Bu sayfayı yazdır

“Sağlık Şoku”ndan “Finansal Şoka” Yolculuk (2): Türkiye

Yazan  06 Haziran 2020

Öncelikle Türkiye ekonomisinde herkesin kabul edeceği bazı tespitleri net bir şekilde ortaya koymak gerekmektedir. Türkiye ekonomisinin makro ekonomik göstergeleri 2014 yılından beri istikrarsız bir seyir gösterdiği herkes tarafından kabul edilmektedir.

Türkiye ekonomisi 2003-2014 döneminde özelleştirme, net hata noksan, yabancılara gayrimenkul satışı ve kamu/özel borçlanma artışlarından elde edilen sermaye girişleri ile hızlı bir ekonomik dinamizm sağladı. Bu dönem içerisinde ekonomideki sermaye yoğunluğunun reel katma değer üreten sanayi ve tarım sektöründen ziyade yerli katma değer anlamında reel getirisi daha düşük olan inşaat ve tüketim alanlarına yönlendirilmesi, sonraki yıllarda ortaya çıkabilecek olası sorunlar hakkında işaret vermekteydi. 2014 yılı sonrası bu sorunların gözle görünür hale gelmesi ayrıca yurtiçi ve yurtdışında oluşan konjonktürler ülke ekonomisinin makro ekonomik göstergelerindeki istikrarsız yapıyı daha da kötüleştirmiştir.  En basit şekilde bunu görebilmenin ekonomik kanıtı; 2014 yılından beri neredeyse her yıl gerçek veya tüzel kişiliklere getirilen, vergi muafiyetleri, ekonomik af, yapılandırma ve borç erteleme süreçleri ile birlikte bu sürece konu olan finansmanın büyüklüğüdür. Bu durum reel ekonominin asıl oyuncuları olarak görülen firmaların ve bireylerin artan borçlanma düzeylerinden dolayı borç ödeme konusunda zayıflıklarını ortaya koymaktadır. Reel ekonomik unsurların kolay bir şekilde borçlandığı ancak borcu ödemede zorlanması, yapılan tercihlerin rasyonel olmadığının açıkça göstergesi olmuştur.

Bu durumun diğer bir kanıtı ise, varlık yönetim şirketlerine geçen takibe düşmüş borç (KGF garantili dışındaki) miktarların her yıl artarak gelmesi, ekonominin reel oyuncularının finansman sorunlarını açıkça ortaya koyan bir başka gösterge olarak karşımıza çıkmaktadır. Daha öncede ifade ettiğimiz gibi, reel milli üretim ve yerli katma değer üreten bir ekonomik yapının piyasada yeteri kadar oluşturulamaması ve dış ticarette ithal oyunculara sağlanan giriş kolaylıkları neticesinde ithalata bağımlı bir üretim yapısı ile endüstriyel bağımlılık en üst noktaya taşınmıştır. Diğer taraftan reel oyuncuların mal üretimi yerine daha fazla kazanç sağlayan inşaat sektörü gibi alanlarda yatırımlarını yoğunlaştırması, ithal bağımlılığın daha da artmasına neden olmuştur. Bu ithal bağımlılığın ortaya çıkardığı finansman ihtiyacı da kamu veya özel sektör dış/iç borçları ile karşılanmıştır. Bu sayede elindeki kaynakları inşaat sektörüne yönelterek yatırım yapmaya çalışan firmalar ile bankacılık sektöründen kolay bir şekilde borç alan ve çoğunlukla ithal malı satın alarak tüketen tüketicilerin olduğu bir ekonomik yapı oluşmuştur. Bu kaotik yapı yabancı döviz girişlerinin devam ettiği 2014 yılına kadar ekonomide bir sorun yaratmamıştır. Ancak 2014 yılından sonra hem yabancı sermaye girişlerinde yaşanan yavaşlama hemde azalan özelleştirme gelirleri nedeniyle sorunlar başlamıştır. Bu dönemde ülkenin döviz ihtiyacı(yaklaşık 41 milyar dolar)   2015, 2016 ve 2018 yıllarında net hata noksan kaleminden ve yabancılara gayrimenkul satışı(yaklaşık 15 milyar dolar) gelirlerinden karşılanmıştır. Buna karşılık uluslararası finansal oyuncuların Türkiye’ye borç verme konusunda eskisi kadar gönüllü olmaması, 2018 yılında döviz krizine girilmesine neden olmuştur. 2018 yılında yaşanan döviz krizinin etkilerinin son çeyrek dönemde meydana getirdiği ekonomik küçülme, 2019 yılında da birinci ve ikinci çeyreğinde de devam etmiştir.  2019 yılı son çeyrek dönemde sağlanan pozitif ekonomik büyüme ile yılı düşükte olsa pozitif bir büyüme oranı ile kapanmasına neden olmuştur. Bu durum ülke ekonomisinin borçlanabildiği veya ithal girdi temin edebildiği ölçüde büyüyen bir yapıda olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

