Bu sayfayı yazdır

Postmodern Savaşı Yürütmek

Yazan  09 Eylül 2015

Taş ve Sapandan Günümüze Savaş

Her dönemde ve her çağda, özellikle de askerî düşüncede devrim sayılabilecek zamanlarda toplumların, ulusların ve devletlerin güvenliklerini sağlamada kesintisiz bir arayış içinde bulundukları bilinen bir husustur. Bu arayış, insan varlığının ve doğasının ayrılmaz bir parçasıdır; dün olduğu gibi bugünde, yarında özelliklerini büyük ölçüde koruyarak devam edecektir. Güvenlik arayışının boyutu ve seviyesi ne olursa olsun, bir yüzünde güvenlik diğer yüzünde ise güvensizlik bulunduğu hususu, Davut’un Golyat’ı bir sapanla yenişinden beri hemen hemen hiç değişmedi. Mücadelede temel enstrüman “ güç ve güç geliştirmedir. ” Her iki tarafın da hem kazanımlarının hem de kayıplarının olduğu bir süreçtir. Güç geliştirirken aynı zamanda güvensizlik de tahkim edilir. Golyat’ın ağır bronz zırhı, kargısı ve mızrağı ona bir yetenek üstünlüğü sağlarken; hareketlerini kısıtlamasıyla da Davut karşısında ölümcül bir güvenlik zafiyetine dönüşmüştür. Sonuçta mücadeledeki zaaflarını taş ve sapanla gelen teknolojik yenilikle dengeleyen Davut, kas gücünü de akıllıca kullanarak Golyat’a karşı üstün gelmesini bilmiştir.[1]

Savaşın ezelden ebede değişmeyen doğasını anlayarak karakterindeki sürekli yeniliği tahlil etmek son derece stratejik bir hamledir. Harbin evrimleşen ve temelden derinleşen yönleri ayrı bir tartışmanın konusudur. Bu meselede henüz bir fikir birliği sağlanmamış olsa da, her dönemin yüksek teknolojik kazanımları dikkate alınarak, güç ve strateji geliştirme çabalarına yakinen şahit olmak mümkündür. Bu gerçekliği Hammes’in, “ Dünyada kalmış tek Golyat olarak bizler dünyanın Davutlarının işe yarayan bir sapan ve taş bulmuş olmalarından kaygı duymalıyız ”[2] şeklinde dile getirmiş olması son derece yerinde ve de öğreticidir. Bu arayış ve kaygı tüm zamanlarda savaş ve mücadele yöntemlerinin değişiminde ve gelişiminde belirleyici olmuştur. Her bir kişinin sapan seçiminden sapan tutuşuna, kullanmayı düşündüğü taşın çeşidinden büyüklüğüne ve de bunları kime karşı, ne zaman, kimlerle beraber ve nasıl kullanacağı hususu, kendisine özgü olmakla beraber aynı zamanda da politik bir süreçtir. Bireylerin bu bağlamda ki düşünce ve davranışlarının kümülatif değeri, gerek toplum gerekse ulusal anlamda kültürel yapılarına yansır. Bu nedenledir ki her seviyedeki davranışların temel kaynağı kültüreldir ve onun derin etkisi altındadır. Fikirler, idealler, inançlar, simgesel metin ve sembollerde bulunan belirginliği ise çok aşikârdır.[3]

Postmodern savaşı da kapsayacak şekilde her türlü mücadelede ve onun alt süreçlerinde atılacak ilk adımın, kültür-politika ve strateji bağlamında değerlendirilmesi vazgeçilmez bir gerekliliktir.

Kültür – Politika ve Strateji Bağlamında Postmodern Savaş

Kas gücünden kimyasal güce geçiş modern yaşamı damgalayan olgulardan biri olarak kabul görmektedir.[4] Barutun modern keşiflerden biri olarak, ilk önce Çin’de 800’lü yıllarda bulunması ve sonrasında 1100’lerde ateşli silahlarda kullanılması çok önemli bir başlangıçtır. Ateşli silahların 1300’lü yıllarda Avrupa’ya, 1400’lü yıllarda ise Osmanlı İmparatorluğu’na geçişi ve sonradan 1500’lü yıllarda tekrar Çin’e geri dönüşü uzun ve etkileyici buluşlar dizisinin miladı olarak kabul etmek, pekâlâ mümkündür. Ateşli silahları Çinlilerin bulmasına karşılık, Avrupalıların mükemmelleştirerek tekrar Çin’e dönüşü incelenmesi gereken ilginç bir teknoloji transformasyonudur.[5] 1500’lerden itibaren mücadelenin büyük bir değişim ve dönüşüm dönemine girdiği görülmektedir, çoğu askerî tarihçinin tanımlaması ile de bunu “ modern savaş ” olarak kabul etmek yerinde bir yaklaşım olacaktır.[6]

