< < Türk Dış Politikası ve Değişim İhtiyaçları


Türk Dış Politikası ve Değişim İhtiyaçları

Yazan  14 Ekim 2013

Giriş

Soğuk Savaşın bitmesi ile yaşanan jeopolitik deprem sonrasında meydana gelen gelişmelere ve başlayan yeni sürece dönemin ABD Başkanı Baba Bush “Yeni Dünya Düzeni” şeklinde isimlendirmişti.  Bu dönemin başından 2011 yılındaki Arap Baharı başlangıcına kadar çok önemli gelişmeler yaşandı. Körfez Krizi ile Türkiye’nin etki alanını oluşturan bölgede başlayan, Hazar Enerji Havzası mücadelesi ile gelişim gösteren ve ardından da Afganistan’ın ve Irak’ın işgali ile devam eden bir süreçti bu. Gelişmelerin çok büyük bir bölümü Türkiye’yi doğrudan ilgilendirdi ve etkiledi. Süreç çok süratli gelişti ve değişti. Açıkçası bu değişimlere Türkiye kolayca uyum sağlayamadı ve etkili bir tepki gösteremedi.

Türkiye açısından bu süreç nasıl bir etkileşim gösterdi gibi önemli bir sorunun cevabını vermek hiç de kolay değildi ve halen de kolay değil. Çünkü gelecek öngörüsüne sahip olmadan ve çok boyutlu bir bakış açısı geliştirmeden uygulamaya konulan politikalar, Türkiye’ye kolay manevra yapma imkânı vermedi ve halen de vermiyor. Türkiye için dış politika kurgulayan ekip, değişkenleri göz önüne alarak alternatif yollar geliştiremiyor. Bunun sonucunda da Türk dış politikası tek boyutlu ve manevra alanı bulunmayan bir zemine sıkışıyor. Sonuç olarak Türkiye, çevresinde ve Avrasya’da etkili olamadığı gibi gelişmelerden de olumsuz etkileniyor. (Tıpkı günümüzde sınırlarının hemen dışında Suriye’de meydana gelen gelişmelerden etkilendiği gibi).

Yeni Dünya Düzeninde Türkiye’nin Aksayan Dış Politikası

1990 yılında dünyanın ekonomik ve siyasi yapısını değiştirecek tarzda üç önemli gelişme yaşandı. Türkiye de bu gelişmelerin içinde etkili roller kapmaya çalıştı. Bunlardan ilki nükleer ve konvansiyonel silahların indirgenmesiydi. Süreç eski SSCB kıtalararası balistik-konvansiyonel ve nükleer silahlarının kontrol altına alınması ve karşılıklı azaltılması antlaşmalarıyla başladı ve AKKA yapıları ile devam etti. Kazanan ve kaybedenin olmadığı ve silahların indirgenmesinin ne ölçüde başarılı olduğunun belirsiz kaldığı bir süreç gerçekleşti.[1]

İkincisi enerji kaynakları ve aktarım yolları üzerineydi.[2] Öncekiyle eş zamanlı olarak mücadele Hazar enerji havzası üzerinde gelişti. Yüzyılın Antlaşması ismi verildi, Bakü-Tiflis-Ceyhan hattı inşa edildi. Esas amaç, RF’nu devre dışı bırakmak ve bütün enerji kaynaklarını Akdeniz’de toplamak ve tek elden Batının çıkarlarına uygun olarak dünya enerji kapasitesinin %75’ini kontrol etmekti. Fakat bu mücadelenin kazançlısı beklentilerin tersine RF oldu. SSCB sonrasında önemli bir bocalama dönemi geçiren RF, Atlantikçi yaklaşımı terk ederek “Yakın Çevre Doktrini” ile Avrasyacı yaklaşımı benimsedi. Temelde bu yaklaşım RF için SSCB’nin mirasçısı olduğuna işaret ediyordu ve bu yaklaşım aynı zamanda Hazar enerji kaynaklarının RF’nun denetimine girmesini gerektiriyordu. Dolayısıyla enerji kaynakları mücadelesi de kısa bir süre içinde bir tarafta RF, Kazakistan, diğer tarafta da ABD, Türkiye ve Azerbaycan olacak şekilde başladı. Türkiye için bu gelişmeler çok menfi sonuçlar doğurdu

