Bu sayfayı yazdır

YARGI BAĞIMSIZLIĞI VE TARAFSIZLIĞI

Son günlerde ülkemizin gündemini meşgul eden en önemli konu; yargının siyasallaşması ve bağımsızlığını yitirmesidir.

Kamuoyunda çokça tartışılan kararlara imza atan yargı organları, verdiği bu kararlar sonrası bağımsızlıklarını yitirdikleri ve taraf oldukları yönünde eleştirilere maruz kalmakta ve neticede yargının tarafsız olması her geçen gün daha fazla vurgulanmaktadır. Yargı tarafsızlığından kastedilen nedir? Bir hukukçu olmasam da yargı tarafsızlığından anladığım, yargıçların karar verirken yürürlükteki kanunları esas alarak karar vermeleri ve kişisel görüşlerinden, ideolojilerinden sıyrılarak yargı sürecini yürütmeleridir. Ancak bu noktada yargının tarafsızlığı değil taraf olması söz konusudur; yargı adaletten yana taraf olmalıdır. Vereceği kararlarda anayasa hükümlerini, kanunları, tüzükleri, yönetmelikleri ve içtihatları esas alarak, adalet yönünde taraf olmalı ve haksızlıkların karşısında durmalıdır.
Bu noktada hâkim ve savcılarımıza büyük sorumluluklar düşmekte, görevlerini ifa ederken adaletin tesisini esas almalılardır. Elbette ki idareyi elinde tutan siyasal iktidarın veya ona muhalif olan partilerin, grupların veya kişilerin görüşleri değil; soruşturma, kovuşturma ve yargılama sürecinde karar alırken adaletin tesisi için çaba sarf etmelilerdir. Bu durum yargı bağımsızlığının yanı sıra demokratik sistemler için "kuvvetler ayrılığı" nın da bir gerekliliğidir. Ayferi Göze; "Bir devlette yasama ve yürütme iktidarları bir elde toplanırsa orada özgürlük olmaz, yargı yasama ve yürütmeden ayrılmazsa orada yine özgürlük olmaz"[1] demektedir. İlk defa Montesquieu'nun sistematik hale getirdiği kuvvetler ayrılığı; yasama, yürütme ve yargı arasında bağımsızlığın olması ve birbirlerinden etkilenmenin minimum düzeyde olması demektir. Montesquieu'ya göre yasama iktidarı yasaları yapar ve kaldırır, yürütme iktidarı savaşa ve barışa karar verir, yabancı ülkelere temsilci gönderir, temsilcileri kabul eder, içte ve dışta güvenliği sağlar. Yargı iktidarı ise, suçluları cezalandırır ve anlaşmazlıkları çözümler.[2]On sekizinci yüzyılda yapılan bu tanımlama zamanla gelişmiş ve günümüz demokratik sistemlerinde kuvvetler ayrılığı başlıca iki şekilde uygulanır hale gelmiştir; parlamenter sistem ve başkanlık sistemi. Başkanlık sistemi günümüzde en belirgin şekilde Amerika Birleşik Devletlerinde uygulanmaktadır. Amerikan Kongresi iki meclisten oluşmaktadır; Senato ve Temsilciler Meclisi. Bu sistemde yasama ve yürütme birbirinden bağımsız olup, yürütmenin başı olan başkan ve başkanın yardımcıları konumunda olan bakanlar, Senato veya Temsilciler Meclisi üyesi değildirler. Başkanın kongreye yasa teklifinde bulunma hakkı yoktur ve ayrıca başkanın Kongreyi dağıtmak gibi bir yetkisi de yoktur.[3] Yargı ise yasama ve yürütmeden bağımsız olmakla birlikte, en üst mahkeme konumunda olan Yüce Mahkeme'nin başkan ve üyeleri ABD başkanı tarafından atanıp, Senato tarafından da onaylanmakta ve üyeler yaşam boyu görev yapmaktadırlar.[4]Yasama ve yürütmenin bunun dışında yargı erki üzerinde bir etkisi söz konusu değildir.
