10 Kasım’da Atatürk’ü Anarken Onu Yeniden Tanımak

Yazan  10 Kasım 2013

Dünya tarihine bakıldığında çok sayıda lider vardır ki, önderlik ettikleri toplumları etkilememiş olsun. Ama önemli olan bu liderlerin toplumu nasıl etkilediğidir. Düşünülürse Hitler de, Mussolini de birer liderdir, ama toplumlarını batağa sürüklemişlerdir. Bu bakış açısından konuya yaklaşıldığında da ülkelerinin geleceklerine olumlu şekilde yön veren ve bu konuda da başarılı olan lider sayısının dünya tarihinde çok az olduğu görülmektedir. Bunların başında da 20. Yüzyılın ilk çeyreğini savaşlarla geçirmiş perişan bir Anadolu halkından modern Türkiye Cumhuriyeti’ni yaratabilen ve önderliği ile bu toplumu modern dünyaya uyum sağlatabilen Atatürk gelmektedir.

O halde akla şu soru gelmektedir.

Liderler nasıl bir özelliktedirler ki, bazıları toplumlarını batağa sokarken bazıları da toplumlarını yüceltmektedir. Bu sorunun cevabı liderlik özelliklerinde gizlidir. Toplumların bulundukları yerden daha üst noktalara çıkarabilen liderler, öncelikle kendisini, toplumunu ve dış dünyayı çok iyi tanımakta ve gerçek dışılıktan uzak projelerin peşinden gitmektedirler. Onlar hayalperest değillerdir ama çok ileri görüşlülerdir. İnsan ve kültürel haklara çok saygılıdırlar ki bu özellik onların sürekli olarak kitleler tarafından benimsenmesine neden olmuştur. Onlar toplumun her kesimi ile iç içedir, onları dinleyerek değişen şartların bu kesimleri nasıl etkilediğini tespit ederler ve gerekirse hatalı uygulamalardan geri dönüş yapabilirler. Sadece iç politika değil dış politikada da çok etkilidirler. Onlar komşu ülkelerden faydalanmak yerine onlarla ortak ve eşit çıkarlar çerçevesinde ilişkiler geliştirirler, böylece de uluslar arası siyasi ortamın en değerli kişileri olurlar. Bu özelliklere daha çok sayıda ilaveler yapmak mümkündür.

Ya da daha kolayı Atatürk’ün hayatına anekdotlarla bakmak yerindedir.   

Demokratik bir devlet yapısını kurması açısından…

Peygamberimiz Hz. Muhammed, Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde Medineliler kendisine büyük bir sevinçle, saygıyla kucak açmışlardır. Medine gerçekten de Peygamberimiz için çok önemli bir yerdir. Çünkü burada bir İslam medeniyetinin ve İmparatorluğunun temelleri atılmıştır. Medine’deki ilk günler, aslında kolay geçmemiştir. Çünkü burada Peygamberimizi izleyip Müslüman olanlar kadar Yahudiler ve Hıristiyanlar da yaşamaktadır ve onlar Hz. Muhammed’in gelişinden sonra kendilerini nasıl bir son beklediği konusunda endişelidir. Fakat aslında bu endişe yersizdir. Çünkü kısa bir süre sonra Peygamberimiz bu farklı din grupları ile görüşmüş ve onlarla günümüzdeki çok kültürlülük algılamalarına dahi örnek olacak bir antlaşma olan “Medine Vesikası” nı hayata geçirmiştir. Kısaca onların Medine’de kalmalarında bir sakınca olmadığı, herkesin kendi din ve inancını aynı şekilde sürdürebileceği ve herhangi bir zorlama ile karşılaşılmayacağı vurgulanmaktadır. Bu vesika çok önemli olmuştur. Çünkü hem Araplar, hem de ardından gelen Türkler tarafından İslam dininin bir hoşgörüsü ve insan haklarına saygısı olarak her ele geçirilen topraklarda istisnasız uygulanmıştır. Aradan 1550 yıldan biraz fazla zaman geçmiştir. 1923 yılında Atatürk önderliğinde ulus devlet kurulmuş ve Cumhuriyet ilan edilmiştir. Fikir babası ve yaratıcısı tabii ki Atatürk’tür. Bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine yerleşecek şekilde vatan ve ulusal kimliği içine alan millet tanımı Atatürk tarafından şöyle yapılmıştır. “Geçmişten buyana zengin bir hatıra mirasına sahip olan, Beraber yaşamak arzusu güden ve Sahip olunan mirasın korunmasında tereddüt göstermeyen insan topluluğuna millet denir.” Burada önemli bir husus vurgulanması gereklidir. Atatürk bu tanımım içine ortak din olgusunu açık şekilde yerleştirmemiştir. Bunu dinsizlik olarak algılamak Peygamber’imize de saygısızlık olarak görülmelidir. Çünkü burada Müslüman birliğe vurgu yapılmamasının ana sebebi Türkiye’nin geleceği için can vermeye hazır farklı din gruplarının da var olmasıdır. Burada önemli olan husus, gelecekte birlikte yaşama ve kazanımların ortaklaşa korunması esasıdır. Bu nedenle de Peygamber’imizi en iyi anlayan ve O’nun yüce izinden gitmeye çalışan liderlerin başında Atatürk gelmektedir.

