantaj aracı haline getirilmektedir. Son günlerde de Amerikan başkanı Barack Obama'nın Türkiye ziyareti ile birlikte soykırım konusu yoğun olarak işlenmiş, Ermenistan'la ilişkilerin yeniden düzenlenmesi konusunda Türk toplumuna yoğun bir psikolojik operasyon uygulanmış, bu zeminde Azerbaycan-Türkiye ilişkileri olumsuz bir sürece girmiştir. Ermeni meselesinin ortaya çıkışı, gelişimi, soykırım konusu ve Ermenistan ile ilişkiler Türk dış politikasında uzun yıllardır temel gündemlerden biri olmasına karşın, Türkiye'de bilimsel anlamda bu alana yönelik bir çabanın ortaya çıktığını söylemek mümkün değildir. Yukarıda ifade edildiği gibi konu farklı disiplinlere ilişkin boyutlar içermesine karşın, bu alanlara yönelik gerçekleştirilen çalışmalar sınırlıdır; üniversitelerimizde bu konu kendisine yeterli bir çalışma alanı bulamamıştır. Bu yazının konusunu ise Ermeni meselesinin ortaya çıkışının tarihsel yönüyle ele alınması oluşturmaktadır.

Doğu Anadolu ve Güney Kafkasların eski halklarından biri olan Ermenilerin Doğu Anadolu'ya ve Kafkasya'ya Trakya'dan milattan 1200 yıl kadar önce geldikleri tahmin edilmektedir. Genelde başka bir devlete bağlı küçük beylikler ve prenslikler şeklinde örgütlenen Ermeniler MÖ 98-66 yıllarında Kral Tigran dönemi dışında bağımsızlık yaşamamışlar ve Persler, Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Selçuklular ve Osmanlılar'ın egemenliği altında yaşamışlardır.

Ermeniler Osmanlı devlet idaresine önemli katkılarda bulunmuşlar, dini kurumlar dışında hemen her alanda Osmanlı idare sisteminde görev almışlardır. Ermenilerin Osmanlı bürokrasisinde paşa, bakan, milletvekili, büyükelçi, konsolos gibi önemli pozisyonlarda görev aldıkları bilinmektedir. 1912-1913 Balkan savaşları boyunca Osmanlı devletinin dışişleri bakanlığını bir Ermeninin (Gabriel Naroduncıyan) yapması dikkat çekicidir. Osmanlı idaresindeki etkinliklerinin yanında Ermeniler Osmanlı kültürüne de katkılarda bulunmuşlardır. Bugün, Dede Efendi gibi Osmanlı bestekarlarının eserleri Hamparsum Efendi sayesinde bilinirken Tatyos Efendi gibi Türk müziği bestekarları Türk sanat musikisine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Benzer şekilde Balyan ailesine mensup mimarlar Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı, Ortaköy Camii gibi yapıları inşa ederek Osmanlı mimarisi içinde önemli bir yer edinmişlerdir. Kültürel anlamda, Orta ve Batı Anadoludaki Ermeniler bakımından açık bir asimilasyon olgusu gözlenmektedir. Bu Ermeniler hemen her alanda Türkçe konuşmuşlar, Türkçe gazete çıkarmışlar, kitap basmışlardır. Ermenice yalnızca kilisede kullanılan bir dil haline gelmiştir. Diğer yandan Doğu Anadolu ve İstanbul Ermenileri ana dillerini muhafaza etseler de, bu Ermenilerin de Türkçeyi çok iyi konuştukları bilinmektedir.

