< < AB, Türkiye ve “Yalancı Bahar”: Yozlaşmış İlişkiler Perspektifinden Mülteci Pazarlığı ve “Geri Kabul Anlaşması”
 Bu sayfayı yazdır

AB, Türkiye ve “Yalancı Bahar”: Yozlaşmış İlişkiler Perspektifinden Mülteci Pazarlığı ve “Geri Kabul Anlaşması”

Yazan  04 Aralık 2015

Türk dış politikasında Rusya Federasyonu’yla yaşanmakta olan uçak krizi nedeniyle geçen hafta dikkatlerden kaçan bir başka önemli olay, 29 Kasım 2015’te Türkiye ile AB arasında Brüksel’de gerçekleştirilen zirvede, ülkelerindeki iç savaştan kaçan Suriyeli mültecilerden oluşan göçmenlerin AB ülkelerine akınını kontrol altına almak ve engellemek için birlikte çalışma ve işbirliği yapma konusunda varılan mutabakattı. Ayrıntılarına aşağıda dikkat çekeceğim bu mutabakat, AKP iktidarının ve ona yakın medya gruplarının uyguladıkları “algı yönetimi” çerçevesinde kamuoyuna AB’yle ilişkilerde bir “yeni bir dönem”[1], “AB’yle kucaklaşma”[2], “tarihi bir anlaşma ve bahar”[3] şeklinde yansıtılsa da, gerçek durum gerek insani, gerek ahlaki, gerek politik ve gerekse ulusal çıkarlar açısında bunun tam aksi yöndedir.

Bu mutabakat aynı zamanda AKP iktidarları döneminde AB-Türkiye ilişkilerinin ne kadar yozlaştığını, ne kadar ikircikli hale geldiğini göstermesi açısından da son derece manidardır. Zira bu mutabakatla, AB ülkeleri liderleri kendi ülkelerine yönelik mülteci akınını engellemek için Türkiye’de demokrasi ve hukuk açısından yaşanan/yaşanmakta olan skandalları ve endişeleri herhangi bir tartışma konusu yapmadan bunları rahatlıkla bir kenara itebilmişlerdir. Oysa daha 10 Kasım 2015’de yayınlanan “Avrupa Komisyonu 2015 AB Türkiye İlerleme Raporu”nda[4]reform sürecinde ilerleme kaydedilememesi, ifade ve basın özgürlüğü, bağımsız ve tarafsız yargı konularında oldukça olumsuz sayılabilecek eleştiriler yer almış, zaten bundan dolayı da AKP iktidarının isteğiyle raporun yayınlanması 7 Kasım 2015 genel seçimleri sonrasına bırakılmıştı. Ve yine bu raporun oluşturulması sürecinde, AB Komisyonu Ekim ayında Türk vatandaşlarına vize muafiyeti, ek mali yardım, müzakerelerin yeniden başlatılması ve Türk liderlerinin AB zirvelerine davet edilmesi karşılığında Suriyeli mültecilerin Türkiye’de barındırılmasına ilişkin önerisini dile getirmiş, bu teklifler dönemin AB Bakanı Beril Dedeoğlu tarafından da sert bir şekilde eleştirilmişti.[5] Dolayısıyla o gün ilerleme raporunun eleştiriler açısından biraz daha yumuşak çıkması için AB yetkilileri tarafından yapılan ve iktidar çevreleri tarafından “ahlaksız” ve “çirkin” addedilen bu teklifin 29 Kasım 2015’te AB ile Türkiye arasında somut bir mutabakata dönüşmesi gerçekten düşündürücüdür.

Söz konusu mutabakatın içeriğine bakıldığında, AB ülkelerine yönelik mülteci akınıyla mücadelede işbirliği karşılığında AB Türkiye’yle ilişkilerini üç temel alanda geliştirme taahhüdü vermektedir:

i) AB’ye üyelik sürecinin hızlandırılması,

ii) 400 bin Suriyeli mültecinin yasal yollarla AB’ye alınması ve geriye kalan mültecilerle ilgili olarak Türkiye’ye 3 milyar Euro finansal destek,

iii) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına Schengen Bölgesi’nde vize serbestisi.