Savaş liderliği ve Komutanlık açısından;

Kurutuluş savaşının en önemli dönüm noktası Sakarya Meydan Muharebesidir. Yunan kuvvetleri İngiliz desteğini almışlar ve Aslıhanlar’da Türk birliklerinin geri çekilmesini bozgun olarak nitelendirerek daha saldırganlaşmış halde Sakarya’da temasa girmişlerdir. Türk kuvvetleri bozguna uğramamıştır fakat Atatürk en önemli direniş gücünün de zayıflamasını istememiştir. Bu nedenle de Sakarya nehri Yunan kuvvetleri ile arada bir engel olarak bırakılarak doğusuna savunma için hazırlık yapılmıştır. 22 gün ve gece sürmüştür muharebe ve gerçek anlamda Yunan kuvvetlerinin de sonunu getirmiştir. Ama nasıl. Muharebelerin en şiddetli anları ve Türk kuvvetlerinin direnme gücünün sonu gibi görünen kısmı olan 11. ve 12.  günlerde, Türk kuvvetlerine Atatürk tarafından bir emir ulaştırılmıştır. “Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı kanla sulanmadıkça terk edilmeyecektir.” Bu neden önemlidir? Önemini Yunan subayları şöyle anlatmaktadır. “Bir anda Türklerin savaşma şekli değişti. Bizimle hep aralarına mesafe koymaya başladılar. Bir anda geri çekiliyor sanıyorduk, ama bir sırt arkasında yeniden direnişle karşılaşıyorduk. Her direnişte bir kısmımız telef oluyordu, ama onlar hiç zayiat vermiyordu. Bir süre sonra ne yapacağımızı şaşırdık kaldık. Çünkü ilerlesek anlamı yok ve yok olup gideceğiz. Beklesek yine zayiat vermeye devam edeceğiz, çünkü beklediğimizde onlar da üzerimize geliyordu.” Sonuçta bu strateji başarılı olmuş ve yunan kuvvetleri çok önemli bir gücünü kaybederek Sakarya’nın batısına geri çekilmiştir. Ardından da savaş kazanılmıştır. Atatürk’ün bu stratejisi, statik ve mevzi savaşına dayalı dünya savaş anlayışını kökünden değiştirmiştir ve İkinci Dünya Savaşında birçok muharebe, Atatürk’ün savaş stratejisi anlayışı içinde yapılmıştır.

Vatanseverlik açısından;

1919 yılının son aylarında her Batılı devlet gibi Amerika Birleşik Devletleri de Mustafa Kemal’i ve milli mücadeleyi merak etmektedir ve General Harbord eşliğinde bir heyet göndermiştir. Uzun bir görüşme sonunda General, Atatürk’e şöyle bir soru sormuştur. “Ulus, tasarlanıp, gereken her türlü girişim ve fedakârlığa başvurduktan sonra başarı sağlanamazsa ne yapacaksın?” Atatürk’ün cevabı şöyledir. “Bir ulus varlığını ve bağımsızlığını kurtarabilmek için düşünülebilen her türlü her türlü girişim ve fedakârlığı yaptıktan sonra başarıya ulaşır. Ya başaramazsa demek, o ulusun ölmüş olduğu hükmüne varmış olmak demektir. Öyleyse, ulus yaşadıkça ve fedakârca girişimlerine devam ettikçe başarısızlık da söz konusu olamaz.” Gerçekten de Atatürk Türk milletini ve bu dönemdeki ruh halini çok iyi tanımakta ve bu hali nasıl kullanabileceğini çok iyi bilmekteydi. Bir o kadar da karşısındaki düşmanı ve onun imkânlarını, zayıf taraflarını çok iyi tanımaktaydı. Bu nedenle de hem arkadaşlarından, hem de düşmandan çok ileridedir. Bu da etrafındaki herkesin kendisine inanmasını ve güvenmesini sağlamıştır.