Uzun yıllar Osmanlı-Ermeni ilişkileri olumlu bir çizgide ilerlerken bazı faktörler Ermeni halkını Osmanlı devleti içerisinde bir istikrarsızlık unsuru haline getirmiştir. Temel olarak Osmanlı idare sisteminde reformların yetersizliği, dini yönden-siyasi yönden dış müdahaleler bu sürecin ortaya çıkmasındaki başlıca dinamiklerdir. Osmanlı idare sistemi özellikle Doğu Anadolu'ya nüfuz edemezken, göçebe Kürt aşiretleri fiili bir özerklik içerisinde olmuşlar, Ermeniler ve Kürtler arasında toprak kavgaları yaşanmıştır. 1830'larda Anadolu'ya yerleşen Amerikan misyonerleri Protestan olmayan Hıristiyan halkın mezhep değiştirmesine çabalarken, bir yandan da dolaylı biçimde bağımsızlık fikrini yaymışlardır. Siyasi açıdan da Ermeniler özellikle Rusların manipülasyonuna uğramışlar, Kafkasya üzerinde kontrol sağlamak isteyen Rusya, Erivan ve civarında bir Ermeni çoğunluğu oluşturmaya çalışmış, İran ve Osmanlı Ermenileri buraya yerleşmeye özendirilirken Müslüman halkın buradan ayrılması amaçlanmıştır. Böylelikle Azeri çoğunluğun yaşadığı ve esas adı Revan olan Türk şehri bir Ermeni şehri haline getirilmiştir.

1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı Ermeni meselesinin gelişiminde önemli bir kırılma noktasını teşkil etmektedir. Berlin anlaşmasıyla Ermeni meselesi uluslar arası bir niteliğe bürünürken, Osmanlı hükümeti Ermenilerin yaşadıkları yelerde mahalli ıslahat ve düzenlemeleri yapmayı, Çerkezlere-Kürtlere karşı güvenliklerini sağlama taahhüdünü üstlenmiştir. 93 harbinden sonra Rus konsolosluklarının bölgede artan faaliyetleriyle birlikte İngilizler ve diğer büyük devletler de Doğu Anadolu'da çok sayıda konsolosluk açmışlar, bu girişimler zaman içerisinde Osmanlı'nın bölge üzerindeki nüfuzunun azalmasına yol açmıştır. Berlin anlaşması sonrasında ivme kazanan Ermeni milliyetçiliği özerklik ve bağımsızlık taleplerini seslendirmeye başlamış, bu talepler Ermeni siyasi partilerinin kurulmasına, Ermeni isyanlarının ve terörünün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Kurulan başlıca Ermeni partileri-örgütleri Kara Haç, Vatan Savunucuları, Armenekan, Hınçak ve bugün de Ermenistan siyasi yaşamında etkinliğini sürdüren Ermeni ihtilalcileri federasyonu Taşnak partisidir.

Ermeni isyanları 1882 Anavatan Müdafileri olayından 1909 Adana isyanına uzanan yelpazede 26 yıla yayılmış ve 39 Ermeni isyanı yaşanmıştır; bu isyanların ortaya çıkışında yukarıda sayılan Ermeni oluşumlarının kışkırtması başlıca nedendir. Diğer yandan imparatorluk bünyesindeki radikal Ermeniler kırsaldaki isyanlara paralel olarak özellikle İstanbul'da, II. Abdülhamit'e yönelik Yıldız suikastı örneğinde olduğu gibi birtakım terör hareketlerine girişmişlerdir. Bu hareketlerin anlamı imparatorluk içerisinde bağımsızlık için mücadele veren bir Hıristiyan halkın varlığını kanıtlama çabasıdır.

I. Dünya savaşının ortaya çıkışıyla birlikte Ermeniler Osmanlı devleti için ciddi bir güvenlik tehdidi oluşturmaya başlamışlardır. Rus ordularına yönelik Ermeni yardımları Rus ordularına rehberlik, çeteler oluşturarak Türk ordularına saldırılması ve Türk köylerinin basılması şeklinde ortaya çıkmıştır. Ermenilerin bu zararlı faaliyetleri Osmanlı hükümetinde güvenlik gerekçeleriyle sevk ve iskan politikasını gündeme taşımış, Enver Paşa'nın önerisinin ardından Talat Paşa'nın aldığı kararla Ermeniler ağırlıklı olarak günümüz Suriye'sinin kuzeyine gönderilmişlerdir. Bu politika yabancıların iddia ettiği gibi "deportation" kavramıyla açıklanamaz; çünkü Ermenilere yönelik uygulama bir sınır dışı etme değil, Osmanlı sınırları içinde bir başka bölgeye yeniden yerleştirmedir. Bu sevk ve iskan sırasında Ermeniler kolluk güçlerinin denetiminde kafileler halinde gönderilirken, tehcir boyunca Ermenilerin ihtiyaçlarının giderilmesi için çeşitli önlemler alınmış, hatta Ermenilerin geride bıraktıkları mülkiyetlerin korunması için birtakım önlemler düşünülmüştür.

Bununla birlikte göç sırasında ciddi güçlüklerin yaşandığı bir gerçektir. Hava koşulları, yolların bozukluğu, ulaşım araçlarının eksikliği, iaşe zorlukları, salgın hastalıklar, asayiş eksikliği (savaş nedeniyle jandarma güçleri askere alınmıştır) ve Kürt-Arap aşiretlerinin saldırıları tehcir sırasında sorunlara yol açmıştır. Tehcir yalnızca zararlı faaliyetleri bulunan Ermenilere uygulanırken, örneğin İstanbul-Aydın-Edirne vilayetlerindeki Ermenilere dokunulmamıştır. Tehcire tabi tutulan Ermeni sayısı Türk kaynaklarına göre 700.000 dolayındadır; yine Talat Paşa'ya ait olduğu iddia edilen defterde bu sayı 900.000 olarak ifade edilmektedir. Bu noktada Osmanlı toplumu içerisinde yer alan Ermeni nüfusunun sayısına göz atmak önemlidir.

I.Dünya savaşı öncesinde Ermeni nüfusa baktığımızda, Ermeni patrikhanesi istatistikleri 2,5 milyon gibi bir sayıdan bahsetmektedir. Paris Barış konferansına katılan Ermeni heyeti bu sayıyı 2 milyon olarak gösterirken, I. Dünya savaşı öncesi Osmanlı istatistikleri Ermeni nüfusunu 1,3 milyon olarak ortaya koymaktadır. Prof. Dr. Servet Mutlu ise "Osmanlı Nüfusu" isimli makalesinde bazı matematik metotlarla imparatorluk bünyesindeki Ermeni sayısını maksimum 1.667.228 olarak tespit etmektedir*. Osmanlı istatistiklerine ait tüm evraklar mevcut olsa da, kadın ve çocukların Doğu Anadolu'da az sayılmış olmasından dolayı 1,6 düzeyinde bir Ermeni nüfusundan bahsedilmektedir.

I. Dünya savaşından sonra İngiliz büyükelçiliğinin 1921 yılında Ermeni nüfusu hakkında hazırladığı bir rapordan hareketle azalan Ermeni nüfusu bu kabullerle 450.000 düzeyinde kalmaktadır. İngiliz tarihçi Toynbee ve Amerikalı tarihçi McCarthy 600.000 gibi bir sayıdan bahsetmektedirler. Ermeni kayıpları hakkındaki Ermeni rakamları 1915'de 300.000 ile başlarken, bu sayı 1980'lerde 2 milyona kadar yükseltilebilmiştir. Justin McCarthy'nin I.Dünya savaşı boyunca Osmanlı imparatorluğunda 2,5 milyon yaşamını yitirdiği tespiti göz önüne alınırsa ifade edilen 450.000 rakamının, bir faciayı yansıtsa da, normal algılanması gerektiği ortadadır. Kaldı ki, Doğu Anadolu'da ölümlerin çoğu, Rus ve Ermeni çetelerinin Müslüman halk yönelik gerçekleştirdiği saldırılardan kaynaklanmıştır; bölgede bulunan toplu mezarlar Ermenilere değil, Türklere aittir.