Grafik . GSYH ( Zincirlenmiş Hacim Endeksi 2009)*

* Bir önceki yılın aynı dönemine ait değişim oranı (%)

Bir önceki yılın aynı dönemi ile o yılın aynı dönemi arasındaki değişim oranını veren GSYH rakamları incelendiğinde, Türkiye 2020 yılının ilk çeyreğinde %4.5 oranında ekonomik büyüme sağladığı görülmektedir. Başka bir ifade ile Türk ekonomisinin 2020 yılının ilk üç aylık dönemi, 2019 yılının ilk üç aylık dönemine göre %4,5 oranında artış göstermiştir.  Yani -%2.3’lük bir küçülme yaşadığımız 2019 yılı ilk üç ayına göre 2020 yılında %4.5 daha iyi olduğumuzu göstermektedir. 2019 yışı üç ayında meydan gelen %2.3’lük daralmaya karşılık, 2002 yılının il üç ayında meydana gelen %4.5 oranındaki büyümenin belli bir kısmının baz etkisi ile ortaya çıktığı görülmektedir.

Türkiye ekonomisinde 2014 yılından bu yana yaşanan yavaşlamanın getirdiği sorunlar daha aşılamamışken 2020 yılında salgının getirdiği sorunlar, ülkenin daha çok baskı altında kalmasına neden olduğu görülmektedir. Özellikle uluslararası ekonomik kuruluşların dünyadaki ekonomik daralmaya(ABD -%6, AB -%8.2 gibi) paralel olarak Türkiye’nin de 2020 yılında yaklaşık -%3 küçüleceğine yönelik tahminler yapması sorunun büyüklüğünü ortaya koymaktadır.Önceki yazımda belirttiğim gibi bütün ülkeler salgınla beraber “sağlık şoku”, “arz şoku”, “talep şoku”nu ve komşuyu fakirleştirici politikalar aşamasını yaşadılar.