Ülkemizde uygulanan parlamenter sistemde ise, yasama ve yürütme iç içe geçmiş komunda olup, yürütmenin yargı üzerinde de etkisi büyüktür. Yürütmeyi oluşturan Cumhurbaşkanı[**]ve bakanlar kurulu üyeleri, yasama organı içerisinden çıkmakta ve mecliste sayısal çoğunluğu elinde bulunduran siyasi partinin üyelerinden oluşmaktadır. Başbakan ve bakanlar yasama faaliyetlerine doğrudan katılmakta ve meclise bakanlar kurulu kanun tasarıları sunmaktadır. Mecliste çoğunluğu elinde bulunduran ve iktidarı kontrol eden siyasi parti, meclisten istediği yasaları geçirebilirken istemediği kanun tekliflerini meclis genel kuruluna dahi gelmeden alt komisyonlarda reddedebilmektedirler. Ayrıca protokolde ikinci sırada bulunan meclis başkanı da genellikle iktidar partisi üyelerinden birisi arasından seçilmektedir. Bu durum yasamanın yürütmeden bağımsız olmadığını göstermektedir. Mecliste iktidarı elde edebilecek kadar sayısal üstünlüğe sahip partinin genel başkanı, başbakanlık görevini üstlendiği için meclis başkanı genel başkanına bağlılık göstermekte ve başbakanın emir ve direktiflerine maruz kalmaktadır.[5]Bu durum yasama bağımsızlığı için bir tehdittir. Ayrıca diğer bir husus ise Cumhurbaşkanı'nın TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar vermek gibi bir yetkisi vardır. Bu örnekler göstermektedir ki ülkemizde kuvvetler ayrılığının gereklilikleri çok fazla yerine getirilmemektedir.
Ülkemizde yasama ve yürütme arasındaki bu girift ilişki yasama faaliyetlerinin yeteri kadar sağlıklı bir şekilde yürümesine engeldir. Başbakan Recep Tayip Erdoğan da sistemin sağladığı bu yapıdan faydalanarak yasama faaliyetlerine sonuna kadar müdahil olmakta ve kuvvetler ayrılığını en esnek şekilde yorumlayarak, ülkede tek hâkim gücün yürütme olduğu gibi bir anlayışla hareket etmektedir. Son günlerde yaşanan gelişmeler ayrıca şunu göstermektedir ki, siyasal iktidar yasama üzerindeki etkisini yargı erkine de taşımak istemekte ve bağımsız yargının verdiği kararları taraflı olduğu gerekçesiyle son derece sert ifadelerle eleştirebilmektedir. Anlaşılan o ki başbakan yargının bağımsızlığı hususunda da farklı düşünmekte ve yargıyı da yürütmenin kontrolünde bir erk haline getirmek istemektedir. Yürütmenin yargı üzerinde yeterince etkisi söz konusudur. Nitekim Anayasa Mahkemesi üyeleri Cumhurbaşkanı tarafından seçilmekte, bunun yanı sıra ülkede yargıçların ve savcıların görevlendirmelerinden sorumlu olan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini de Cumhurbaşkanı seçmektedir. Kurulun başkanı Adalet Bakanı olup, Adalet Bakanlığı Müsteşarı da kurulun tabii üyesidir.[6]Ülkenin en üst yargı mercileri olan bu kurumlar üzerinde görüldüğü üzere yürütmenin bir hayli etkisi söz konusudur. Buna rağmen günümüzde siyasi iktidar yargıyı daha bağımlı hale getirmek istemekte, özerkliğine zarar vermeye çalışmaktadır.
Bunun en önemli nedeni de Başbakan Erdoğan ve Ak Parti mensuplarının çoğulculuktan ziyade çoğunlukçu bir anlayışa sahip olmalarıdır. Çoğunlukçu demokrasilerde siyasal iktidar parlamentoda sayısal üstünlüğü elde etmekle mutlak hâkimiyet elde ettiğini düşünerek artık her şeyi yapabileceği hissine kapılmaktadır. Nitekim geçmiş yıllarda da bu hataya düşülmüş ve dönemin başbakanı mecliste elde ettikleri büyük sayısal üstünlüğün verdiği cesaretle; "Siz isterseniz bu ülkeye şeriatı bile getirebilirsiniz" diye milletvekillerine hitap edebilmiştir. Çoğulcu demokrasilerde ise, siyasal iktidarın kontrolü yine mecliste sayısal üstünlüğü elde eden partinin olmakla birlikte, siyasal iktidarı elinde tutanlar bu gücün mutlak olmadığı bilinicinde olup, yürütmenin yanında yasama ve yargı gibi erklerin olduğunu da göz önüne alırlar ve ülke yönetiminde sadece kendilerine oy veren çoğunluğun değil tüm ülkenin sesine kulak vermek zorunda olduklarının bilincindedirler. Bu durum günümüz demokrasisinin bir gereği olup, çoğunlukçu anlayış artık yok olmaya yüz tutmuş bir anlayıştır. Her gün demokrasiden, insan haklarından ve hukuk devletinden dem vuran siyasi iktidar bu gerçekliği görmezden gelmeye çalışmakta ve halkımızı süslü ifadelerle aldatmaya çalışmaktadır. Yasama ve yargı üzerinde yürütmenin tahakkümü, totaliter rejimlere has bir durumdur, öyleyse siyasi iktidarın günümüzdeki amacını kestirmek zor değildir. Bir Fransız yazarın ifadeleri günümüzde AKP'nin demokrasi anlayışını gayet iyi açıklamaktadır:
"Demokrasi, onu yok etmek isteyenlere yasalık içinde ve yasalar çizgisinde hazırlanmak olanaklarını veren paradoksal bir rejimdir. Yani demokrasiyi çökertmek isteyenler, yasal istekler için savaşım veriyormuş izlenimi yaratırlar, demokrasiyi savunmak ve yaşatmak isteyenlerse demokrasiye karşı bir tutum içinde gösterilmek istenir." [7]
Günümüzde AKP'nin yapmaya çalıştığı şey de budur. Ülkemizde ordu, yargı ve en sonunda medya da demokrasi karşıtı gösterilmek istenmekte, bu kurumların demokrasi önünde engel oldukları her defasında ısrarla ifade edilmektedir. Nitekim Başbakan son günlerde medya organlarına da ağır ifadelerle çatmakta ve medya patronlarına, gazetelerinde hükümet aleyhinde yazı yazan köşe yazarlarını uyarmaları konusunda baskı yapmaktadır. Başbakanın düşünce, ifade ve basın özgürlüğünden anladığı budur. Kullandığı ifade aynen şudur: "Maaşlarını siz veriyorsunuz, ne demek engel olamıyoruz". Bu ifade ancak ve ancak faşist ve komünist rejimlerde, tek parti iktidarının hâkim olduğu otoriter rejilerde kullanılabilecek bir ifade olup, demokrasinin en temel gereği olan temel insan haklarına sonuna kadar aykırıdır.[8] Başbakan, hür iradeleriyle hareket etmesi gereken köşe yazarlarını kapı kulu olarak görmekte ve patronlarına "yazarlarınıza sahip çıkın" manasına gelebilecek bir ifadeyle hakaret etmektedir. Bu durum iktidarın ciddi bir yozlaşma içerisinde olduğunu göstermektedir. Nitekim güç yozlaştırır, mutlak güç ise mutlak yozlaştırır. Demokrasilerde mutlak gücün önüne geçebilecek bir araç da Montesquieu'nun ifadesiyle "siyasal erdem"dir. Siyasal erdem; yurt sevgisidir, yurt çıkarlarını kişisel çıkarların üstünde tutmadır, sürekli olarak kendinden, bencillikten, tutkulardan, hırs ve isteklerden, aç gözlülükten fedakârlıktır, siyasal erdem yasalara saygıdır. Yasalara saygının bittiği yerde demokrasi bozulmuştur, devlet tükenmiştir. Demokrasiyi ayakta tutan tek güç bu siyasal erdemdir.[9] Bugün siyasi iktidarın siyasal erdemin sınırlarını zorladığını söylemek abartı olmayacaktır.
Yaşanan gelişmelerde dikkat edilmesi gereken bir diğer husus ise; son günlerde yaşanan iktidar mücadelesi ve bu mücadele neticesinde yaşanan gerilimler, çatışmalar ve kutuplaşmalarda sükûnetini en fazla muhafaza etmesi gereken erk yargı iken, yargının bu çatışmaların içene çekildiği ve bu mücadelede taraf olmaya zorlandığıdır. Elbette ki bu süreç, çatışma sonucu menfaat elde etmek isteyen grupların bir düzenidir ve yargı mensuplarımız da bu oyuna gelerek, mücadeleye dâhil olmakta ve neticesinde zarar görmektedirler. Ama en büyük problem, kurumsal olarak yargıya olan güvenin zedelenmesi dolayısıyla, toplumda adalet duygusunun zayıflaması ve güven bunalımı doğmasıdır. Mülkün temeli adalet olması gerçeğinden hareketle, toplumda adalet dağıtan kurumlara duyulan güvenin azalması, insanların artık adaleti başka yerlerde aramasına neden olacağı gibi, bu durum toplumu bir kaosa sürükleyebilir ve insanımız adaleti kendi başlarına tesis etme arayışı içine girebilir. Bundan çıkan sonuç ise; bireysel savunma mekanizmalarının geliştirilmesi, toplumsal düzenin bozulması, cinayetlerin artması, mafyalara ve çetelere rağbetin artmasıdır.
Mümkün olduğu mertebe yaşananları objektif değerlendirmeye çalışmama rağmen, bu senaryo bana biraz tanıdık gelmektedir. Daha önce ordu üzerinden yürütülmeye başlanan ve halen devam eden psikolojik savaş, bu defa yargı organları üzerinden yürütülmektedir. Henüz suçlu olup olmadıkları kesinleşmediği halde, TSK içerisindeki bazı zanlıların işlediği düşünülen suçlar, tüm Türk Ordusuna teşmil edilerek, ordunun toplum nezdindeki itibarı zedelenmiş, orduya duyulan güven zayıflamıştır. Nitekim, yapılan son kamuoyu yoklamaları orduya duyulan güvenin yüzde doksanlardan yüzde yetmişlere gerilemiş olduğunu göstermekte, bu da yapılan psikolojik harekatın başarılı olduğu izlenimini vermektedir.[10]
TSK içinde bireysel olarak suça karışmış olan kişiler olabilir. Bu durum sadece TSK'ya has bir şey de değildir. Bu ordu Türkiye Cumhuriyeti ordusudur ve Türkiye Cumhuriyeti'nin diğer kurumlarında (yargı, yasama, yürütme, üniversiteler, bakanlıklar vs.) ne kadar aksaklık varsa, doğal olarak TSK'da da bu aksaklıkların olması kuvvetle muhtemeldir. Ama bu durum kesinlikle bir orduyu toptan karalamaya, demokrasinin ve hukukun önünde bir engel olarak göstermeye yeterli bir neden değildir.
Aynı şekilde, bu defa yargı üzerinden yürütülen psikolojik savaşla, yargının da demokrasinin önünde bir engel olduğu, ülkede bir yargıçlar aristokrasisinin bulunduğu izlenimi yaratılmaya çalışılmakta ve yargıda reform çağrıları yapılarak – daha önce bu ordunun da artık değişmesi gerektiğinin söylendiği gibi[11] – mevcut düzenin değişmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Tabii ki zamanın şartları gereği her kurumda belirli düzenlemelerin yapılması şarttır. İlerleme, gelişme ve daha iyi bir düzenin kurulması amacıyla zamanın gerekleri çerçevesince bazı düzenlemeler yapılabilir ve hatta yapılmalıdır. Ancak yapılacak olan bu düzenlemeler; çatışma yaratılarak, iftira atılarak ve bir kaos ortamı yaratılarak değil; uzlaşmayla, işbirliğiyle ve dayanışmayla yapılmalı, neticesinde olumsuz yanları topluma aksettirilmemeli veya bu olumsuz etkiler mümkün olduğunca asgari düzeyde tutulmalıdır. Ordumuzda da, yargımızda da, bakanlıklarımızda da, üniversitelerimizde de ve diğer tüm kurumlarımızda da olumsuz giden birçok husus vardır ve bu sorunlar çözüm beklemektedir. Maksat üzüm yemekse, maksat doğru olanı yapmaksa önce herkes kapısının önünü süpürmeli ve daha sonra komşusunun kapısına laf etmelidir. Bu nedenle hükümet orduyla yargıyla kavga etmek yerine önce doğrudan kendi kontrolü altındaki kurumlara el atıp oralardaki aksaklıkları gidermelidir ki diğerlerine de söyleyecek sözü olsun. Ancak ben maksadın üzüm yemekten ziyade bağcının dövülmesi olduğu kanaatindeyim. Toptan bir karalama kampanyası ve kara propaganda ile mutlak iktidarlarının önünde engel gördükleri ordu ve yargı kurumlarını toplum nezdinde küçük düşürerek yıpratmak istemekte ve daha sonrasında kendi istekleri doğrultusunda bu kurumlar şekillendirilmek istemektedirler. Bu kavga çok su götürür, ancak olan yine Türkiye'ye ve bu kavganın cefasını yine milletimiz çekecektir.

____________________________

[*] 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Anayasal Düzen, Hukuk ve Adalet Araştırmaları Bilimsel Danışmanı.

____________________________

[1] Ayferi Göze, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, s. 188.
[2] Montesquieu, Kanunların Ruhu, s. 396.
[3] Cem Eroğul, Çağdaş Devlet Düzenleri, s. 88.
[4] Eroğlu, a.g.e, s. 97.
[**] Anayasa'da 31 Mayıs 2007 tarihinde yapılan değişiklik ile Cumhurbaşkanı'nın seçimi şu şekilde düzenlenmiş olup, artık cumhurbaşkanı halk tarafından seçilecektir: "Cumhurbaşkanı, kırk yaşını doldurmuş ve yüksek öğrenim yapmış Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri veya bu niteliklere ve milletvekili seçilme yeterliğine sahip Türk vatandaşları arasından, halk tarafından seçilir. Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir. Cumhurbaşkanlığına Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri içinden veya Meclis dışından aday gösterilebilmesi yirmi milletvekilinin yazılı teklifi ile mümkündür. Ayrıca, en son yapılan milletvekili genel seçimlerinde geçerli oylar toplamı birlikte hesaplandığında yüzde onu geçen siyasi partiler ortak aday gösterebilir. Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer." 25.02.2010, erişim: http://www.tbmm.gov.tr/anayasa.htm. Yapılan bu anayasa değişikliği ancak, yine de cumhurbaşkanı olabilmek için yirmi milletvekilinin teklifi gerekmektedir.
[5] Nitekim geçen haftalarda meclis genel kurulunda başbakan meclis başkanına çıkışmış ve görevini layıkıyla yerine getirmesini, aksi takdirde bunu kendisinin yapacağı uyarısında bulunmuştur. Yine geçen haftalarda başbakan yardımcısı meclis başkan vekilinin odasına giderek meclisin yönetimi konusunda tehdit vari uyarılarda bulunabilmiştir.
[6] Anayasa madde 159: "Kurulun başkanı Adalet Bakanıdır. Adalet Bakanlığı Müsteşarı kurulun tabi üyesidir. Kurulun üç asıl ve üç yedek üyesi Yargıtay Genel Kurulunun, iki asıl ve iki yedek üyesi Danıştay Genel Kurulunun kendi üyeleri arasından, her üyelik için gösterecekleri üçer aday içinden Cumhurbaşkanınca, dört yıl için seçilir. Süresi biten üyeler yeniden seçilebilirler. Kurul seçimle gelen asıl üyeleri arasından bir başkanvekili seçer." Erişim: http://www.tbmm.gov.tr/anayasa.htm.
[7] Gürbüz Evren, AKP'yi Çözdüm, İşte Kılavuzu, s. 89.
[8] Şunu da unutmamak gerekir ki, Almanya'da demokratik yollarla iktidara gelen Hitler ve partisi Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin aldığı oy oranı 1932'de yüzde 37.3'tür ve Almanya'da Nazi yönetimi yıkılmadan önce yapılan son demokratik seçimdir. Roger Griffin, The Nature of Fascism, s. 97.
[9] Göze, a.g.e., s. 181.
[10] Milliyet Gazetesi, 25 Şubat 2010, http://www.milliyet.com.tr/en-guvenilen-kurum-yine-ordu/siyaset/haberdetay/25.02.2010/1203664/default.htm?ver=15.
[11] Mümtaz'er Türköne, Yeni Bir Ordu Kurmak, 1 Kasım 2009, http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=910220.

Son ekleyen 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Editörü