Modern savaşın mantık ve kültürünün İkinci Dünya Savaşı süresince önemli oranda değiştiği, bundan sonraki yeni savaş tiplerine isim takma çılgınlığının başladığına, yakinen şahit olunmaktadır: Sürekli savaş, teknoloji savaşı, mükemmel savaş, bilgisayar savaşı, siber savaş, enformasyon savaşı, net savaşı, üçüncü dalga savaşı, dördüncü kuşak savaşı, uzay savaşı vb.  Ancak, savaş ne ile ve nasıl sıfatlandırılırsa sıfatlandırılsın, İkinci Dünya Savaşı sonrasında büyük bir değişim dönemine girdiği ve yelpazesinin küresel ölçekte genişlediği hususu ortak kabul görmektedir. Bu bağlamda, Vietnam harbi taşıdığı özellikler itibariyle ilk postmodern savaş olarak nitelendirilebilir.[7]

Modern savaşın postmodern savaşa evrilmesinde, Batı medeniyeti ve onun gelişmesinde başat rolü bulunan kültürlerin derin etkisi vardır. Hem modern hem de postmodern savaşta, tesis edilen hegemonyanın korunması, güçlendirilmesi ve rakip olabilecek güçlerin palazlanmadan kontrolüne yönelik bir amaç bulunmaktadır. Modern savaşın göstergesi olan askerî yeniliklerin Batı’nın bu sahadaki üstünlüğünün bir göstergesi olarak günümüze kadar devam etmesi bir rastlantı değildir. Bu başarının temelinde, tekno-bilimleri akılcı devlet politikalarıyla hayatın her alanında, özelliklede ekonomi ve eğitimde, egemen kılınması vardır. Savaşın idaresinden sorumlu sivil ve askerî bürokrasinin örgütlenmesi de modern devlet sisteminin omurgasını teşkil etmiştir.[8] Modern savaş, aynı zamanda politikaya da yön vererek zengin kaynaklara ulaşmak maksadıyla, askerî gücün küresel ölçekte yayılmasını güçlü ve etkili devlet örgütlenmesiyle sağlamıştır.[9]

Batı’nın ateşli silahlara dayalı üstünlüğü son beş yüzyıldır devam etmektedir, bu avantajlı durumun devamı, millî güç unsurları üzerindeki tekno-bilimin niteliği ve verimliliği ile doğrudan alakalıdır. Batı bu sinerjiyi modern devlet sistemiyle oluşturdu. Westphalia Barışı’ndan( 1648 ) Birinci Dünya Savaşı’na kadar geçen sürede Batı’nın güç ve üstünlük tahkimi olağanüstü boyutlardadır. “ Avrupa’nın feodalizmi terk edip Westphalia sistemine geçmesini izleyen yüzyıllarda, güçlü Avrupa ülkeleri yabancı ülkelerde riskli serüvenlere atıldılar ve neredeyse dünyanın tamamını doğrudan ya da dolaylı olarak yönettiler. ”[10] Özellikle, İngiltere’nin denizleri kontrol eden büyük donanma gücüyle kolonilere dayanarak oluşturduğu muazzam ekonomik kazanımlar, sanayi devrimleriyle karşılıklı etkileşime girdiğinde, ülke dünyanın en güçlüsü haline gelmiştir. 19. yüzyılın başlarındaki birinci sanayi devrimi, 20. yüzyılın başlangıcındaki ikinci sanayi devriminin İngiltere’de ve onun öncülüğünde gerçekleşmesinin birçok nedeni bulunsa da, bilimin hızla gelişmesi ve askerî gücünün diğer tüm ülkeleri gölgede bırakmasının payı son derece büyüktür.[11]

Batı’nın emperyal güçlerinin modern savaşla elde ettiği stratejik kazanımların ağırlık merkezinin Atlantik doğusundan batısına geçişini “ postmodern savaş ”ın başlangıcı olarak okumak mümkündür. Amerikan kültürünün değişen koşullara diğer kültürlerden daha öncelikli ve olumlu tepki göstererek dünyaya egemen olması önemli değişikliklere yol açmıştır. ABD’ni dünya politikasında emsalsiz bir güç konumuna getiren bu dönüşümü, “ üçüncü sanayi devrimi ” olarak tanımlamak oldukça isabetli bir yaklaşımdır.[12] Bilgisayar ve iletişim teknolojisindeki bu muazzam değişim, hükümetlerin ve egemenliğin doğasını değiştirmekle birlikte, savaşın da karakterinde akıl almaz boyutlarda dönüşümü sahnelemektedir. Yeni bir savaş çağında, bu dönüşümün kuşaklar boyu devam edeceği, teknolojideki gelişimin geleceği nasıl şekillendireceğini tahayyül edemeyenlerin kaybedenler tarafında olacağı, rahatlıkla ifade edilebilir.

Postmodern savaşın, incelenmesi ve gerekli dersler çıkarılarak geleceğin şekillendirilmesi gereken ilk örneği, 1991 yılında icra edilen Birinci Körfez Harbi’dir. Bu harp ve onunla ilgili harekâtlarda hatırlanması gereken en önemli husus, hassas güdümlü ve akıllı mühimmatların inanılması zor devasa boyutlu etkileri ile askerî düşünceye hâkimiyetleri vasıtasıyla strateji ve politikaya verdikleri yöndür. George Friedman, “ Savaşın Geleceği ” adlı eserinde postmodern savaşın bu boyutunu incelese de, kanaatimiz odur ki özel kuvvetlerin de dikkate alınması gerektiği yönündeki güçlü inançtır.

Postmodern Savaşın İki Boyutu: Hassas Güdümlü - Akıllı Mühimmat ve Özel Kuvvetler

Tarihte ilk kez 1991 yılında, savaşın ağırlık merkezi uzaya kaydı.[13] Birinci Körfez Harbi’nde ABD tarihin o güne kadar kaydetmediği bir ilki daha gerçekleştirerek, kural dışı bir yöntemle hazırlık ateşi olarak niteleyebileceğimiz kırk üç günlük bir ateşle taarruzdan sonra harekâta başlayarak dört gün gibi kısa bir sürede hasım kuvvetleri dize getirmiştir. ABD’nin bu başarısı; siber uzay ve uzaya olan hâkimiyetin getirmiş olduğu mükemmel uydular, hava istihbaratı, etkili haberleşme ağı, düşman hedeflerine tam isabet sağlayan navigasyon ve sensör sistemleri sayesinde gerçekleşebilmiştir.[14] Körfez Savaşı’nda sonucun belirlenmesinde hassas güdümlü mühimmatın başat rolü inkâr edilemez. Ancak unutmaması gereken bir husus vardır ki o da, hassas güdümlü ve akıllı mühimmatın nükleer silah kültüründen doğmuş olması gerçeğidir.

“ Nükleer başlıklı füze çalışmaları tam isabet hassas güdüm teknolojisini, o da hassas güdümlü, isabet oranı çok yüksek füzelerin geliştirilmesini sağlamıştır. Nükleer savaşa karşı savunma amacıyla geliştirilmiş olan gözetleme sistemi, bu füzelerin hedef bulma sisteminin temelini oluşturdu. Daha da önemlisi, nükleer silahlarda çözülmesine çalışılan isabet oranı sorunu sayesinde hassas güdümlü mühimmat geliştirildi ama önceki, bir hançer inceliğiyle çözerken, sonraki bunun için balyoz kullandı. Bu nedenle, hassas güdümlü mühimmat ve nükleer silahlar, bir anlamda birbirlerinin aynada yansıması sayılabilirler. ”[15] Bu ilişkiyi anlamadan geleceği öngörmek çok zordur. Modern savaş döneminde ateşli silahlarda geri kalan toplum ve ulusların, askerî güçlerini geliştiremedikleri gibi, diğer güç unsurlarında da anlamlı bir ilerleme kaydedemedikleri görülmektedir. Nedenleri üzerinde farklı görüşler olsa da, Batı’nın üstünlüğünü yalnızca silahlarla izah etmeye kalkışmak yeterli değildir: Örgütlenme, disiplin, moral, inisiyatif, esneklik ve eğitim gibi bilimselliği ve akılcılığı ön planda tutan kültürel sürekliliğe özel olarak vurgu yapmak gerekir.[16]

Postmodern savaşın bir diğer boyutu olan özel kuvvetlere gelince; nasıl bir mücadelenin devam ettiğini ve mutasavver harplerin karakterini doğru bilgiyle analiz etmek gerekir: Bu nesil savaşın temel özelliği soğuk savaş sonrası klasik ve konvansiyonel mücadele anlayışının rafa kaldırılmasıdır. Bu yönüyle ne siyaset ve savaş, ne sivil ve asker, ne savaş alanı ve güvenlik alanı, ne de savaş ve barış arasındaki sınır çizgisi net bir çizgidir. Söz konusu durumlar arasında net sınırlar değil, geçişken alanlar vardır. Artık neyin savaş neyin siyaset, kimin sivil kimin asker, nerenin savaş nerenin güvenlik alanı, hangi durumun savaş hangi durumun barış olduğu hakkında katı görüşler vazedilemez.[17] İçinde bulunduğumuz ve halen de devam etmekte bulunan bu savaşın, temel amacının kaos ortamı inşa ederek hedef ülkelerdeki iktidarları devirmek olduğu çok açıktır ve bunu ispata yeltenmenin de bir manası yoktur. Bu savaş, karmaşık, medyatik manipülasyonu araçsallaştıran, psikolojik savaş unsurlarını devreye sokan ve toplumun bütün alanlarında mücadele veren bir anlayışla yürütülmektedir.

Bu bağlamda, ABD’nin İkinci Körfez Harekâtı(2003)’nı müteakip gayrinizami harp yeteneklerini geliştirmeye yönelik gayretlerini yakinen takip etmek gerekir. Son on yıldaki özel operasyon güçlerinin yaygınlaşması ve güçlendirilmesine yönelik faaliyetler dikkat çekici boyutlardadır. Özel operasyon güçleri, birçok ulusal güvenlik tehdidiyle başa çıkmada tercih edilen bir araç haline geldiği için, yeteneklerinin kapsamlı ve kalıcı bir şekilde uygulanmasını sağlamak üzere, ihtiyaç duyulan eksikliklerin üstesinden gelinmesine istisnai bir önem verilmiştir. Son on yılda özel operasyon güçlerinin yaygınlaşması ve teçhizatlandırılmasına yönelik yapılan devasa yatırımlar bugünde devam etmektedir. Özel operasyonlar bütçesi, bahse konu dönem dikkate alınarak değerlendirildiğinde, dört kat artırılmıştır. Dört yıldızlı Amerikan Özel Operasyonlar Komutanlığının boyutları iki katına çıkarılarak, 2013 yılı için toplam personel sayısı yaklaşık olarak 67 bin, general/amiral ise 70 kadardır. Yaklaşık yetmiş ülkeye dağılmış olan özel operasyon güçleri hem strateji ve doktrin oluşturma hem örgütlenme hem de kurumsal gelişme bağlamında büyük bir atılım gerçekleştirmişlerdir. Kurumsal noksanlıkların giderilmesi ve niteliğin geliştirilmesi kapsamında entelektüel sermayenin güçlendirilmesi ve stratejik yaklaşımlı liderlerin yetiştirilmesine özel önem verilmektedir.[18]

ABD tartışmasız küresel bir güçtür, bu emsalsiz üstünlüğünü en azından bu yüzyılın sonuna kadar devam ettirme iradesinden asla vazgeçmeyecektir. Bu amaçla güç geliştirmesi son derece doğaldır, bu stratejik tutumdan imtina ettiği anda cazibesini ve caydırıcılığını kaybeder. Türkiye Cumhuriyeti de bölgesel güç olma idealini gerçekleştirme ve her şeyden önemlisi varlığını güvenle devam ettirme yolunda “ postmodern savaşa ” istisnai bir ilgi göstermek ve millî güç unsurlarını bu yönde geliştirmek mecburiyetindedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Postmodern Savaşı Yürütme Yeteneği