Bu süreçte Türkiye’nin önem verdiği bir diğer alan da Orta Asya idi. Ne de olsa tarihte ilk defa Türkiye için kökenleri ile buluşma ve onlara önderlik etme fırsatı çıkmıştı. Türkiye bu sürece “Atlantik’ten Çin Seddi’ne kadar Türk dünyası” söylemi ile giriş yaptı.[3] Fakat bu alanda oyuncu çoktu. Öncelikle Avrasyacı yaklaşımı benimseyen RF, bu toprakları SSCB’den miras kalan topraklar olarak görüyor ve bu bölgede yeni kurulan Türk Cumhuriyetlerini BDT çatısı içinde kontrol etmek istiyordu ve kısa vadede Özbekistan hariç diğer Cumhuriyetlerde başarılı oldu da. Bir diğer oyuncu Suudi Arabistan ve İran’dı. Orta Asya’yı içine alan 50 milyonluk bir İslam dünyası yaratmak istiyorlardı.[4] ABD ise Rimland kuşağı ile yıllarca SSCB’yi kısıtladığı bu topraklara girmek istiyordu. İşin gerçeği bütün oyuncuların jeopolitik yaklaşımlarının arka planlarına yerleştirdikleri temalar farklıydı ve orta vadede görüldü ki bu temalar yetersiz kaldı.

Diğerlerini bir kenara bırakıp hem Türk kimliği hem de Müslüman yapısı ile Türkiye’nin Orta Asya politikasına bakıldığında, 1990 yılından günümüze kadar geçen 23 yıllık süreçte harcanan emeğin karşılığının alınamadığını söylemek ve son 5-6 yılda da dış politika anlayışının devlet yapılarının tersine kabile ve radikal örgütlerin söz sahibi olduğu Orta Doğu’ya dönmesi nedeniyle, tamamen iflas ettiğini ifade etmek gerekmektedir.

Türkiye’nin Orta Asya politikasının iflas etmesinin nedenlerinin çok iyi bir analiz edilmeye ihtiyacı vardır. Kısaca bunlara göz atıldığında, Türkiye’nin Orta Asya’ya giriş yollarının tıkandığı görülmektedir. Türkiye’nin fiziki olarak Orta Asya’ya bağlanması ancak Ermenistan ve İran üzerinden olacaktır. Fakat Ermenistan’a uygulanan ambargo ve İran ile diyalog ve işbirliği eksiklikleri sonucunda fiziki yollar kesilmiş ve Türkiye, Orta Asya’da etkin bir rol oynayamamıştır. Daha açık bir ifadeyle bu bağın kurulması ve güçlendirilmesi hayati öneme haiz olmasına rağmen Ermenistan’a konulan ambargonun devam etmesi ve İran ile iki sınır ülkesinin ortak menfaatlerini birleştirecek ortak politikaların ortaya konulamaması gibi sebepler, Türkiye’nin önüne bir duvar misali dikilmiştir. Bir diğeri ise ortak Türk kimliği üzerinedir. Bir Türk dünyası söylemi ortaya atılmış fakat kültürel ve demografik yapılar dikkatli şekilde incelenemediği için söylemi güçlendirecek taban oluşturulamamıştır. Özellikle bu dönemde yeni kurulan Cumhuriyetlerin esas problemlerinin kozmopolit nüfus yapıları, düşük ekonomileri ve iç güvenlik sorunları olduğu ve yardımların bu yönde gelişim göstermesi gerektiği göz ardı edilmiştir.[5]

Batı dünyasının esas hamlesi 11 Eylül olaylarından sonra gelmiş ve ABD önderliğinde Afganistan’a ve Orta Asya’ya, Batı adım atmıştır. 2006 yılına kadar mücadele devam etmiştir. 2006 yılından sonra ise ABD istediği başarıyı elde etmek bir tarafa kendisini bataklıkta bulduğunun farkına varmıştır. Dolayısı ile bu farkındalık ABD ile beraber hareket eden NATO ülkeleri ve tabi ki de Türkiye’de kendini göstermiştir. Birkaç yıl öncesinde ise NATO toplantılarında Batı ülkelerinin artık ABD ile bu tür operasyonlara girmek istemediklerini, çünkü bu operasyonlar ile kendi ülkelerinin de radikal örgütlerin hedefi haline geldiğini, sonuçta huzurun devamı için çok önemli kaynakların iç güvenliğe ayırmak zorunda olduklarını dile getirmişlerdir. Bu açık bir şekilde şu anlama gelmektedir. Bundan sonra Afganistan’da Batı, İSAF’a yeterli destek vermeyecektir. Türkiye ise NATO’nun en büyük ikinci ordusuna sahip olması gibi sebeplerle ABD baskılarına boyun eğdiği ölçüde desteğini sürdürecek ve ABD’nin planları içinde kaldığı sürece sürekli olarak zarar görecektir.

Yeni Bir Yaklaşım, Yeni Bir Jeopolitik Yapı İhtiyacının Doğması

Arap Baharı süreci Avrasya Kıtasında süren mücadeleye başka bir boyut katmıştır. Son dönem gelişmeleri ise Türkiye için tarih boyunca görebileceği en büyük zarara yol açabilecek gibi görünmektedir. Tabi ki, halen yürüttüğü Orta Doğu politikalarına devam ettiği sürece).

Türkiye açısından Orta Doğu’da güçlü politika üretmek ve söz sahibi olabilmek için değişen dünya jeopolitiği ile beraber Orta Doğu’yu incelemek önemlidir. Öncelikle yeni bir sürecin başladığı kabul edilmelidir. Daha önce ABD, gerek Orta Doğu’da, gerek Irak’ta ve gerek Afganistan’da tek başına hareket eden, Batıyı peşinde sürükleyen bir süper güçken, yürüttüğü mücadele kendisine çıkar sağlayan sonuçlar vermediği ortaya çıkmıştır. Bu nedenle süper güç, söz hakkını kaptırmıştır. ABD, Irak’ta kendisine bağlı stabil bir kukla devlet yapısı yaratamamıştır. Afganistan’da ise radikal terör örgütleri, ünlü liderlerini kaybetmiş olsalar da söz sahibi durumundadır. Aynı zamanda ABD senatosundan da bu coğrafyalarda icra edilen harekâtların mali boyutları ile düşman kazanılması konularında sorular soran ve baskın çıkan önemli bir kitle ortaya çıkmıştır. Yani ABD artık dünyanın efendisi olmaktan vazgeçmiş bir görüntü sergilemekte, bunları çeşitli renklere sahip taşeronlara devretmek istemektedir. Ayrıca bu gelişmeler, ABD’ye önemli seviyede prestij kaybettirmiş, RF ve Çin’in de Orta Doğu’da söz hakkı olmak için hamle yapmalarına fırsat sunmuştur. Bu süreç ciddi anlamda Suriye’de Esad’a karşı yürütülen ve Türk dış politikasında temel alınan hareket tarzları ile desteklenen gelişmelerde açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. RF ve Çin, Esad’ın yanında yer almış ve BM’den yaptırım kararı çıkmasını engellemişlerdir.

Diğer yandan Orta Doğu’da Müslümanlar arasında mezhepsel çatışmalar hiçbir dünya devletin araya girmek istemeyeceği biçimde gelişim göstermektedir. Şii ve Sünni mücadelesinde başı çeken İran; Irak, Suriye, Lübnan üzerinden Hizbullah aracılığıyla Gazze Şeridinde ve esas olarak İsrail topraklarında etkili olmaktadır. Müslüman Kardeşler cephesinde ise Mursi’nin seçilmiş bir Başkan sıfatı ile İran’ı ziyaret etmesi, Kuzey Afrika’nın Orta Doğu ile birleştiği bölgede İsrail-ABD - ABD/Batı karşıtı bir cephe oluşabileceği endişesini doğurmuş ve ABD çeşitli platformlarda Mısır’ı ikaz etmeye çalışmıştır.[6]

Bu gelişmelere Suudi Arabistan’ın ABD yanında, Katar’ın da Türkiye gibi Müslüman Kardeşler yanında yer alması da Orta Doğu jeopolitiğine dikey (Katar-Türkiye) ve yatay (Mısır-Umman denizi) boyutlar katmıştır. Yani günümüzde, Mısır’daki askeri devrim, radikal Sünni yapıyı ortadan kaldırmaya çalışmakta, Suriye ise; İran, RF ve Çin desteğinde mücadelesini sürdürmekte ve Şii-Ortodoks desteği almakta, aynı zamanda Esad, Suriye’de Kuzey Suriye Kürt özerk bölgesi karşılığında içlerinde Şii ve Sünni Kürtlerin de bulunduğu bir destek sağlayarak muhalif güçleri oyundan dışarı atmakta ve güç mücadelesine mikromilliyetçilik tabanlı bir etnik boyut da katmaktadır.

Son birkaç ayın gelişmelerine bakıldığında Türkiye-Suriye sınırında süren Suriyeli Kürtlerin Esad’ın Nusayri askerleri ile mücadelelerine yeni bir girdi daha olduğu görülmektedir. El Kaide’nin Irak-Suriye temsilcisi olan El Nusra unsurları, Kürtlerin elinde bulundurmak istedikleri enerji kaynaklarını ele geçirmek için Suriye’de Kürtler ile silahlı mücadeleye girmişler ve oyuna enerji kaynakları boyutu da eklenmiştir.

Kısacası, Türkiye sınırlarının hemen kenarında sürmekte olan çatışmalara rağmen Orta Doğu politikasındaki tek boyutlu bakış açısının iflas etmesi nedeniyle ciddi anlamda zorlanmakta ve tıkanıklıklar yaşamaktadır. Özellikle Türkiye’nin caydırıcı bir silahlı kuvvetlere sahip olmasına rağmen bu gücü kullanmayacağından/kullanamayacağından emin olunması, Türkiye’nin müstakil hareket kabiliyetinin olmadığı düşüncesinin yerleşmiş olması ve ABD politikalarına uyum sağlayan bir dış politika çizgisine sahip olunması gibi sebepler nedeniyle, Orta Doğu’da her türlü dini, etnik veya terör yapıları, Türkiye’yi mücadelede denklem dışında tutmaktadır.

Sonuç

Sonuç olarak gerçekten de yeni bir dış politika anlayışına ihtiyaç vardır. Fakat daha da önemlisi bu politikanın gerçek dünya şartları ile uyuşan arka planının oluşturulması gerekmektedir. Din ve mezhep tabanlı bir algılama, komşu devletler ile ebedi düşmanlıklar yaratma ve 19. Yüzyıldan kalan ve çoktan madden ve manen kaybedilmiş topraklar üzerinde oyunlar oynamaya çalışarak yürütülmeye çalışılan bir dış politika ile atılan her adım tökezlemek anlamına gelmektedir. Halbuki 1920-1938 yılları arasında karşılıklı çıkarlara, güvene ve ortak mücadeleye dayanan bir dış politika anlayışına sahip olan Türkiye, her devleti etrafına toplayabilen bir ülke durumundaydı. Kaldı ki o dönemin Türkiye’si ekonomik askeri ve mali açılardan günümüze göre çok daha kötü durumdaydı.

Bu başarı nasıl elde edilmişti? sorusunun cevabı da tamamen teorik arka plan ile ilgilidir. Yani milli kimlik sahibi olmak, dış politikada dini ve mezhebi göreceli ve fulu unsurlarla görüşmek yerine devlet yönetimlerini dikkate almak ve verilen sözleri aksatmadan yerine getirmek çok önemlidir. Bu kapsamda daha geç olmadan atılması gereken üç adım vardır.

Bunlardan ilki, Türk dış politikasını günümüzde şekillendiren ve yürütmeye çalışan ekip ile ilgilidir. Bu ekibin artık çok yıprandığı ve Türkiye’ye yeni çıkış yolları oluşturma kabiliyetini kaybettiği çok açık şekilde görülmektedir. Dolayısı ile başka bakış açılarına sahip olan yeni ekiplere ihtiyaç vardır ve süratle bu değişim gerçekleştirilmelidir. İkincisi, Türkiye köklü devlet geleneğine sahip bir dış politika yapısına haiz kılınması ile ilgilidir. Bu açıkça yeniden örgütlenmeyi ve yapılanmayı gerektirmektedir. Bu kapsamda etki alanındaki olaylar ve devletler yeniden değerlendirilerek sadece devlet yönetimleri esas alınacak bir teorik arka plan oluşturulmalı ve Türk dış politikası bu plan üzerine oturtulmalıdır. Üçüncüsü ise her şey daha da geç olmadan ve Türkiye daha fazla maddi ve manevi zarar görmeden Suriye ile ilişkilerini yeniden değerlendirmeli ve bu bağlamda zaten çökmüş olan muhalif güçleri desteklemek yerine Esad rejimi ile kısıtlı alanlarda başlayacak işbirliği arayışlarına girilmesi gerekmektedir.

 

 


[1] Bkz. Nejat Doğan, “NATO’nun Örgütsel Değişimi, 1949-1999:Kuzey-Atlantik İttifakından Avrupa-Atlantik Güvenlik Örgütüne”, Ankara Üniversitesi, SBF Dergisi, 60-3

[2] Bkz. Nermin Zahide Aydın, “Hazar enerji Kaynakları ve Siyaset”, Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2012, 9-2.

[3] Haktan Birsel, Olcay Özkaya Duman, “Tarihten Günümüze, Günümüzden Geleceğe Bir Güç Mücadelesi Oyunu: Avrasya, Orta Asya ve Türkiye”, İnternational Journal of Social Science, 5/6, France, 2012.

[4] İrfan Ülkü, Moskava’yla İslam Arasında Orta Asya, Kum Saati Yayınları, İstanbul, 2012, s. 100.

[5] Bkz. Ahmad Raşid, “Taliban, İslamiyet, Petrol ve Orta Asya’da Yeni Büyük Oyun”, Cep Yayınları, İstanbul, 2001.

[6] Alain Gresh, “L’Armée, Les Freres Musulman et LArabie Saudite, Le Monde Diplomatique, August 2013.

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display