Tehcirle ilgili ilginç bir not da Ermenilere kötü muamele nedeniyle savaş esnasında ve sonrasında açılan soruşturmalar ve davalardır. Osmanlı hükümeti, bazı Osmanlı memurlarının Ermenilerin içinde bulundukları zor durumdan yararlanarak soygun ve tecavüzlerde bulundukları gerekçesiyle 1673 kişiyi mahkemeye vermiş, bunlardan 524 kişi hapse, 68 kişi zorla çalışmaya ve 67 kişi de idama mahkum olmuştur. Savaştan sonra savaş suçlularını yargılama adı altında "Divan-ı Harb-i Örfi" ismi verilen mahkemeler kurulmuş, Boğazlayan kaymakamı Kemal Beyi de içeren idam kararları alınmıştır. Bunun yanı sıra, İngilizler bazı ileri gelen siyaset adamlarını Maltaya sürmüşler, fakat bu kişiler aleyhine delil toplayamamışlardır. Ermenilere yapılan katliam iddialarını tarafsız devletlerden kurulu bir heyetin incelemesine yönelik Osmanlı girişimi de İngilizler tarafından önlenmiştir.

Bu tehcir politikası ve uygulaması bir soykırım olarak nitelendirilebilir mi? Soykırımın ne olduğuna dair tanım BM Milletler 1948 Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesinin 2. maddesinde yer almaktadır. Bu sözleşme açısından ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubun bu vasfından ötürü kısmen veya tamamen ortadan kaldırılması amacıyla işlenen fiiller şu şekilde sıralanmıştır :

- gruba mensup olanların öldürülmesi

- grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi

- grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığının ortadan kalkacağının hesaplanarak yaşam şartlarının değiştirilmesi

- grup içerisinde doğumları engellemeye yönelik tedbirler

BM soykırım sözleşmesinin bu maddesi göz önünde bulundurulduğunda Osmanlı imparatorluğunun Ermenilere yönelik sistemli bir yok etme politikası uyguladığına dair objektif veriler yoktur. Aksine, tehcirin iyi koşullar altında gerçekleşmesini amaçlayan çok sayıda Osmanlı genelgesi mevcuttur. Tehcir tüm Ermeni nüfusunu kapsamamış, İstanbul ve Aydın gibi vilayetlerde yaşayan Ermenilere dokunulmamıştır. Nazi Almanya'sında yaşananların aksine Ermenileri yok etmek amacıyla özel birimler oluşturulmamış, özel tesisler inşa edilmemiştir. Soykırım olgusunun mutlak bir unsuru olan ve tarihe dayanan dini ya da ırki nefret Türkler ve Ermeniler arasında yaşanmamış, Ermeniler uzun yıllar Osmanlı devlet yaşamında uyumlu bir unsur olmuşlardır. 1948 Soykırım sözleşmesi soykırım suçundan kişileri sorumlu tutmaktadır; bu hüküm gerek Osmanlıya gerekse Cumhuriyete yönelik suçlamaları anlamsızlaştırmaktadır. Yine sözleşmeye göre bir olayı soykırım olarak tanımlayabilmek için bu alanda özel görevli olan mahkemelerin ya da uluslar arası ceza mahkemesinin kararının olması esastır. Bu açından 1925 olaylarını soykırım olarak niteleyen parlamento kararlarının hukuki alanda hiçbir geçerliliği yoktur; özetle hukuki açıdan Ermeni meselesinin herhangi bir zemini yoktur, konu siyasal bir nitelik taşımaktadır.

Savaş yıllarında 1917'deki devrimin ardından Rusların Anadolu'dan çekilmesiyle onların yerini alan Ermeni çeteleri etnik temizlik ve bölgenin Türklerden ve diğer Müslümanlardan arındırılması amacıyla büyük katliamlara girişmişlerdir. Anadolu'da 1914'den başlayarak 1921 yılına kadar Ermeniler tarafından öldürülenlerin sayısı 500.000'in üzerindedir. Bu durum karşısında Mondros öncesinde Erivan ve etrafı (Eçmiyazin) hariç Bakü'ye kadar tüm bölgeyi işgal eden Osmanlı orduları Mondros'u izleyen günlerde bölgeden geri çekilmiştir. 1919 yılındaki Paris Barış Konferansında Ermeni heyetinin başkanı Boğos Nubar Paşa günümüz Türkiye'sinin yarısını Ermenistan için isteyebilmiştir. Ermeni heyeti başkanının bu önerisini İngiliz başbakanı Lloyd George "Boğos'un Peri Masalları" diye nitelendirecektir. 1920 yılındaki Sevr anlaşması ise Ermenistan devletinin sınırlarının çizilmesini ABD başkanına bırakmış, başkan Wilson da yaklaşık 120.000 kilometrekarelik bir alanın Ermenilere bırakılmasını önermiştir. Sevr'in ardından bu topraklara yönelik işgal çabaları Kazım Karabekir komutasındaki Türk kuvvetleri tarafından durdurulmuş, 1921'de Sovyetler Birliği ve Türkiye arasında Moskova anlaşması, Ermenistan-Gürcistan-Azerbaycan-Türkiye arasında da Kars anlaşması imzalanarak bugünkü sınırlar ortaya konmuştur. Lozan'da ise Ermeniler ve Ermenistan'dan bahsedilmemiştir; böylelikle Ermeni sorunu uluslar arası alandaki güncelliğini yitirmiştir.

Sovyetlerin 1945 yılında Türkiye'den Kars ve Ardahan'ı Gürcistan ve Ermenistan adına istemesi, Diaspora Ermenilerini Ermenistan'da yerleşmeye çağırması, Ermenistan içerisinde milliyetçiliği canlandırmış ve Türklerin soykırım yaptığına dair faaliyetler artmıştır. Bu konuyla ilgili kitaplar ve makaleler yayınlanmaya başlamış, konferanslar ve sergiler düzenlenmiş, bir soykırım endüstrisi oluşmaya başlamıştır. Diasporada ise Ermeni bilincinin korunması ve yaşatılması için soykırım olgusu sürekli işlenmiş, Ermeniler milliyet aidiyetini kültürel değerlerde değil, soykırımda bulmuşlardır. 1950'lerden itibaren Ermeni gençlerine Türklük karşıtı bir bilinç kazandırılmış, bu beyin yıkama sonucunda Ermeni kuşakları arasında Türklere karşı farklılaşan tutumlar gelişmiştir. İronik bir şekilde, sevk ve iskana tabi tutulan Ermenilerde Türklere karşı olumsuz bir yargı bulunmazken, hayatında Türk dahi görmemiş üçüncü kuşak Ermenilerden teröristler çıkmıştır.

Ermeni milliyetçiliğinin esası sözde soykırımın tanıtılması ve bunun uluslar arası alanda kabulü, Türkiye'nin soykırım iddialarını devlet düzeyinde kabul etmesi, bu soykırımdan doğan tazminatların devlet tarafından ödenmesi ve Türkiye'nin toprak tavizinde bulunmasını öngörmektedir. Türk devleti ve toplumu, siyaset kurumunun Ermenistan ile ilişkiler bağlamında neden olduğu tehdidi aşacak bir enerjiyi ve tepkiyi ortaya koymak zorundadır. Türk siyaseti Boğos'un peri masallarının Türkiye'ye empoze edilmesine hizmet ederken, sivil toplum demokratik tepki alanında tavrını göstererek siyaset üzerinde bir baskı unsuru olmalıdır. Türkiye ile uzlaşma arayan Ermenistan açık bir devletler hukuku ihlali olan Karabağ işgaline son vermedikçe ve soykırım iddialarını gündemden düşürmedikçe Ermenistan ile ilişkilerin normalleşmesinin Türk devleti açısından hiçbir anlamı yoktur.