Türkiye salgının diğer ülkelere göre daha geç gelmesi ile kazanılan deneyimler, alınan politikaların düzeyi, eskiden beri gelen sosyal güvenlik sisteminin kapsayıcılığı, nüfusunun daha genç yapıya sahip olması gibi nedenlerden dolayı daha az sıkıntıyla atlatmaya çalışmaktadır.  Ancak sağlık şoku ile beraber gelen tedarik zincirindeki kopmalar ve alınan tedbirler sonucunda yaşanan üretim kayıpları arz şokunu yaşamasına neden olmuştur. 2020 yılı ilk üç aylık ekonomik büyüme oranı %4,5 olarak açıklanması, sanki salgın döneminde böyle bir büyüme elde edildiği düşüncesini hakim kılmaktadır. Salgının Türkiye’de Mart ayının ortalarında başlaması ve değerlendirmeye esas alınan 2019 yılı ilk üç ayında ekonomik küçülmenin olması esas alındığında, salgının üretimde meydana getirdiği etkinin  önümüzde dönemlerde net bir şekilde karşımıza çıkacağını göstermektedir. Salgınla beraber Türkiye’de yaşanan arz şokunun asıl sonuçları önümüzdekiüççeyrek dönemde daha net görülecektir. Başka bir ifade ile önümüzde dönemlerde üretim, yatırım, ticaret, işsizlik, gelir ve servet kayıplarının boyutu hakkında net bilgiler ortaya koyacaktır. Gelir ve servet kayıplarının yüksekliği konusunda salgın başlangıcından buyana toplam talepteki daralmalar ile yaşanan talep şokundan aslında anlaşılmaktadır. Bu dönemde hem gelir/servet kayıpları hemde uygulamaya konulan tedbirler neticesinde temel gıda, tıbbi ilaç ve dezenfektan ürünleri dışında neredeyse tüm sektörlerde tüketim azalmış ve  talep şokları yaşanmıştır. Haziran ayıyla beraber normalleşme sürecinin başlaması, yaşanan talep şokunun ne kadarlık kısmının gelir ve servet kaybından ne kadarlık kısmının alınan tedbirlerden oluştuğunu net bir şekilde gösterecektir. Diğer taraftan salgın boyunca tüketici alışkanlıkların ne kadar ve ne yönde değiştiği de toplam talebin belirleyicisi olacaktır. Özellikle salgın boyunca tüketicilerin stoklama alışkanlığı ve öncelikli ihtiyaç konumunda olan, üretimlerine devam edilen özellikle gıda, tıbbi ilaç ve dezenfektan üretimlerinin normalleşme ile birlikte üretim kayıplarıyla karşılaşacağına kesin gözle bakılmaktadır. Ayrıca salgın boyunca hizmet sektörünün tamamında karşı karşıya kalınan arz ve talep şoklarının, normalleşme döneminde de hızlı bir şekilde artmayacağı bilinmektedir. Örneğin, turizm, kafe, lokanta, kuaför, çay bahçesi, dayanıklı eşya veya otomobil sektörlerinde gelir ve servet kayıplarından dolayı hem arz hem talep eş zamanlı olarak eski seviyesine hemen gelmeyecektir. Özellikle gelir ve servet kayıplarının yeniden borçlanma ile telafi edilmeye çalışılması, bu  süreci bilanço yapısını salgın öncesi güçlendiren bankacılık sektörünün, müşteri kalitesinin bozulma ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Sektörde, özel bankalar güçlü bilanço yapısını koruyarak daha seçkin müşterilere veya KGF garantili krediler kullandırma yolunu seçerken, kamu bankalarının ayırım yapmaksızın kredi kullandırması veya yapılandırma yapması,  önümüzdeki dönmelerde bilanço kabiliyetlerini etkileyecektir. Ayrıca Türkiye, salgın süresince kısmi vergiler ile dış ticarete koyduğu engelleri, diğer ülkeler gibi genişleterek artırdı ve “komşuyu fakirleştirici politikalar” uygulayan ülke kervanına katılmıştır. Böylece yüzlerce ithal ürüne uygulanan ek vergiler ile yerli üretimi korumaya çalışmaktadır. Ancak ithal ürünlere konulan ek verginin; konulan oran, uygulama süresi, uygulanacak ürünler ve uygulanacak ülkelere göre yurt içi üretimin artmasına katkı sağlayacaktır. Bu vergilerden bazı ülkelerin istisna tutulması ve hem ihraç hemde yurtiçi piyasa sunulan malların ithal girdi bağımlılık oranlarının yüksek olması, yurtiçinde istenilen üretim artışının hemen elde edilemeyeceğini göstermektedir.  Bu dönemde ülkelerin sadece sanayi sektörü değil aynı zamanda tarım sektörünün de koruma altına alındığı düşünüldüğünde, tarım sektöründe öncelikle ürün yeterlilik düzeyi düşük olan üretimlerin artırılmasına yönelik önlemlerin alınması gerekmektedir.  Son aşama olan finansal şokun Türkiye yaşanıp yaşanmayacağını, finansman ihtiyacını karşılama kabiliyeti belirleyecektir.  Türkiye’nin ne kadarlık bir finansman ihtiyacına sahip olduğunu tahminen şu şekilde belirleyebiliriz.