İçinde bulunulan ve gelecekte de en azından birkaç kuşağı daha kapsaması kuvvetle muhtemel, zorlu bir mücadelenin henüz başlangıcı olduğu bilinerek güç geliştirmek kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu mücadelede mutlaka işe yarayacak olan günümüzün taş ve sapanı;hassas güdümlü - akıllı mühimmat ve özel kuvvetlerdir. Bu yeteneğin geliştirilmesi, korunması ve kullanılması durumunda mutlak surette kontrol edilmesi gereken iki saha vardır: Uzay ve siber uzay. Her iki alanda üstünlük sağlamadan kara, deniz ve havada güç geliştirmenin ve bulundurmanın fazlaca bir ehemmiyeti bulunmayacaktır. Ateşli silahlardaki gelişimi ve devletlerin egemenlik mücadelesindeki yerini anlamadan, geleceğin ihtiyaç duyduğu değişimi ve dönüşüme gerçekçi bir anlayışla yürütmek mümkün değildir.

Bu bağlamda, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan mirası dürüstçe değerlendirmek gerekir. Osmanlı’nın, 1422- 1571 arasındaki yaklaşık 150 yıllık dönemi hiç şüphesiz ki ateşli silahlar, özellikle de topçu silahlarındaki gelişim açısından büyük bir başarı öyküsüdür.[19] 1571’de İnebahtı’da, kaybedilen sadece bir deniz savaşı değil, aynı zamanda ateşli silahlara dayalı üstünlüğün dramatik bir şekilde el değiştirmesidir. Bu süreyi, 1683 Viyana kuşatmasına kadar uzatanlar olsa da, İnebahtı’da Türk askerî kültürünün yenilikler başta olmak üzere birçok sahada geri kalmasının miladı olarak da değerlendirmek mümkündür.[20] Tabii ki bu dönemde meydana gelen gelişmeleri özellikle Avrupa bağlamında kıymetlendirmek gerekir: Batı’da bilimselliği ve akılcılığı esas kabul eden politikalarla eğitimde yaratılan sinerjinin meyveleri teknolojik sahada alınırken, Osmanlı’nın gittikçe azgınlaşan taassubun pençesindeki tutsaklığı ibretlik bir çöküş hikâyesidir. Matbaanın, yaklaşık 300 yıl geç gelmesinin yarattığı eğitim ve bilim açığının her sahadaki olumsuz etkileri bugün bile yok edilebilmiş değildir. Avrupa, Westphalia düzeniyle modern devlet teşekkülü kapsamında, kurumlarını güçlendirme girişimlerini rekabetçi bir anlayışla yürütürken, Osmanlı’nın dış yardımlardan medet umarak kendi kurumlarının işlevselliğini yok etmesi oldukça düşündürücüdür.

Askerî ittifaklar ve/veya yardımlar yoluyla bir ülkenin askerî gücü üzerinde sağlanan kazançları ve kayıpları ideolojik bir görüş açısıyla veya önyargıyla değerlendirmenin stratejik düşüncede yeri yoktur. 1835’ de II. Mahmut dönemi ile başlayan ve günümüze kadar devam eden yaklaşık 180 yıllık sürecin, objektif bir şekilde incelenmesi gerekir. Çok boyutlu ve kapsamlı bu sürecin; politik, askerî, kültürel, ekonomik ve entelektüel yetersizlikten kaynaklandığı hususunu objektivitesini yitirmemiş tarih okumalarından çıkarmak mümkündür. Söz konusu, yetersizliklerin giderilmesine yönelik tedbirler almak o kadar da kolay değildir. Devlet/Ulusların yükselişi ve düşüşü kapsamında analiz edilmesi gereken ayrı bir çalışmanın konusudur. İşin kolayına kaçılarak, askerî ittifaklar ve yardımlar vasıtasıyla, ekonomik imkânların elverdiği ölçüde de ithal silah ve mühimmat sağlayarak, denge kurma ve güvenlik arayışları askerî gücün zaaflarına bir derman olamadığı gibi, bağımlılığı da derinleştirmiştir.

Türk askerî gücü, bu konuda özlenen uyuma( asker kaynağı-sistem-vazife anlayışı ), denge ve bağımsızlığa Balkan Harbi sonrası Cumhuriyet değerleri ile kavuşabilmiştir. Bunu da hiç şüphesiz ki Yüce Atatürk’e borçludur.[21] Ancak bu fırsat, gereği gibi kullanılarak stratejik bir kazanca dönüştürülememiş, özellikle II’nci Dünya Savaşı sonucunda önce İngiltere, sonra da ABD ile yapılan antlaşmalarla, bağımlılık daha da derinleşerek boyunduruğa dönüşmüştür. Kıbrıs Barış Harekâtı’na kadar devam eden bu süreç, 1975-1978 yılları arasında uygulanan ABD silah ambargosu ile akamete uğrayarak, bir uyanışa ve dirilişe vesile olmuştur. Bu dönemden itibaren, ulusal savunma sanayini kurma ve geliştirme çalışmalarına hız verilerek, özellikle TSK Güçlendirme Vakfı ve onun himayesinde kurulan ASELSAN, TUSAŞ,  ROKETSAN ve HAVELSAN gibi firmalarla güç ve gayret birliği sağlanarak, önemli adımlar atılmıştır. Ayrıca, Makine Kimya Endüstrisi Kurumu’nun savunma sanayi içindeki yeri ve faaliyetlerini Cumhuriyet dönemini dikkate alarak değerlendirmek daha gerçekçi bir yaklaşım tarzıdır. Bu alanda kazanılan yetenekler, savunma sanayinin desteklenmesi açısından oldukça kıymetlidir.

Unutulmaması gereken bir nokta daha vardır ki o da, modern savaş sistemlerinin ulusal endüstri ve kaynaklar olmadan üretilemeyeceği gerçeğidir. Bunun gerçekleştirilebilmesi için, her şeyden önce ulusun çeşitli mineral,  özellikle de petrokimya ve metal kaynaklarına ve bunları rafine edip dağıtma yeteneğine sahip olması gerekir. Bunlar için karmaşık ancak entegre bir sivil endüstri ekonomisi gereklidir.[22] Bununla birlikte, ithal edilerek kullanılmak istenen bir silah sistemini, tersine mühendislik yoluyla aynısını yapmaya çalışmak ve/veya yapmak önemli değildir. Önemli olan sürekli bir yeniliği garanti edecek sistem bütünlüğünü sağlamak, üretmek ve küresel pazardan pay almaktır. Bu stratejik veçhe nazarıdikkata alınarak, Türk savunma sanayi bir bütün olarak değerlendirildiğinde; Cumhuriyet dönemi kazanımlarının hiç de küçümsenmeyecek boyutlarda olduğu, ancak Batı’yla rekabette kat edilmesi gereken uzunca bir yolun ve kaldırılması gereken engellerin de bulunduğunu görmek gerekir.

Sözün özüne gelindiğinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin uzay ve siber uzayı kontrol ederek postmodern bir savaşı yürütme kapasitesi, hassas güdümlü – akıllı mühimmat ve özel kuvvetler bağlamında incelendiğinde, oldukça sınırlıdır. Savaşın karakterindeki dönüşüm, özellikle Türkiye gibi zor ve kaos ortamının gittikçe derinleştiği ve en iyimser tahminlerle bu yüzyılın sonuna kadar devam etmesi kuvvetle muhtemel, riski oldukça yüksek olaylara gebe bir bölgedeki ülkeyi, bahse konu alanlarda özel bir gayret sarfına davet etmektedir.

Öngörülebilir Gelecek

Şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da, savaşın karakterindeki değişimi ve dönüşümü anlamadan, harp silah ve araçlarını büyük devletlerin yönlendirmesiyle dış kaynaklardan veya onların bir veya iki çıt altı teknolojilerle üreterek güç geliştirdiğini sananların dramatik yenilgi ve bozgunlarına tanık olunmaya devam edilecektir. Her iki sanayi devriminde de, millî güç unsurları üzerinde çağının zorunlu kıldığı yenilikleri zamanında yapamayarak, özellikle ateşli silahlardaki yarışta geri kalan Türkiye vb. ülkelerin üçüncü sanayi devrimiyle başlayan bu mücadelede aklın ve bilimin öncülüğünde yapacakları çok şey vardır. Uzay ve siber uzaydaki yarışa ortak olarak, hassas güdümlü ve akıllı mühimmat teknolojisindeki bilimsel açığı kapatmaya olağanüstü gayret sarf ederek, özel kuvvetlere stratejik düzeyde ilgi göstermek yaşamsal ulusal çıkarların bir gereğidir. Bu mücadeleye yeterli ilgiyi göstermeyen devletlerin ulusal egemenliklerini ve bağımsızlıklarını koruyarak bulundukları coğrafyada varlıklarını sürdürmeleri daha da zorlaşacaktır.



[1] George Frıedman, Meredıth Frıedman, Savaşın Geleceği-21. Yüzyılda Güç, Teknoloji ve Amerikan Dünya Egemenliği, çev. Enver Günsel, Pegasus Yayınları, İstanbul, 2015, s. 37-59.

[2] Thomas X. Hammes, The Sling and The Stone-On War in The 21st Century, Zenith Press, USA, 2004, s. 5.

[3] Colin S. Gray, Modern Strateji, çev. Handan Öz, Truva Yayınları, İstanbul, 2008, s. 34.

[4] Kenneth Chase, Ateşli Silahların Tarihi, çev. Füsun Tayanç, Tunç Tayanç, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2008, s. 38-9.

[5]Age. , s. 177.

[6] Chris H. Gray, Postmodern Savaş-Yeni Çatışma Politikası, çev. Derya Kömürcü, Alfa Yayınları, İstanbul, 2000, s. 27.

[7] Age. , s. 141-165.

[8] Age.

[9] Jeremy Black, Savaş ve Dünya-Askerî Güç ve Dünyanın Kaderi 1450-2000, çev. Yeliz Özkan, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1998, s. 360-1.

[10] Joseph S. Nye, David A. Welch, Küresel Çatışmayı ve İşbirliğini Anlamak, çev. Renan Akman, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011, s. 104.

[11] Ian Morrıs, Dünyaya Neden Batı Hükmediyor( Şimdilik ), çev. Gül Çağali Güven, Alfa Yayınları, İstanbul, 2012, s. 660.

[12]Joseph S. Nye, David A. Welch, s. 382-3.

[13] George Frıedman, Meredıth Frıedman, s. 382.

[14] Age. , s. 454.

[15] Age. , s. 99.

[16] Victor Davis Hanson, Batı Neden Kazandı? Katliam ve Kültür, çev. Ali Çakıroğlu, Aykırı Yayınları, İstanbul, 2003, s. 27-32.

[17]Ergüder Toptaş, 21. Yüz Yılda Savaş-Yeni Bir Mücadele Felsefesine Doğru Harp ve Stratejiyi Yeniden Düşünmek, Kripto Yayınları, Ankara, 2009, s. 96-107.

[18]Turquıe Diplomatique, sayı: 68. ( ABD’nin Özel Operasyon Güçlerinin Geleceği, Dış İlişkiler Konseyi Özel Raporu No. 66, Nisan 2013, Linda Robinson )

http://www.socom.mil/default.aspx. ( Erişim Tarihi: 21 Temmuz 2015 )

[19]Kenneth Chase, Ateşli Silahların Tarihi, s. 107-124. 

[20] Victor Davis Hanson, Batı Neden Kazandı? Katliam ve Kültür, s. 179-238.

[21] Suat İlhan, Türk Askerî Kültürünün Tarihî Gelişimi-Kutsal Ocak, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1999, s. 198.

[22] George Friedman, Meredıth Friedman, s. 49.

 Ergüder Toptaş

1960 yılında Sarıkamış’ta doğmuştur. 1977 yılında Işıklar Askerî Lisesinden, 1981 yılında Kara Harp Okulundan mezun olmuştur. Türk Silahlı Kuvvetlerinin çeşitli birlik ve kurumlarında görev yapmıştır. 1988-1990 yılları arasında Kara Harp Akademisi, 1997 yılında Silahlı Kuvvetler Akademisi, 2006 yılında ise Millî Güvenlik Akademisi eğitim ve öğretimini takip etmiştir. (E)Tümgeneral Toptaş’ın strateji, jeopolitik, harp ve mücadele konularında yayınlanmış üç kitabı ile birçok makalesi bulunmaktadır.