 

AB’nin sunduğu bu üç taahhüdün hayata geçirilmesi ise Türkiye’den talep edilen konuları ne derece yerine getirip getirmeyeceğine bağlanmıştır. Bu çerçevede, Türkiye’nin sınır güvenliğini arttırması, insan kaçakçılığıyla etkin mücadele etmesi ve “Geri Kabul Anlaşması”nı imzalanması AB tarafından şart koşulmuştur.

 

Yozlaşmış İlişkiler, İkirciklikler ve Dış Politika

Gerek iç politikadaki gerekse dış politikadaki sıkışmışlığı, tutarsızlıkları, yalnızlığı, prestij kaybını ve imaj bozukluğunu düzeltmek noktasında AKP iktidarı açısından adeta “can simidi” işlevi gören bu mutabakat, aslında hem ulusal çıkarlar açısından hem de dış politika ve güvenlik açısından oldukça riskli ve olumsuz unsurlar taşıyan, Türkiye’yi mülteci krizi konusunda yeni sorun ve sorumluluklarla baş başa bırakan ve buna karşılık gerek ilişkilerdeki çarpıklığı düzeltmek açısından gerekse AB’ye tam üyelik açısından müzakere fasıllarında Türkiye lehine hiçbir fark yaratmayan bir belgedir.

İlkin, Türkiye ile AB arasında 16 Aralık 2013’te imzalanan “Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakat Metni” ve imzalanması istenen “Geri Kabul Anlaşması”nın Türkiye lehine adeta bir pembe tablo gibi ve bir lütufmuş gibi yansıtılması açık bir çarpıtmadan ibarettir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının AB üyesi ülkelere vizesiz seyahat edebilmeleri ve bunun karşılığında Türkiye’nin kendi ülkesinden transit olarak AB üyesi ülkelere düzensiz olarak geçen üçüncü ülke vatandaşı veya vatansız göçmenleri ve Suriyeli mültecileri geri alma taahhüdü anlamına gelen bu anlaşmayla, Türkiye yasadışı göç konusunda adeta AB’nin “tampon bölge”si haline yani deyim yerindeyse “mülteci çöplüğü” haline gelecektir. Bu gelişme bile göstermektedir ki, AB kendi içinde yarattığı barış ve güvenlik havzasının sınırını Meriç Nehri, Ege Denizi ve Kıbrıs’ı da kapsayacak şekilde Doğu Akdeniz olarak çoktan tespit etmiş durumdadır. Bu sınırların dışında kalan alan AB’nin tampon bölgesidir ki, bu alanlar güvenliğin ve hukukun olmadığı şiddetin kol gezdiği hukuksuz topraklardır ki orası da Türkiye ve onun ötesidir. Kaldı ki bu anlaşmayla Türkiye’ye “siz yükümlülüklerinizi yerine getirin, sınırlarınızı kendiniz için değil bizim için koruyun ve ülkenizden geçen/geçmekte olan bütün yasadışı göçmenleri ve mültecileri alın ki, bunların karşılığında biz de size en erken Ekim 2016’da nitelikli çoğunlukla alacağımız bir kararla Schengen bölgesine vize muafiyetini sağlayabilecek adımları atabilelim” denmektedir. Yani gelecek adına Türkiye’ye Schengen bölgesine vize muafiyeti konusunda AB aslında hiçbir garanti vermemektedir. Diğer taraftan, Gümrük Birliği üyesi fakat AB üyesi olmayan bir yapı içerisinde Türkiye’ye sağlanacağı söylenen bu vize muafiyeti bir lütuf değil aslında çok geç kalmış olan ve Gümrük Birliği çerçevesinde zaten uygulanması gereken bir haktır. Ama gelin görün ki, Türkiye, Gümrük Birliği’ni uygularken, kendisinin tanımadığı, ancak AB’nin “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak tanıdığı Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ni muhatap kabul etmezse Schengen bölgesine vize muafiyeti uygulaması hiçbir şekilde yürürlüğe girmeyecektir. Bu durum Türkiye’nin ulusal çıkarları ve Kıbrıs politikası açısından tam bir paradokstur. Bundan dolayı, Kıbrıs’taki çözüm müzakerelerinin 2016’da fazla gecikmeden olumlu sonuçlanması gerekmektedir ki, AKP iktidarının daha önceki deneyimlerinde de gösterdiği gibi, bu durum başta Kıbrıs olmak üzere Ermenistan, Yunanistan gibi ülkelerle de olan egemenlik ve güvenlik sorunlarının çözümünde AKP iktidarının yeni tavizler vermeye hazır olduğunu çok net olarak ortaya koymaktadır.