1. Kamu bütçe giderleri artmış ve Ocak-Nisan döneminde 72,8 milyar TL yani 7 milyar dolar bütçe açığı oluşmuştur. Bu bütçe açığı ilk dört aylık dönemi kapsamaktadır. Yapılan destek kapsamında kamu gelirlerin ötelenmesi, bütçede gelir azalışlarının devam edeceğini göstermektedir. Başka bir ifade ile sağlanan genel desteklerin yanında faiz, sağlık ve sosyal transferdeki artışlar giderleri artırırken, bütçe gelirlerindeki azalış (özellikle doğrudan gelir ve kurumlar vergisi ve dolaylı vergiler kdv, ötv gibi vergi gelirleri ) bütçe açığının artmasına neden oldu.Buna karşılık her nekadar normalleşme sürecinin başlamasına rağmen salgının hala devam etmesi kamu giderlerinin daha da artacağı yani bütçe açığının yükselerek devam edeceğini göstermektedir. Ayrıca KÖİ kapsamında döviz bazlı garanti kar ödeme yükünün tamamen kamu bütçesi üzerine kaldığı düşünüldüğünde, bütçe açığının tahmin edilenden çok fazla artacağını işaret etmektedir. 2020 yılında ekonomik yavaşmanın devam edeceği veya ekonomide küçülme yaşanma ihtimalinin yüksek olması, 2021 yılının da bütçe gelir artışlarını engellemekte ve bütçe açığı sorunun 2021 yılına taşınacağını göstermektedir. 2020 yılının tamamı esas alındığında öngörülen bütçe açığı olan 139 milyar TL’nin çok üzerinde olacağını göstermektedir. Çünkü yavaşlayan ve hatta küçülen ekonomi, artan borçlanma maliyetleri, KÖİ ödemeleri, sosyal giderler ve yapılacak teşvik maliyetleri dahil artan gider karşılığında azalan toplam gelirlerden dolayı en iyimser tahmini bütçe açığının bile 200 milyar TL’nin üzerinde gerçekleşeceğidir. Bu durum bütçe açığının ortadan kaldırılması için ek finansman ihtiyacının şiddetini artırmaktadır.

2. Salgınla beraber dünya ülkelerinin tamamında dış ticaret kazançları da azalmış veya azalmaya devam etmektedir. Türkiye’de de durum farklı değildir. Bundan dolayı dış ticaret açığımız artmakta, kötüleşen hizmet dengesi nedeniyle de cari açığımız yükselecektir. Türkiye ithal girdi bağımlılığı ve küresel ekonomide yaşanan talep şoklarından dolayı mal ihracatı önemli ölçüde azalmıştır. Bunun yanında Türkiye’nin salgınla beraber ihracatta en önemli yerli katma değeri yüksek döviz kaynağı olan hizmet dengesi yani Turizm sektöründe meydana gelecek bir daralma, cari açığımızın büyük oranlarda artmasına neden olacaktır. Örneğin 2019 yılında yaklaşık 30 milyar dolar döviz geliri getiren turizm sektörünün bu sene göstereceği performans, Türkiye’nin finansman ihtiyacını belirleyecek ikinci önemli unsurdur. Turizm sektörüne bağlı olarak Havayolu şirketlerinden otellere, acentalardan turistlere yönelik faaliyet gösteren firmalara kadar yüzlerce alt sektör bundan etkilenecektir. Turizm ve genel olarak hizmet sektörünün önünde en önemli engel; salgının ülkelerde farklı zamanlarda ve farklı şiddetle ortaya çıkması yani salgının başlangıcı, şiddeti, şekli ve sona ereceği zamanların dünyada eş zamanlı olmamasıdır. Ayrıca salgın hakkında ikinci bir dalganın olma ihtimalinin sürekli olarak konuşulması hizmet sektörünün bu yılını tamamen zora gireceğinin göstergesi olarak karşımızdadır. Dış ticaretteki diğer bir tehlike ise, ihracatımızın önemli bir kısmını yaptığımız AB’dir. Çünkü AB’de yaşanan gelir ve servet kayıpları, Türk ihraç mallarına yönelik toplam talebin de azalacağı ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Dolayısıyla daralan AB pazarı yerine, alternatif pazarların oluşturulamaması ihraç gelirlerimizin azalmasına neden olacaktır. 2019 yılında 180 milyar doları aşan ihraç gelirimizin %50’sini yani 90 milyar dolarlık kısmını AB ülkelerinden elde ettiğimiz düşünüldüğünde, yaşanacak olası %10’luk bir daralmanın Türkiye’ye maliyeti 9 milyar dolar olacaktır. Bu da Türkiye’nin ek finansman ihtiyacını kuvvetlendirecektir. Dış ticaret açığın artması, hizmet dengesindeki gelir azalışları, ülkeye giren döviz miktarının azalmasına, dolayısıyla dış finansmana olan ihtiyacın artmasına neden olacaktır.

3. Türkiye’nin toplam dış borç servisinin büyüklüğüdür. Başka bir ifade ile 2020 Mart-2021 Mart ayı(bir yıl içerisinde) itibariyle yaklaşık 168 milyar dış borç ödemesi yapacaktır. Kamunun(MB dahil)yaklaşık 47 milyar dolar, finansal kuruluşların yaklaşık 51 milyar dolar ve finansal olmayan kuruluşların 70 milyar dolar borç geri ödemesi bulunmaktadır. Salgın nedeniyle gelir yetersizliği yaşayan kamunun ve üretim kayıpları nedeniyle finansal olmayan kuruluşların toplam yaklaşık 117 milyar dolar ödemeyi gerçekleşmek için yeniden borçlanmaya ihtiyacı bulunmaktadır. Kamu bu borç yükünü rasyonel olmayan bir şekilde yüksek faiz ödeyerek karşılayabilir. Ancak finansal olmayan kuruluşların bunu gerçekleştirmesi mümkün değildir. Özellikle finansal olmayan kuruluşların bu borçlarının önemli bir kısmının KÖİ yatırımları nedeniyle oluşan borçlar olduğu düşünüldüğünde, kamunun borç yükü bir kat daha artmaktadır. Ayrıca yaşanan gelir ve servet kayıplarından dolayı borç geri ödeme sorununun çıkma ihtimalinin bulunması, finans sektörünü de zorlayacaktır. Bu dönemde, tekrar başvurulan borç yapılandırma veya öteleme süreci sektörün bilanço üzerinde karlılığının artmasına neden olurken, müşteri kalitesindeki bozulma ve ekonomideki daralma bankacılık sektöründeki sorunu ertelemiştir.  Çünkü tüzel ve gerçek kişilere 2014 yılından buyana neredeyse her yıl uygulanan bu tür yapılandırmalar, kredi kalitesinin bozulduğunu göstermektedir ki buda borcun geri dönmeme ihtimalini kuvvetlendirmektedir.

4. Salgın ile birlikte gelişmiş olmayan piyasalardan 100 milyar doların üzerinde bir sermaye kaçışı yaşanmış ve bu ülkelerde yabancı sermaye girişleri de ani kesilmelere maruz bırakılmıştır. Salgının başlangıcından buyana yaklaşık 10 milyar dolara yakın finansman çıkışı da, Türkiye ekonomisi üzerindeki finansman baskısını artıran bir unsur olarak karşımızda durmaktadır. Küresel finansal oyuncular küresel risk ve belirsizliklerden dolayı Türkiye gibi ülkelerden bir taraftan çıkışları artarken diğer taraftan ülke CDS’ini yükselterek tekrar borçlanma maliyetini artırmaktadır.

Salgın ile birlikte pek çok gelişmiş olmayan ülkenin yaşadığı aşırı döviz ihtiyacından dolayı finansal şoka gireceği muhtemeldir. Türkiye’nin 2020 yılı içerisinde ihtiyaç hissettiği finansmanın temini konusunda daha kalıcı ve sürdürülebilir adımlar atmasına gerek vardır. Merkez Bankasının swap anlaşmaları ile kısa süreli finansman ihtiyacını karşılasa da, son iki, üç yıldır devam eden ulusal ekonomik sorunlar ve salgından dolayı var olan küresel konjonktür, bu şekilde finansman ihtiyacının karşılanabilmesini sürdürülebilir olmaktan uzaklaştırmakta ve sorunu kısa bir sürede olsa ötelemektedir. Türkiye, önümüzde aylar içerisinde daha da artacağı tahmin edilen  bütçe ve cari açıkları ile dış  ve iç borç geri ödemeleri konusunda sorunlar yaşamaya devam edeceği ihtimali kuvvetlenmektedir. Çünkü yabancı sermaye girişlerindeki ani kesilmelerin devam ettiği görülmektedir. Bundan dolayı, döviz kazandırıcı işlemler bakımından dış ticaret politikasını yeniden yapılandırmalı, yerli katma değeri ön plana çıkaran firmaları öncelikli ve yüksek düzeyde teşvik etmeli, bütçe içerisindeki öncelikli olmayan harcamaları durdurmalı, döviz bazlı kar garantili KÖİ anlaşmalarını Türk Lirasına çevirmeli, dış ticarette AB dışında yeni Pazar arayışlarına başlanması konusunda özel sektöre lider olmalıdır. Teşvik ve destek paketlerinin ithal girdi bağımlılığı düşük olan sektörlere daha fazla imkan tanıyacak şekilde revize edilmelidir. Ancak bu şekilde gelişmiş olmayan ülkelerde çıkma ihtimali olan ve küresel boyut kazanması muhtemel olan finansal şoka karşı daha dayanıklı bir ekonomik yapı oluşturabilecektir.  Oluşması muhtemel küresel finansal krizden ekonominin en az şekilde olumsuz etkilenmesinin zeminini hazırlayacak ve ülke ekonomisini bir finansal krizine maruz bırakmayacaktır. Aksi takdirde piyasanın geleceğe yönelik iyimser beklenti satın alma davranışı ortadan kalkar. Aksi takdirde son yıllardaki ekonomik yavaşlama, 2018 4. çeyreğinde, 2019 1. ve 2. çeyreğinde görülen ekonomik küçülmenin 2020 yılının son üç çeyreğinin tamamında devam etmesi kuvvetle ihtimal gözükmektedir.  Böyle bir durum ekonomide çift dipli bir krizin oluşmasına imkân verecektir. Ekonomide çift dipli bir resesyonun oluşması halindeki duruma, “W” tipi krizler yani çift dipli krizler olarak adlandırılır. Böyle bir durum ekonomide şu şekilde kendini gösterir; Bir ekonomi önce resesyona girer (en az üç çeyrek dönem küçülür), daha sonra resesyondan çıkıp, kısa bir süre pozitif büyüme kaydettikten sonra tam bir iyileşme sağlamadan yeniden resesyona girmesi (en az üç çeyrek dönem küçülür) durumunu ifade etmektedir. Türkiye 2018 yılında 4. çeyrekte başlayan ekonomik küçülme yani resesyon 2019 yılı 1. ve 2. Çeyrek dönemlerinde de devam etti. 2019 yılı son çeyrek dönemi ve 2020 yılı 1. Çeyrek dönem ekonomi resesyondan çıkış sinyali vererek ekonomik büyüme sağlamıştır. Ancak 2020 yılının kalan dönemlerinde yüksek düzeydeki üretim kayıplarından dolayı(gıda, tıbbi sektörler hariç) yaşanması muhtemel ekonomik resesyonlar 2., 3. ve 4. çeyrek dönem büyüme rakamlarını negatif çıkarma ihtimali yüksek gözükmektedir. Türkiye ekonomisindeki tahmini küçülmeler çift dipli kriz olarak tanımlanabilecek bir krizin oluşmasına neden olma ihtimali oluşacaktır. Özellikle ülke ekonomisinin 2020 yılı döviz ihtiyacında karşı karşıya kalınacak yetersizlikler W tipi yani çift dipli krizin oluşmasını belirleyecek en temel faktör olacaktır.

 

 

 

Prof. Dr. Mehmet Alagöz

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Ekonomi Araştırmaları Merkezi Başkanı