Türk Dış Politikasının Jeostratejik Gerekleri

Yazan  19 Ağustos 2013

Clausewitz’e göre bir ülke, diğer devletler ile ilişkilerini düzenlerken öncelikle kendi emniyetine önem verir. Bu bağlamda da sınır emniyetinin tesisi için coğrafi konum ön plana çıkar. İlli cofrafyanın değerlendirilmesi sonucunda elde edilen veriler de o ülkenin jeopolitiğini ve buna bağlı olarak jeostratejisini belirginleştirir. Dolayısı ile coğrafya, ülkenin bölgesel/kıtasal bir aktör mü, yoksa güç merkezlerinin hareket tarzlarına uyum sağlayan bir piyon mu olacağına dair önemli ipuçlarını taşır. Clausewitz’e göre üç tür ülke vardır. Bunlar, bölgesel güç potansiyelinde olanlar, olmayanlar ve güçlü olduğu halde yanlış eğilimler ile kendisini pasifleştirenlerdir.(1)

Ülkenin genişliği, şekli, komşu devletlere sınır teşkil ettiği hatlardaki girintileri ve çıkıntıları, sarp ve yumuşak arazi yapıları, karasal görünüm veya denizlere çıkışlar, dönemsel olarak önem taşıyan bölgelere yakınlık, kara sınırı içindeki toprakların yer altı ve yerüstü zenginlikleri, ülkenin dinamik yapısını birinci derecede etkiler bir özellik arz etmektedir. Bunların hepsi Clausewitz’e göre bir bütün içinde değerlendirilmesi gereken özelliklerdir.

Genel çerçevede bu şu anlama gelmektedir. Coğrafya ile ortaya konulan her bir özellik aslında müstakil bir güç unsuru değildir. Bir güç zincirinin parçasıdır. Ayrı ayrı değerlendirmek yerine bir bütünün içinde kullanmak ve yeni bir güç yapısı oluşturmak gerekmektedir. Çevresel faktörler ile coğrafya değişmediği sürece, devletler bu özellikler zinciri ile oluşturulan fiziki güç tasarımını sürekli olarak kullanmak zorundadır. Yani kısacası, Clausewitz’e göre devletlerin yönetim kademeleri değiştikçe onların eğilimleri çerçevesinde bu tasarıma da kalıpsal bir değişim geçirtme lükleri yoktur. Bu tasarımı devletler, genel olarak modern ulus devletlere dönüşüm sonrasında yapmışlardır. Fakat, yapılan tasarımlar, ya kalıpsal olarak hatalı kesime maruz kalmıştır, ya da politik değişimler, dış baskılara buyun eğme, hatalı eğilimler gibi sebeplerle çeşitli dönemlerde bozulmuş ve yeniden biçimlendirilme ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bunların hepsinde de başta ifade ettiğimiz güç zincirinin bazı halkaları zarar görmüş ve dolayısı ile bütün zincirin de zayıflamasına neden olmuştur.

Bu tür devletlere örnek vermek için uzun süreli bir inceleme yapmaya gerek yoktur. Çünkü, ve ne yazık ki, bunun en önemli örneği günümüzde her ne kadar çeşitli açılardan üstü kapalı ve açık olarak eleştirilere maruz bırakılsa da Atatürk dönemi sonrası Türkiye’dir.

Dolayısıyla jeostratejik yapıların oluşmasında coğrafya taban teşkil etmektedir. Fakat bu tek başına kalıcı ve faydacı bir ülke jeopolitiği ve jeostratejisi oluşturmaya yetmemektedir. Devletlerin çevresel değişimleri kendi isteklerine göre şekillendirme temayülleri her zaman vardır. Bu da bölgesel ve kıtasal güç formuna dönüşmeyi gerektirir. Bunun için de sadece coğrafya yeterli gelmez.

Jeostratejinin Kültür Ayağı

Güç formlarının birinci şartı, iç bünyenin sarsılmayacak kadar stabil olmasına bağlıdır. Bu da devletin iç yapısında ki bazı dinamiklerin çok iyi işlenmesini gerektirir. Bunların başında da insanlar gelir. Bir ülkede yaşayan insanların öncelikle birlik ve beraberliği veya Atatürk’ün dediği gibi “birlikte yaşama arzusunun teşekkülü “önem taşıyan husus olarak karşımıza çıkar.(2) Buna Clausewitz’de “homojen bir toplumun yaratılması veya ortak payda da buluşturulması” demektedir. İlkelere dayalı enerjik ve aktif bir dış politika oluşturabilmenin ilk ve en önemli şartı, devletin en önemli dinamiği olan toplumun kendi içinde barışık bir yapıya ulaştırılması, sağlamlaştırılması ve korunmasıdır. Bunun adı da kültür birliğidir. Kültürel bütünlük sağlama konusunda dilsel ve duygusal alanda aynı renge sahip olmak ve farklılıkları kabullenmek ama farklı olanların da toplumun temel kültürünü ve kimliğini benimsemesi en önemli şarttır. Hatta olmazsa olmazıdır. Buna yeni dönemin çok kültürlülük algılaması veya toplumun tarihi kültür zenginliğinin korunması da denilebilir. Anderson’un uluslaşmaya vurgu yaparken kullandığı “hayali cemaat” tanımlamasında da ifade ettiği husus budur (3). Özellikle 1990 sonrasında SSCB’nin dağılması ile başlayan mikromilliyetçilik hareketleri, günümüze kadar geçen 20 yılı aşkın bir sürede ne yazık ki bir çözüm sürecine ulaşamamış ve bu rüzgâr artan bir şiddette ulus devletlerin öncelikli sorunu haline dönüşmüştür. Bu sorun alanı Türkiye’de daha geniş bir tabanda ve daha farklı boyutlarda etkileşim haindedir. 1990 sonrasında Türkiye kendi toprakları içinde hem PKK terör örgütü ile askeri ve siyasi mücadele yürütmüş hem de Körfez savaşı ile başlayan ve Irak’ın işgali ile devam eden süreçte Kuzey Irak’ta bir Kürt oluşumuna seyirci kalmış ve ardından da Suriye’ye karşı yürütülen ve arka dinamikleri güçlü olmayan politikalarla Suriye’de ikinci bir Kürt oluşumunun bir şekilde doğmasına seyirci kalmıştır. İçeride ise ortaya konulan ve başlatılan çözüm süreci politikasının modern anlamda ulus devlet ve ulusal kimliğe fayda sağlamayacak şekilde uygulama alanına konulması sonucunda ortaya çıkan etkileşimim devlete, toplum bütünlüğüne veya Kürt oluşumuna ne ölçüde fayda sağlayacağı muallâkta kalmıştır.

Günümüzde yaşanan teknoloji çağı insan düşüncelerinin hızla yayılması bakımından çok önemli bir atılım gerçekleştirmiştir. Bunun sonucunda da ülkelerin iç ve dış politikaları birbirinden ayrıdır algılaması tamamen boşa çıkmıştır. Yani bu şu anlama gelmektedir. İç politikada atılan adımlar ile dış politika adımları birbirinden ayrı değil, bilakis aynı etkileşime maruz kalacak eylemler durumundadır ve artık birbirlerinden ayrılamaz bir bütünü teşkil etmektedir. Dolayısı ile bu değişim bir ülkenin bölgesel/kıtasal aktör veya seyirci olmasını etkilemektedir. Bu kapsamda ulus kültürü ve kimliği de çağımızın ihtiyaçlarından kaynaklanan sebeplerle ön plana çıkan önemli esaslardan birisidir. Bu husus, sınırlarının ötesinde etkili olmak veya bölgesel güç formundan kıtasal güç formuna geçmek isteyen her devlet yönetiminin dikkate alması gereken en önemli husustur.

Bu çerçevede küresel güç formuna ulaşmak isteyen her güç merkezinin iç politikası ile dış politikasını birlikte yürütmek ve kısa süre içinde birleştirmek zorunluluğu önem taşımaktadır. Bunun da birincil ve vazgeçilmez şartlarından birisi de kültürel birliğin korunmasıdır. Bunun içinde aynı duyguları paylaşmaktan ortak isteklerin karşılanmasına, toplum fertlerinin isteklerinin karşılanmasından ulus kimliğinin korunmasına ve sevilmesine kadar geniş bir yelpazede çok sayıda sosyolojik olguyu saymak mümkündür. Bu ifade edilen kavramsal hususları Türkiye ölçeğine indirdiğimizde ise, basın özgürlüğünün kısıtlanması, Türk insanının isteklerinin tasnif edilerek bazılarının baskılanması bazılarının da ön plana çıkarılması, kimlik boyutunun sorgulanır hale gelmesi, ulusal kimliğimiz olan Türk kimliğinin baskılanarak Türk kimliğinin içine aldığı her türlü kültürel yapıyı benimsedikleri halde etnik kimliğine yapay güç kazandırmak isteyenlere müsaade edilmesi, özellikle son dönemde Suriye’den gelen göçmenlerin kontrol edilememesi ile bölgesel de olsa şehir ve kasabalarda huzurun bozulması sayılabilir. Bu konular üzerine özellikle son yıllarda Türkiye önemli bir dönemden geçiyor şeklinde ortaya konulan ifadeler yukarıdaki uygulamalar ile ortaya çıkan sonuçlara bir cevap niteliğinde değildir ve kabul etmek mümkün değildir. Olan iç politika uygulamalarındaki yanlışlıkların toplumun dengesini bozması, sosyo-kültürel alanda toplumu parçalamasına yol açan gelişmeler zinciridir.

Sonuç

Günümüz şartları bir kaos ortamını işaret etmektedir. Bu ortam her güç merkezinin yeni ve kendisini başarıya götürecek bir yol arayışı içinde olması gerektiği anlamına gelmektedir. Bu özellikle Orta Doğu’da hâkim ve belirleyici bir güç merkezi olmak isteyen Türkiye için de geçerlidir. Fakat öyle görünmektedir ki, bugün Türkiye dış politikasında ortaya koyduğu hedeflerine ulaşma yollarını tüketmenin eşiğine gelmiş durumdadır. Bunun da en önemli sebebi, toplumsal yapıda ortaya çıkan huzursuzluklar ve bunların önüne geçilmesi için yapılan yamaların tutmamasıdır. Dünyada ve özellikle etkileşim bakımından Türkiye için büyük bir önem taşıyan Avrupa Birliği ülkelerinde ekonomik dinamikler zorlandığı dönemde Türkiye, önemli bir konuma ve güce sahiptir. Fakat, jeostratejik gereklerin yerine getirilmesinde atılan adımların hatalı olması ve bu dinamiklerden en önemlisi olan kimlik ve kültür boyutunda tam anlamı ile kaos içine düşmüş olması sonucunda bölgesel güç formundan dahi uzak bir noktadadır.

Bu noktada yapılması gereken hususların başında jeostratejik bir teorik boyut yaratmak gelmektedir. Coğrafya bellidir. Değişkenleri yoktur, dolayısı ile jeopolitik yapıyı oturtmak kolaydır. Bunun için arayışa da girmeye gerek yoktur. Atatürk döneminde Balkan Antantı, Sadabat Paktı, Afganistan ile ilişkiler ve 1936-1939 yılları arasında Hatay’ın Ana vatana katılması esnasında yürütülen akılcı politikalara bakılması yeterli olacaktır. Planlanmasından uygulama alanına konulmasına kadar her süreci çeşitli zorluklarla dolu olan esas unsur jeo-kültürdür. Çünkü değişkendir, dinamiktir ve çevresel etkileşim içindedir. Bunun en önemli örneğini son 20 yıllık sürede zaten yaşamaktayız. Bu gelişmelere faydacı bir müdahalede bulunabilmenin en önemli şartı da ulusal kimlik ile güçlenmiş olan ulusal kültürün zedelenmemesidir.

 

(1)    Bkz. C.V. Clausewitz, Savaş Üzerine, Doruk Yayınları

(2)    Bkz. A. Afetinan, Medeni Bilgiler, Türk Tarih Kurumu Yayınları

(3)    Bkz. Benedic Anderson, Hayali Cemaatler, Metis Yayınları

(4)    Bkz. Haluk Özdemir, Ulusal Dış politikalar ve Jeostrateji Bağlamında Avrupa’nın Anlamı, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Güz 2007, Cilt. 7.

(5)    Bkz. İsmail Hakkı İşcan, Uluslararası İlişkilerde Klasik Jeopolitik Teoriler ve Yansımaları, Uluslar arası İlişkiler Dergisi, Yaz 2004.       

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...

Error: No articles to display