İkinci olarak, Türkiye’nin milyonlarca mülteciyi (uzmanlar tarafından bu konuda öngörülen sayı beş milyon civarındadır) gelecekte de kendi ülkesinde barındırması ve bunlara yenilerinin eklenmesi, zaten kırılgan bir yapıda olan Türkiye için kaostan başka hiçbir sonuç doğurmayacaktır. Zira, bu tür kontrolsüz ve büyük çaplı nüfus hareketleri ve özellikle de iç savaş yaşayan ülkelerden gelen büyük göç dalgaları hangi ülkede durursa doğası gereği, o ülkede de benzeri çatışmaları tetikleme gücüne fazlasıyla sahiptir. Ve yine bu tür büyük göçlerle ortaya çıkan yeni toplumsal tablo ekonomik, sosyal, siyasal, hukuki ve güvenlik sorunları yaratarak ülke içerisinde her anlamda ciddi gerginliklere ve bunalımlara yol açabilme kapasitesine sahiptir. İşte AKP iktidarı Türkiye’nin zaten yaşamakta olduğu bu sorunların, AB’yle vardığı bu mutabakatla kendisi açısından daha da katlanarak büyümesini göze alarak, partisel, kişisel ve ideolojik siyaset hesapları uğruna Türkiye’yi sonuçları açısından çok ağır ve kronik olması kuvvetle muhtemel yeni bir güvenlik sorunuyla karşı karşıya bırakmakta herhangi bir beis görmemiştir.

 

Yeni Felaketlere Doğru Türkiye…

Doğrusu, Türkiye’nin bundan sonra ulusal güvenlik ve toplumsal barış konusunda yaşayacağı felaketler sürpriz sayılmamalıdır bu tür politik kararlar karşısında. İzlemekte olduğu Neo-İslamcı ve Neo-Osmanlıcı politikalar sonucunda Türkiye’yi zaten yasadışı göç ve mülteciler konusunda yol geçen hanına çeviren ve adeta Ortadoğululaştıran AKP iktidarının, iç ve dış politikadaki sıkışmışlığını ve yalnızlığını aşmak ve AB’ye yaranmak adına böylesi bir mutabakata varmış olması, tıpkı Aralık 2004’teki Brüksel Zirvesi’nde Türkiye’ye hayali ve imkânsız –hadi daha iyimser bir gözle “yarım yamalak”− bir AB üyeliği sunan “Müzakere Çerçeve Belgesi”ni kabul ettirilmesi olayının bir benzeri gibidir. AB, mevcut siyasal ve hukuksal yapısı itibariyle Türkiye’nin birliğe asla üye olamayacağını uzunca bir süredir zaten kavramış durumdadır. AB’nin başından beri tek derdi, Türkiye’nin üyelik umuduna bu şekilde ara ara canlılık vererek hem birliğin çıkarlarını hem de birliğe üye ülkelerin çıkarlarını Türkiye üzerinden maksimize etmektir. Bundan dolayı Türkiye AB’nin gözünde “aday ülke” değil, artık bir “komşu ülke”dir, bir “tampon ülke”dir.

AB’nin AKP iktidarıyla Suriyeli mülteciler üzerinden yapmış olduğu bu “insan pazarlığı” aslında Avrupa’nın/Batı’nın Türkiye’ye, Türklere ve İslam dünyasına bakışını ve tavrını çok net bir biçimde ortaya koymasına rağmen, son yıllarda ulusal olarak içerisine düştüğümüz kimlik ve değerler yozlaşması, ikircikli siyaset tavırları bu gerçeği görmemizi ve buna karşı ilkesel ve ulusal bir duruş sergilememizi engellemeye devam etmektedir.

 

Sonuç Yerine: “Pax Romana”, “Limes” ve “Terra Incognitae”

Türkiye’nin ve Türklerin son 200 yıldır Avrupa/Batı karşısındaki bu durumu tarihsel olarak “Pax Romana” (Roma Barışı) olgusunu hatırlatmaktadır aslında. Roma İmparatorluğu’nun gücünün doruğunda olduğu “Pax Romana” dönemi, imparatorluğun sınırları içerisinde barışın ve zenginliğin hâkim olduğu bir dönemdi ve bu dönemde merkeze bağlı sistemin sürekliliği, güçlü bir ordu ve hukuk düzenlemelerinin varlığıyla sağlanmaktaydı.

“Pax Romana”, aynı zamanda “hukuk”la kavranan “şiddetten arınmış”, “güvenli” bir mekânın adıydı. “Pax Romana”nın bittiği yerde ise “Terra Incognitae”nin (bilinmeyen topraklar) “hukuksuz topraklar”ı başlardı. Bu ikinci mekânın temel niteliği, “kişi özgürlüğünün ve güvenliğinin olmadığı”, şiddettin alabildiğine kol gezdiği “istikrarsız topraklar” olmasıydı. Diğer taraftan, “Pax Romana” ile “Terra Incognitae” aralığında üçüncü bir mekân daha vardı: “Limes”... “Limes”, “Pax Romana”nın güvenliğini sağlayan “tampon” bir bölgenin adıydı. Hukuksal olarak Roma’nın bir parçası olsa da, Limes’de yaşayanlar “Romalı” sayılmazlardı.

Toplumsal ve medeni davranışlardan, alacak-verecek ilişkilerine, diplomasiden savaş kurallarına kadar her konuyu “Pax Romana”da hukuk kuralı haline getiren Romalılar, kendi güvenliklerinin bekası adına bu kurallara uyarlarken; diğer taraftan, “Terra Incognitae” ve “Limes”de yaşayanlara, yani “öteki”lerine karşı uyguladıkları gayri insani ve etik dışı yöntemlerle de “Pax Romana”nın meşruiyetini oluşturmaktaydılar.

 
   

 

 

Evet... İşte, Türkiye’nin özel olarak “Avrupa” genel olarak da “Batı” karşısındaki siyasal, sosyal, kültürel, hukuksal ve anayasal durumu tam da bu işte! O zamanlar “Limes”de yaşayanlar “Romalı” olmadıklarının farkında mıydılar, değil miydiler bilinmez ama Türkiye’de yaşayanların çok büyük çoğunluğunun aslında son 200 yıldır “Limes”de hatta “Terra Incognitae”de yaşadıklarının farkında olmadıkları kesin! Yozlaşmış ilişkiler perspektifini kendilerine zemin yapan AKP iktidarının ve AB liderlerinin gerçekleştirdiği bu “çirkin” ve “ahlaksız” mutabakatı resmi twitter hesabından mağrur bir edayla yorumlayan Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve anayasa hukuku profesörü Burhan Kuzu’nun yukarıdaki tweeti sizce bu gerçeği doğrulamıyor mu?


[1]“Ekim 2016’da Vizesiz Avrupa”, Yeni Şafak Gazetesi, 30 Kasım 2015, http://www.gazetemanset.com/yenisafak-gazetesi/30-kasim-2015

[2]“AB ile Kucaklaşma”, Türkiye Gazetesi, 30 Kasım 2015, http://www.gazetemanset.com/turkiye-gazetesi/30-kasim-2015

[3]“AB ile Bahar”, Hürriyet Gazetesi, 30 Kasım 2015, http://www.gazetemanset.com/hurriyet-gazetesi/30-kasim-2015; “Tarihi Anlaşma”, Posta Gazetesi, 30 Kasım 2015, http://www.gazetemanset.com/posta-gazetesi/30-kasim-2015

[4]Bkz. Avrupa Komisyonu AB 2015 Yılı Türkiye Raporu, 10 Kasım 2015, Brüksel, http://www.ab.gov.tr/files/000files/2015/11/2015_turkiye_raporu.pdf

[5]“İlerleme Raporu Öncesi AB’den Çirkin Teklif”, http://www.haberturk.com/gundem/haber/1152153-ilerleme-raporu-oncesi-abden-turkiyeye-cirkin-teklif, 12 Kasım 2015.

Doç. Dr. Bülent Şener

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı