< < Post modern totalitarizmin sert rüzgarlarında ve Coronavirus günlerinde diplomasinin dayanılmaz hafifliği İlke ve ilkesizlik üzerine, işine geldiği gibi…
 Bu sayfayı yazdır

Post modern totalitarizmin sert rüzgarlarında ve Coronavirus günlerinde diplomasinin dayanılmaz hafifliği İlke ve ilkesizlik üzerine, işine geldiği gibi…

Yazan  18 Ağustos 2020

Siyasal İslam’ın iktidara geldiği 2002 yılından bugüne Türkiye’nin, yaşamın hemen her alanında zorlandığı değişim, dönüşümbundan bir yüz yıl sonra ak sakallı tarih babanın defterine nasıl yazılacak, nasıl değerlendirilecek, bilinmez ama bugün ülkenin içinde olduğu ahval ve şeraitin tezahür ettiği tablo, rasyonel düşünmeyi ilke edinmişler açısından kelimenin tam anlamıyla bir ‘distopya’ya işaret ediyor.[1]

2000’li yıllardan itibaren küresel ve bölgesel gelişmeleri yönlendiren isimler siyasi açıdan popülizmi[2] adeta doruk noktasına taşıdılar.

ABD’de Trump, Rusya’da Putin, Çin’de Xi Jinping, İngiltere’de Johnson, İtalya’da Berlusconi, Fransa’da Sarkozy, İsrail’de Şaron, Netanyahu ve Türkiye’de Erdoğan, dünya siyasi tarihinin halen içinde yaşamakta olduğumuz bu dönemine damgasını vurdu.

2000’li yıllardan bugüne, bölgesel ve küresel siyasette öne çıkan bu isimlerin tamamı, popülizmi etkin bir biçimde kullandı; çoğulculuğu değil çoğunluk iktidarını önceleyerek, kamusal çıkarı değil, yandaş ve destekçilerinin çıkarını gözettiler, milliyetçi, dinci, mezhepçi retorikleri büyük bir ustalıkla kullandılar. İnternetin ve özellikle sosyal medyanın “yeni kamusal alan” özelliğinden sonuna kadar yararlandılar.

Bu süreçte hızla, küresel sermayenin çıkarları ile uyumlaştılar, neoliberal sistemin içinde güçlü bir şekilde konumlandılar.

Demokrasinin kurumsallaşıp kökleştiği, ABD, İngiltere, Fransa gibi ülkeler dışında, popülizmin esir aldığı ülkelerde seçimler, yasama süreçleri, yargı bağımsızlığı gibi klasik demokrasi pratikleri, göstermelik hale geldi, özgürlükler büyük ölçüde askıya alındı ve bu ülkelerin toplumları hızla popülist liderlerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde değiştirildi, dönüştürüldü.

Hasbel kader sandıktan çıkanların, piyasacıların onayını alanların ya da küresel oyun kurucuların önlerini açmasıyla iktidara taşınanların, ömür boyu “Başkan”, “Cumhurbaşkanı” ya da “Parti lideri” olmaları yadırganmamaya başlandı.

Rusya ve Çin örneklerine kısa süre içinde Türkiye’nin de eklenmesi olasılık dışı görünmüyor.

Bu aşamadan sonra söz konusu bu liderlerin yaklaşımlarını sadece “popülizm” olarak değerlendirmek; gelişmeleri algılamakta, anlamakta ve anlamlandırmakta yetersiz kalmaya başladı.

Seçimlerin göstermelik duruma gelmesi, güçler ayrılığı ilkesinin ortadan kaldırılması, parlamento, sivil toplum örgütleri gibi demokrasinin kritik unsurlarının giderek işlevsizleştirilmesi, devlet mekanizmasının tek bir kişiye bağlı olduğu yeni sisteme, popülizmin bir adım ötesine geçerek bakmak bugün yaşanmakta olan süreci anlamak açısından kritik önemi haiz!

Bu noktada iktidarda kalmak için hemen her koşulu kullanan, iç ve dış politikayı kişisel çıkarlara göre şekillendiren, ulusal ve evrensel ilkeleri yok sayan ya da kendi bakış açısına göre tanımlayan, devlet ve kamu kaynaklarını sorgusuz sualsiz harcayan liderlerin büyük ölçüde nepotizm üzerine inşa etmekte olduğu sistemi artık post modern totalitarizm olarak tanımlamak gerekiyor.

Başka bir deyişle post modern totalitarizmi, popülizm üzerinden yapılandırılan yeni sisteminyeni aşaması şeklinde değerlendirmek de olası.

Bir anlamda, dünyanın içine sürüklenmekte olduğu yeni orta çağın yeni yönetim biçimi.

Türkiye ise ülkeyi 18 yıldır yöneten siyasal İslam zihniyetinin, sıradan bir insanın algı çerçevesinin içine alamayacağı kadar güçlü bir pragmatizmle çarpan etkisi yapması sonucu ortaya çıkan yeni sistem; bir çok özelliği ile diğer ülkelerden ayrılıyor.

Bu önemli konunun teorisini siyaset bilimciler ve siyaset felsefecileri daha sonra güçlü şekilde ortaya koyacaktır kuşkusuz!

Post modern totalitarizmin kendisini hissettirmeye başladığı bu dönem içinde ortaya çıkan Coronavirus Pandemisi’nin küresel sistemi siyasi, ekonomik ve toplumsal açıdan esir alması, dünya tarihinde bugüne kadar eşi benzeri görülmemiş yeni bir döngünün başlayacağına işaret ediyor.

Bu döngünün, siyasal, ekonomik ve sosyal boyutlarını başka bir yazının konusu yapalım ve bu tablo içinde Türkiye’nin son dönemdeki dış politika uygulamalarını gazetecilik pratiği üzerinden kolaj yaparak mercek altına alalım.

Diplomaside yeni normal: İlkesizlik

Bu noktada, lafı hiç uzatmadan açıkça söylemek gerekir ki;

“Rasyonel olması, ulusal çıkar üzerine temellendirilmesi gereken dış politika, Türkiye’deki siyasal İslam iktidarının kavramları kendine göre tanımlaması, çıkar önceliklerini değiştirmesi ve rasyonalite yerine İslamcı “ideolojik” yaklaşımı benimsemesi nedeniyle, ilkesellikten hızla uzaklaşıp Türkiye’nin periferinde İhvan iktidarlarının yönetimde olduğu bir dizi ülkenin Halifesi olmayı hedefleyen, tek kişinin iki dudağı arasına hapsoldu.”

Cumhuriyetin kuruluş felsefesi doğrultusunda 2000’li yılların başına kadar yürütülen dış politika ilkeseldi ve ülkenin çıkarlarını rasyonel biçimde ele alan Hariciye bürokrasisinin imbiğinden geçerek belirlenmekteydi.

Kılı kırk yaran ve gelişmeleri kuyumcu terazisi hassasiyeti ile tartan hariciye, küresel sistemin en dalgalı, en fırtınalı günlerinde bile Türkiye’nin rotasını sabit tutmayı başarmış,siyasetin ülkenin bekasının önüne geçmesine izin vermemişti.

Bugün ise tablo çok vahim bir vaziyette tezahür ediyor…

Dış politika gibi ülkenin ve toplumun bekası açısından kritik önemi haiz bir konu, siyasal İslam’ın iç politikada en güçlü tahkimat aracı olarak kullanılıyor.

Hamaset, içi boş milliyetçilik, etnikçilik, mezhepçilik….

İçinde, tek adam rejimini güçlendirecek, 18 yıldan buyana popülizmin hayal dünyasında cahil bırakılan kitleleri tahkim edecek bütün unsurları taşıdığı için, dış politikanın ideolojik kullanımında ilk darbeyi yiyen “ilkesellik” ilkesi  oldu!

“Rusya’nın Suriye’de, Türkiye’nin Libya’da ne işi var?”

Bugün dış politikanın dümenini tutan Saray için önemli olan, herhangi bir dış politika konusunun güçlü şekilde iç politikaya tahvil edilip edilmemesi, Türkiye’deki rejimi güçlendirecek ve bu rejimi besleyen kitleleri siyasal açıdan tahkim edecek özelliklerinin bulunup bulunmaması, sistemden beslenen kişi, kurum ve yapıların daha fazla nemalanıp nemalanmayacak olmasıdır!

Ancak bunların ötesinde asıl mesele, söz konusu kişinin -siyasal İslam’ı Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da güçlü biçimde iktidara taşıma projesi olan Arap Baharı’nın iflas etmesine karşın- bir türlü vazgeçmeye yanaşmadığı İhvan sistematiği içindeki post modern totalitarizm/hilafet amacı/hayalidir!

İlkesellik yaklaşımına dönecek olursak, bu yaklaşımın görünür olarak ilk iflas ettiği yer Suriye oldu.

Türkiye’deki siyasal İslam yönetimi, Suriye’de İhvan’ı iktidara taşımak için Hariciyenin ülkenin kuruluşundan buyana ayrılmadığı ilkeleri bir anda yerle yeksan etti.

2011’den sonra Hariciyenin yıllardır üzerinde hassasiyetle durduğu komşu ülkelerin iç işlerine karışılmaması, bu ülkelerin toprak bütünlüklerinin korunması, ahde vefa[3] ilkeleri yok sayıldı, ülke içindeki silahlı kalkışma; Suriye’nin BM tarafından tanınan meşru hükümetine karşı, terörist gruplar açıkça ve güçlü şekilde desteklendi.

Cumhuriyetin kuruluş felsefesi içinde yer alan “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesi yok sayıldı. İhvan’ı, Şam’da iktidara getirebilmek için her yola başvuruldu. Ancak başarılı olunamadı. Suriye yönetimi direnebildiği yere kadar direndi, direnemediği noktada da Soğuk Savaş döneminden beri yakın ilişki içinde olduğu Moskova yönetimini yardıma çağırdı.

İşte bu noktada hamaset öne çıkmaya başladı.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 29 Şubat 2020’de, partisinin milletvekilleriyle yaptığı bir toplantıda, Rusya lideri Putin ile görüşmesine ilişkin bilgi verirken, “Bize diyorlar ki ‘Sizin orada ne işiniz var” Şu anda Suriye tabi ki diyorlar, işgal altındaki topraklarını korumak durumundadır. Bunu da çok açık net söyleyenlere söyledim. Dedim ki, kusura bakmayın; biz oraya Esed’in davetlisi olarak gitmedik. Biz oraya Suriye halkının davetlisi olarak gittik” dedi.

Konuşmasının devamında da şunları söyledi:

“Suriye halkı ‘tamam bu iş bitti” demeden bizim oradan çıkmaya niyetimiz yok. Bunu da dedim özellikle bilmenizi istiyorum. Dün sayın Putin’e de söyledim. ‘Sizin orada ne işiniz var’ Üs kuracaksanız üssü yine kurun. Ama şu anda siz bizim önümüzden çekilin, rejimle baş başa bırakın. Biz gereğini yaparız. E tabi ona da ‘biz çekildik’ diyemiyorlar. Menfaatleri nedir? İnanın bunu çözebilmiş değiliz. İki üç tane üs ise e kurun. Bununla bizim bir derdimiz yok. Ve dün gece Trump diyor ki, burada Putin’in diyor ne beklentisi var ne isteği var? Bunları söyledikten sonra Kamışlı’da bir petrol olayı bunların dedim. Orada petrol var mı dedi, orada petrol var dedim. Ama Deyrizor kadar değil dedim”[4]

Oysa, Rusya-Suriye ilişkilerine az da olsa kıraat etmiş bir kimse, iki ülke arasındaki ilişkilerin bu cümlelerde ifade edilen kadar basit olmadığını anlayabilirdi.

Amma ve lakin, Türkiye’de Suriye politikasına destek için Moskova Şam ilişkilerinin geçmişine ya da niteliğine, gücüne ilişkin somut bilgilerden çok hamasete gereksinim duyulmaktaydı.

Ancak biz yine de yakın tarihe kısaca bir göz atalım.

SSCB ile Suriye arasındaki diplomatik ilişkiler 1944 yılında kuruldu. İki ülke 10 Şubat 1946’da yani Suriye daha bağımsızlığını ilan etmeden önce, 10 maddelik gizli bir anlaşma imzalandı. Moskova, Suriye Arap Ordusunun oluşumunda askeri yardım yaparak, diplomatik ve askeri destek sağlamayı kabul etti. İki ülke arasında güçlü bir siyasi bağ gelişti. 10 Nisan 1950’de SSCB-Suriye ilişkilerinde saldırmazlık paktı imzalandı. 1955 ve 1958 yılları arasında, Suriye askeri ve ekonomik yardım için SSCB’den yaklaşık 300 milyon dolan aldı. 1971 yılında, Devlet Başkanı Hafız Esad ile yapılan bir anlaşma uyarınca, SSCB’nin Tartus’ta askeri donanma üssü açmasına izin verildi.

İki ülke askeri ilişkileri o dönemden sonra çok sayıda ikili anlaşmaya dayalı olarak gelişmeye devam etti.

Yani, mesele Erdoğan’ın açıkladığı kadar basit olmadığı gibi, “Rusya’nın Suriye’de ne işi var” sorusunun yanıtı 75 yıl öncesine kadar dayanan iki ülke askeri ve savunma işbirliği anlaşmalarının ayrıntılarında gizliydi.

Moskova yönetimi bu anlaşmalara dayanarak ve meşru Şam yönetiminin resmi talebi doğrultusunda ve uluslararası terörle mücadele yaklaşımlarının gereği olarak bu ülkede askeri varlık bulunduruyorken, Erdoğan’ın söylediği, “Biz Suriye halkının talebi ile Suriye’deyiz” açıklaması da havada kalıyordu.

Suriye halkının uluslararası alanda meşru temsilcisi Esad yönetimi olduğuna göre Türkiye’yi Suriye’ye çağıran Suriye halkının -ki çoğu devşirme teröristlerden ve Selefi gruplar ve onların ailelerinden oluşmaktaydı- uluslararası düzenlemeler anlamında bir meşruiyeti de bulunmuyordu.

Erdoğan’ın bu sözleri, ana akım olma özelliğini çoktan yitirmiş hükümet yanlısı medya organları tarafından yüzlerce, binlerce kez aynı çerçeve içinde yorumlanıp, tabanın tahkim edilmesi için kullanıldı.

Oysa, ilkesel dış politikanın gereği, daha en başında Suriye üzerinde hilafet hesapları yapmamak, 2011 yılında patlak veren kalkışmalarda ülkedeki ateşe benzin dökmemek, Şam yönetimi ile Adana Mutabakatı sonrası tesis edilen ilişkilerin ruhuna ve lafzına uygun biçimde ilişkileri geliştirmek, ülkenin demokratikleşmesine -iç işlerine karışmama hassasiyeti çerçevesinde- destek vermek olmalıydı.

Ancak siyasal İslam’ın kendine göre meşru saydığı ancak muhataplarına ciddi bir güvensizlik telkin ettiği pragmatizm, ilkesizlik bu kez tam tersi bir görünümde Libya’da tezahür etti.

Yeni cephe: Libya

Suriye’dekine benzer şekilde İhvan iktidarının tesis edileceği ve bu iktidarın da Türkiye’deki post modern totaliterizmi/hilafeti, “büyük ağabey” olarak tanıyacak bir Libya hayali, bu ülkeye yönelik rasyonel yaklaşımların önüne geçti.

Türkiye, NATO’ya verdiği siyasi, askeri destek ile Kaddafi’nin devrilmesine katkıda bulunmuştu.

2011 yılındaki Arap Baharı ile siyasal İslam stratejisinin hedef ülkelerde başarılı olabilmesi için bu ülkeler arasında güçlü bir siyasi şebekenin, teorik ve teolojik açından güçlü bir ortak paydanın, Batılı ülkeler ile barışık bir yapılanmanın bulunması gerekmekteydi.

Batılı başkentlerdeki stratejistler, bunun için İhvan-ı devreye soktu. Arap Baharıyla, söz konusu coğrafyada yer alan ülkelerde başlatılacak halk hareketleriyle iktidarın el değiştirmesi öngörülüyordu.

İhvan’a bağlı olan siyasi partiler/ yapılar Batı’dan ve sosyal medyadan aldıkları güçlü rüzgarla 2010 yılında Tunus, 2011 yılında da Mısır ve Ürdün’de düzenlenen protesto gösterilerinde önemli rol oynadı.  2011’de Tunus’ta iktidarı ele geçirdiler. Sonra sıra Mısır’a geldi. Hüsnü Mübarek’in devrilmesinin ardından, örgüt Mısır’da yasallaştı.

Bu noktada dikkatler Libya’ya çevrildi.

Tunus ve Mısır’da yönetim karşıtı protestoların ardından Libya’da da muhalif güçler harekete geçtiler Kaddafi rejimine başkaldırdılar. Muhalif Avukat Fethi Terbil’in 15 Şubat 2011’de Bingazi’de tutuklanınca, Libya’da bombanın pimi çekilmiş oldu. Batı’dan ve Arap Baharı’nın etkisi altındaki ülkelerden gelen rüzgarlarla yelkenlerini şişiren göstericiler sokaklara çıkınca güvenlik güçlerinin sert müdahalesi ile karşılaştılar. 17 Şubat’ta “Öfke Günü” gösterileri başladı.

Ayaklanmanın ardından muhalifler, başta Bingazi olmak üzere bazı şehirleri ele geçirdi. Ancak, Kaddafi yönetiminin tepkisi sert oldu. Ülkede kısa süre içinde bir iç savaşı çıktı. 

Kaddafi’nin Afrika’dan getirdiği paralı askerlerle birlikte, silahlı kuvvetlerinin hava unsurları dahil bütün gücünü kullanması, çatışmaların kısa sürede şiddetini arttırmasına neden oldu. Ancak kısa süre içinde Muhalefeti destekleyen kabileler, kısa sürede başta Bingazi olmak üzere ülkenin doğusundaki şehirlerde kontrolü ele geçirdi.

Libya’da çatışmalar devam ederken, Batılı ülkeler de dikkatini bu bölgeye çevirdi. Libya’ya NATO müdahalesi gündeme geldi.

Konu 28 Şubat 2011’de dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a soruldu.

Erdoğan, “NATO Libya'ya müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO’nun ne işi var Libya’da? NATO mensubu olan ülkelerden birine herhangi bir müdahale yapılması halinde böyle bir şeyi gündeme getirebilir. Bunun dışında Libya’ya nasıl müdahale edilebilir? Bakın Türkiye olarak biz bunun karşısındayız, böyle bir şey konuşulamaz, böyle bir şey düşünülemez” dedi.[5]

Erdoğan açıklamasının devamında şunları söyledi:       

“Şunu bilmeliyiz; biz Tunus'u Tunus halkının görüyoruz. Mısır Mısırlılarındır, Bahreyn Bahreynlilerindir, Yemen Yemenlilerindir, Libya Libyalılarındır, Fas Faslılarındır, Cezayir Cezayirlilerindir. Kendi mukadderatlarını o ülkelerin halkları belirlemelidir. Kimse değil. Kimse kalkıp da o ülkelerdeki petrol kuyularının hesabını yapmasın. Sıkıntı burada. Demokrasi adına, temel hak ve özgürlükler adına bir şeyler konuşacaksak, bazı tavsiyelerde bulunacaksak bunları konuşalım. Bu tarz şeyleri yapalım ama kalkıp da petrolün hesabını yapmayalım. Çünkü bunun faturası, bunun bedeli çok ağır olur.”

Erdoğan’ın bu açıklamasını yapmasının hemen sonrasında BM Güvenlik Konseyi, Libya’ya konusunda 1970 sayılı kararını aldı. Ankara bu karara hiç gecikmeden destek verdi. Ancak, Türkiye’nin resmi görüşü, “Bakanlık Açıklaması” olarak değil, basın mensuplarının Dışişleri Bakanlığı’na yönelttikleri bir soruya yanıt verilmesi formülüyle uluslararası kamuoyuna duyuruldu.

Muammer Kaddafi'nin 2011’de, Orta Doğu'nun dört bir yanında ‘Arap Baharı’ devam ederken devrilmesi ve ardından linç edilmesi Libya’da güç boşluğu yarattı. Bu güç boşluğunun, tarihi boyunca gerçek anlamda demokrasi ile tanışmamış olan Libya’da demokrasinin inşası ile düşünüldü.

42 süren Kaddafi rejiminin sonrasında Libya’da ilk genel seçimler 7 Temmuz 2012’de yapıldı. Seçimlerden önce Libya’da siyasi parti enflasyonu yaşandı. Seçimlere yaklaşık 150 parti katıldı. Mahmut Cibril, geçiş hükümetinde görev aldığı için aday olamadı.

Yaklaşık 2,9 milyon kayıtlı seçmenin 1,8 milyonunun, yani yüzde 65’i oy kullandı. 2.500’ü bağımsız toplam 3.700 aday, Libya’da Kaddafi sonrasında geçici hükümet görevini üstlenen Ulusal Geçiş Konseyi'nden (UGK) yönetimi devralacak yürütme organının üyeliği için yarıştı. Seçimlerde ülkeyi 2013 yılının sonuna kadar yönetecek kurucu meclis niteliğindeki 200 sandalyeli Halk Meclisi üyeleri belirlendi. Üyelerin 120’si bağımsız adaylar arasından, 80’i ise parti listelerinden seçildi.

Liberal eğilimli Ulusal Güçler İttifakı, seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Libya’daki İhvan’ın siyasi kolu olan ve liderliğini Kaddafi iktidarı döneminde uzun yıllar hapiste kalan Muhammed Savan’ın yürüttüğü Adalet ve İnşa Partisi ise seçimlerden ikinci parti olarak çıktı.

Ilımlı İslamcı söylemleri ile seçmenlerden oy isteyen Vatan Partisi’nin kadroları arasında olan devrimin önemli komutanlarından Abdülhekim Belhac da yer alırken, 1980’lerde Kaddafi’ye karşı silahlı mücadele veren Libya’nın Kurtuluşu İçin Ulusal Cephe (NFSL) örgütünün siyasi kanadı olan Ulusal Cephe Partisi, Muhammed Yusuf El Magarif liderliğinde seçimlerde yarıştı.

Halkın sandık başına gitmesinden önce Libya açısından kritik önemi haiz olan anayasa komisyonunun oluşacak parlamento tarafından seçilmesi öngörülmüştü. Ancak, büyük petrol yatakları barındıran Bingazi’nin de bulunduğu doğu bölgesinin daha güçlü temsil edilmesini isteyen kesimlerin yatıştırılması için bu yetki, seçimlerden hemen önce yeni parlamentodan alındı. Komisyonun ayrı bir seçimle doğrudan halk tarafından belirlenmesi kararlaştırıldı.

Libya’daki seçim sonuçları, Arap Baharı’nın etkisi altında bulunan Tunus, Mısır gibi ülkelerde siyasal İslamcı kadroların öne çıkması ve İhvan’ın siyasi yapılanmalarının iktidara taşınmış olmasına karşın, Libya’daki seçimler, bu ülkelerden farklı bir siyasi tabloyu ortaya çıkardı. Hem Tunus hem de Mısır’da tek adam yönetimlerinin yıkılmasının ardından ilk genel seçimlerde İslamcı kökenli partiler birinci olurken, Libya’da özellikle Batı medyasınca liberal olarak tanımladığı bir siyasi parti sandıkta birinci oldu.

Arap Baharı’nın yükselen değeri İhvan’ın Libya’daki siyasi kanadı olan Adalet ve İnşa Partisi, ılımlı mesajlar vermesine karşın, büyük şehirlerin çoğunda birinci parti olamadı. Seçimler, Selefi partiler açısından da başarısızlıkla sonuçlandı.

Bu noktada bir ayraçla, Türkiye’deki siyasal İslam’ın zihninin arka planının röntgenini çekelim.

2002’den 2011 yılına kadar, Türkiye’nin kurucu felsefesinden aldığı siyasi, ekonomik ve toplumsal mirası müsrifçe harcadı ve ülkeyi kendi ideolojik zeminini tahkim edip, iktidarına süreklilik sağlayacak “muhtaç, dindar/kindar kitleler” yarattı.

2011 yılında başlayan Arap Baharı, Suriye’den başlayıp Irak’ta el Haşimi, Filistin’de Henniye, Mısır’da Mursi, Libya’da Sarraj, Tunus’ta Gannuşi, Sudan’da el Beşir’in şekillendireceği yeni İhvan sistematiğinin kurulması için fırsat olarak gördü.

Hatta bu sistematiğin kurulması için Türkiye’nin siyasal, stratejik, ekonomik ve askeri bütün olanakları koşulların elverdiği ölçüde seferber etti.

Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Mezopotamya’yı kapsayan bu proje, Akdeniz’in doğusunu, bütün kıyı şeridi ile art ülkelerini de içine aldı.

Amaç, Post Modern Totatiler/Hilafet sisteminin İhvan sistematiği içinde bir İslam Birliği kurmasıydı.

Aslında, bu yaklaşımı 1996 yılında Iraklı Kürt lider Celal Talabani, “Hayalim, İstanbul’un başkent olduğu, Ortadoğu Birleşik Devletleri” diyerek ilk seslendiren kişi olmuştu.[6] Ancak, o dönem için Talabani’nin bu hayalinin siyasal, stratejik, toplumsal ve ekonomik açıdan somut koşulları bulunmamaktaydı.

Türkiye’yi bugün yöneten kadrolar açısından söz konusu somut koşullar, siyasal İslam’ın iktidara taşınması ile başlayan süreçle ortaya çıktı. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da seküler yönetimler ortadan kaldırıldı, Türkiye’nin buna karşı çıkacağı bilinen kurum ve kuruluşları etkisizleştirildi veya siyasal İslam’ın hizmetine sokuldu, İhvan meşrulaştırıldı ve Arap Baharı ile düğmeye basıldı.

Ez cümle, Arap Baharı başarısızlıkla sonuçlandı. Kırılma noktası ise Mısır’da Mursi’nin devrilmesi oldu. Mısır olmadan, Türkiye’deki siyasal İslam yönetiminin kafasındaki İhvan sistematiğinin işlemesi mümkün olmayacaktı. Projelendirilen coğrafyadaki kilit taşı kırılmıştı.

Libya meselesine de bu çerçeveden bakmak gerekiyor.

Türkiye’deki siyasal İslam, Libya’da İhvan’ı yeniden iktidara taşımak ya da İhvan’ın içinde olduğu bir yönetimi ülke geleninde etkin kılmak için bu kez, “Mavi Vatan” yaklaşımını devreye soktu.

Doğu Akdeniz gibi kritik önemi haiz bir coğrafyaya ilişkin atılan adamlar, iç kamuoyunu tahkim etmek için kullanıldı. Libya ile deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşması imzalandı. Daha doğrusu Türkiye, Libya’daki İhvancı Sarraj yönetimine askeri destek sağlamak için deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşması imzalanmasını istedi. Sarraj yönetimi de bunu kabul etti. Böylece, Türk askerinin ve Suriye’deki cihatçıların Libya’ya giderek Sarraj’ın saflarında savaşmasının önü açıldı.

Türkiye petrol ticaretinde imtiyaz elde ederken, Sarraj yönetimine insansız hava aracı satarak, İhvan sistematiğinin ekonomik boyutu da göstermiş oldu.

İşine geldiği gibi…

Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Rusya’nın Suriye’de ne işi var” diyerek, Moskova yönetiminin Suriye ile yaptığı ikili anlaşmaları görmezden gelmeyi tercih etmesi; Türkiye’nin Libya’daki varlığını ise Sarraj hükümeti ile yaptığı ikili anlaşmaya bağlayabilmesi ve diğer aktörleri terörist olarak yaftalaması, aslında bu dönemde yürütülen dış politikanın özeti niteliğini taşıyor.

Dışişleri Bakanlığı’nın 16 Haziran tarihli açıklamasında, “Türkiye, BM kararları çerçevesinde uluslararası camia tarafından tanınan hükümete talebi üzerine destek vermektedir. Ülkemiz meşru hükümetin yanındayken, Fransa, BM ve NATO kararları hilafına darbeci ve gayrı meşru bir şahsın yanındadır” denildi.

Bu açıklamanın ardından ne yazık ki, kimse çıkıp da “Suriye’de Rusya, BM tarafından tanınan meşru hükümete destek verirken Türkiye neden çoğu terörist gruplarla ilişkili örgütlenmelere destek verdi. Suriye konusunda bunu yaparken neden Libya’da tam tersini uyguluyorsunuz” diye soramadı.