Dış Politika anlayışı açısından;

Atatürk Misak-ı Milli sınırını çizmiş fakat İskenderun Sancağı ile Musul bölgelerini Türkiye’nin sınırları dışında kalmasına bir süreliğine katlanmak zorunda kalmıştır. O dünya siyasetini çok iyi yorumlayabilen büyük bir liderdir ve bu iki bölgenin Türkiye’ye dahil edileceği ortamın oluşacağına yürekten inanmaktadır. Nitekim 1936 yılında Fransa’nın Suriye mandater yönetimi bırakma kararı ile bu fırsat ortaya çıkmıştır. Fakat ortada ciddi bir problemler zinciri vardır. Öncelikle Fransa İskenderun Sancağı’nı Suriye’ye bırakma temayülü göstermektedir. Bunun yanında Türk hükümeti de Fransa ile bir mücadeleye girmekten korkmaktadır. Bu dönemden itibaren devreye giren Atatürk muhteşem bir dış politika anlayışı içinde bütün dünyaya Sancağın aslında Türkiye’nin toprağı olduğuna inandırmıştır.

Sancak Türkleri de boş bırakılmamış ve direniş için teşkilatlandırılmıştır. Atatürk için ise Sancağın Türkiye’ye dahil edilmesi konusu bir namus meselesidir. Fakat hükümet üzerinden hala Fransa korkusunu atamamaktadır. Atatürk bu konuda yaptığı konuşmalarda sürekli olarak Fransa’nın esas meselesini yaklaşan yeni bir dünya savaşı olduğu ve yanı başındaki bir Almanya sorunu varken ancak için asla Türkiye ile askeri bir mücadeleye giremeyeceği yönündedir. Fakat yinede bu korku ortadan kalkmamaktadır. Bu duruma çok içerleyen Atatürk bütün tartışmaların sonunu şu ünlü cümleleriyle yapmıştır.

Dava benim şahsi davamdır ve icap ederse yine şahsen halletmem gerekir. Binaenaleyh şayet böyle bir zaruret karsısında yani işi silahlı bir hareketle halletmek zorunda kalırsak, tutacağım yolu da çoktan kararlaştırmış bulunuyorum. Böyle bir durumda derhal Devlet Reisliği’nden hatta mebusluktan istifa edeceğim, serbest bir Türk vatandaşı olarak bu işte çalışan arkadaşlarla beraber Hatay topraklarına geçeceğim. Oradaki mücahitlerle ve Anavatandan kaçıp bize katılacağından şüphe etmediğim kuvvetlerle meseleyi yerinde ve içten

Halletmeye çalışacağım; isterse Türk hükümeti, beni ve arkadaşlarımı asi ilan eder ve hakkımızda takibat da yapar”

 

İleriyi Görebilen bir devlet adamı açısından

Ata’nın 1933 yılında yaptığı bir konuşma Onun ne kadar ileri görüşlü ve bir milletin ebediyen ayakta kalması için gerekli olan esasları nasıl belirlediğinin çok önemli bir örneğidir.

Bugün Sovyet Rusya, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir. Bugün elinde tuttuğu milletler, avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşır. O zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim, bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, öz kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız.

Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevî köprülerini sağlam tutarak! Dil bir köprüdür; İnanç bir köprüdür; Tarih, bir köprüdür. Bugün biz bu kitlelerden dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından uzak düşmüşüz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekir. Tarih bağı kurmamız lazım; folklor bağı kurmamız lazım… Bunları kim yapacak? Elbette biz. Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz dil encümenleri, tarih encümenleri kuruluyor. Dilimizi onların diline yaklaştırmaya böylece birbirimizi daha kolay anlar hale gelmeye çalışıyoruz. Ortak bir mazi yaratmak peşindeyiz. Bunlar açıktan yapılmaz, adı konularak yapılmaz, bunlar devletlerin ve milletlerin düşünceleridir.

Ben bugün ileri bir Türkiye kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye’sinin temellerini atmaya da o kadar dikkat ediyorum. Bu yaptıklarımız hiçbir millete düşmanlık değildir. Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız… Ama durmadan değişen dünyada yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız…”

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, Ruhun Şad Olsun…

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display