Aslında, Türkiye’de sözüm ona stratejik oyun kurucuların, Libya’daki İhvan iktidarı üzerinden, Mısır’daki gelişmelere müdahale etmeyi, bu ülkede Sisi sonrasında yeniden İhvancı bir yönetim oluşturmayı planladıkları sır değil. Mısır’da ikinci dalga bir İhvan rüzgarının Ortadoğu’daki dengeleri yeniden bozacağı ihtimali dikkate alındığında, bu coğrafyada çıkarı olan ya da bu coğrafya üzerinden stratejik planlamaların yapıldığı diğer ülkeler gelişmeleri dikkatle izliyor.

Sözü bağlarken, şunun altını çizmek gerekir ki, küresel salgın ile dünya yeni bir döneme girdi. Küresel siyasete yön veren isimlerin niteliği dikkate alındığında dünya yeni bir ortaçağ ile karşı karşıya demek yanlış olmayacak.

Post modern totalitarizmin rüzgarları, küresel salgının yarattığı kasırga ile birleşince ortaya çıkacak, siyasal, sosyal ve ekonomik hasarın boyutunu kestirmek şimdilik güç görünüyor. Ne yazık ki, diplomasi de bu hasarın en fazla kendisini hissettirdiği alan olarak değerlendirilebilir. Türkiye’yi bu son derece sıkıntılı dönemden çıkarmak için ülkenin kurucu felsefesini rehber edinmiş bir liderliğe olan ihtiyacı her geçen gün artıyor.

 

 

 

 

[1]Distopya, (anti-ütopya Yunanca dystopia) çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılır. Distopik bir toplum, otoriter- totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir. Kelime ilk defa John Stuart Mill tarafından kullanılmıştır.

[2]Popülizm, halk yağcılığı veya halk çıkarcılığı, toplumdaki seçkin bir tabaka tarafından halkın çıkarlarının bastırıldığını ve engellediğini varsayan ve devlet organlarının bu seçkin tabakanın etkisinden çıkarılıp halkın yararına ve toplum olarak gelişmesi için kullanılması gerektiğini söyleyen siyasî bir felsefe veya söylem biçimidir. Popülist söylem sokaktaki adamın ekonomik ve sosyal çıkarlarını vurgulayarak, önyargılarını ve duygusal kırılmalarını kullanarak başarıya ulaşmayı amaçlar. Popülizm genelde rejim karşıtı siyaseti içerdiği gibi özellikle sağ eğilimlerde milliyetçilik, jingoizm, ırkçılık veya köktendincilik ile birleşebilir.Kullandıkları söylem sıklıkla ikilik yaratma üzerinedir ve halkın çoğunluğunu temsil ettiklerini söylerler.

[3] Ahlaki açıdan, önemli olan sözünde durmanın karşılığı ahde vefa olmaktadır. Doğruluktan ve dürüstlükten şaşmadan sözünü tutan anlamına gelmektedir. Verilen sözlere, anlaşmalara ve konuşulanlara bağlı kalmak demektir. Hukuki açıdan bakıldığından ahde vefa, anlaşmalara ve sözleşmelere uyma zorunluluğu olması durumudur. Hukukun temel ilkeleri arasında bulunan sözlerine bağlı kalma durumunu vurgulamaktadır. Sözüne bağlı olan kişilerin baskı ile sözünden çevrilmeye çalışılması hukukun temel ilkelerini hiçe saymak demektir. Bu nedenle ahde vefa serbest irade ile ortaya çıkan sözlerden oluşmaktadır. Hem hukuki hem de ahlaki açıdan ahde vefa oldukça önemli olmaktadır.

[4]www.hurriyet.com.tr, Cumhurbaşkanı Erdoğan açıkladı! Esed’e büyük darbe! 2 bin 100’ün üzerinde askerleri öldürüldü

[5] “NATO’nun Libya’da Ne İşi Var” www.ntv.com.tr, 28 Şubat 2011

 

[6]www.turkishnews.com  ‘İstanbul’un başkent olduğu ‘Ortadoğu Birleşik Devletleri’

Bahadır Selim Dilek

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı