Bu sayfayı yazdır

Antik Çağ’dan Bugüne; Felsefe, Din Ve Politika

Yazan  20 Mayıs 2014

Giriş

         Felsefe, din ve politika iç içe geçmiş bir kavramlar dünyasında gerçek yerlerini aramakta, birbirilerini etkilemektedirler. Platon’un ünlü, “Toplumlar, filozofların kral, ya da kralların filozof olduğu güne kadar, rahat huzur yüzü görmeyeceklerdir” sözü, aklın üstünlüğünü ve devlet yönetiminin akılcılık gerektirdiğini felsefî düzeyde kanıtlama girişiminden başka bir şey değildi.Din ve felsefe hem bu dünyayı ve hem öbür dünyayı düzenlediği, politika ise bu dünyayı hedeflediği için yaşamımızın bir unsuru olmaktadır. Günümüzde dünya olaylarının kilit konuları ideolojik ve ulusal olmaktan çok felsefi ve kültüreldir[1]. Felsefenin altın çağını yaşadığı Antik Yunan döneminden itibaren felsefe ve politika özellikle devlet, demokrasi, cumhuriyet anlayışlarının ortaya atılması ne kadar iç içe geçti ise, felsefe ve din ilişkisi de yüzyıllardır et ve kemik gibi bir arada gelmiş hatta yakın zamana kadar felsefe Tanrı düşüncesi olarak daha çok ‘din felsefesi’ halinde ele alınmıştır. Modern felsefe koyu dinsel inançtan uzak olduğu dönemde bile geniş ölçüde politika ve ahlak sorunlarıyla ilgilenmiştir. Binlerce yıldır filozoflar pek çok dini öğretiyi sorguladılar. Örneğin Tanrı’nın bizim günahlarımızı önceden bildiği kesin olduğu halde, bizim onun ön-bilgisi dolayısıyla günah işliyor olmadığımız çelişkisi gibi. Dinin ideal insanı ‘mümin’dir, Yunan düşüncesinin ise ‘akıllı insan’dır.Platon, devleti teşkil eden bireyleri, işlevleri açısından üç kategoriye ayırır; zenginliği sevenler, şerefi sevenler ve bilgiyi sevenler. Toplumu meydana getiren fertlerin tamamı, bu üç özellikten birini, diğerlerinden daha fazla arzu edecekler ve isteklerine, ideal toplumdüzeni içerisinde ulaşacaklardır. İnsan düşüncesinin aydınlatmaya çalıştığı üç fikir alanı vardır; doğru, iyi ve güzel. Doğru hem bilimin hem felsefenin konusudur. İyi, ahlakla ya da davranış kurallarıyla ilgilidir. Güzel’i gerçekleştiren sanat, araştıran da estetiktir[2]. Bu üç alan yaşamımızda bir bütün oluştururlar. Bu makalede, Antik Yunan’dan bugüne nereden nereye geldiğimize; felsefe ve din ekseninde Tanrı Kenti’ne nasıl gideceğimizi değerlendireceğiz.

Mutlu Yaşamın Sırrı...

Eski insanlar ilk önce tabiat unsurlarından, maddi nesnelerden korkmuşlar ve onlara tapınmışlardır. Sonra güya bu nesneleri yöneten görünmez varlıklara tapınmış nihayet en sonraki düşünmeler üzerinden tek neden, yüksek akıl, Tanrı fikrine gelmişlerdir. Dünyanın genel gidişinde düşünen insan genellikle açlık, sefalet, esaret gibi zor şartlar altında mutsuz bir ortamda idi. Dünya ancak iyi bir ahret yaşamı umudu ile çekilebilir hale gelebilirdi. İşte din, bugünde olduğu gibi binlerce yıl hep bu boşluğu doldurdu[3]. Örneğin Hıristiyanlığın yayıldığı ilk dört yüzyıl refah seviyesinin çok düştüğü tam bir felaket çağı idi. 5. yüzyılda Batı Roma İmparatorluğu çökünce bu topraklara Doğu’dan göç edenler yerleşmişti. İnsanlar kendilerinin kötü ruhlarla çevrilmiş olduğunu ve büyücülerin gizemli işleri etkilediğini sanmışlardı. Antik Yunan döneminde halk gündelik hayattan zevk almış ve onu bu hayatı güzel bulmuştu. Ama şimdi umutsuz insanlar için dünya hayatı yeryüzünde iyi insanın cennetteki kente doğru çıktığı kutsal bir yolculuktu. Görünür dünyada mutluluğa eremeyenler dikkatlerini öbür dünyaya verdiler. Din, bir toplumda yaşayan insanların düşünce ve davranışlarına, insan üstü güçlerin etkilerini yorumlayarak uygulayan teorik dünya görüşü ve pratik bir evren düzenidir[4]. Din, iman ve inanç öğretisidir, ilahi emirleri sorgulanamaz. Din topluma etki yaptığı gibi toplum da dine etki yapar. Binlerce yıl öncelerinin kalıntıları sürünerek de olsa din içinde varlığını devam ettirir.

         Felsefe, bilge olma çabasıdır. İyi bir yaşam yaşamaya hazırlıkta ben-bilgisi yaşama sanatının temelini oluşturur. Benin kendisine ilişkin bilgisinin üç yolu vardır; sahip olduklarının açımlandığı ve buna dayanan bilgi (zenginlik, statü, unvan), fiziksel görünüm bilgisi (boy, pos, göz ve kaş rengi) ve ruhunun bilgisi. Kendini bilme kendi ruhunun bilgisine sahip olmaktır. Ruhun bilgisi, insanı yanılgısız olana, değişmeyen olana yönelten bilgidir. Bu Tanrıya yaklaşmanın yolu ve Tanrılar sofrasında yer isteme talebidir. Tanrı, olup biten ve olacak her şeyin olanaklılığını, insan (filozof) ise olup biten ve her şeyi bir arada görebilmeyi temsil eder. Tanrıya ancak bu kadar yaklaşabiliriz. Sokrates ve Platon’a göre; insanın kendi ruhunu bilme serüveni değişmeyenin bilgisine erişme tutkusudur[5].Ruh, durmadan değişmekte olan duyu organları ile algılanan nesnelerden haberdar oldukça kendisi de değişken olur; o, ezeli ve akıl edilir varlıkların farkında olduğu sürece de, ezeli olur[6]. Eğer ezeli olan gerçek olan ise, ruh, düşüncede ve eylemde ezeli varlıklara yöneldikçe tam anlamıyla gerçek sayılır. Bu nedenle dindar düşünürler çağlar boyunca şu veya bu türden Platonizm’in peşine düşmüşlerdir. Akıl ve bilginin ötesinde, hikmet vardır ve hikmet, tek bir gerçeklik olduğunu anlamaktan başka bir şey değildir. Hikmet, varlığın bilgisidir. Varlık ise düzendir, adalete uygundur, uyumludur ve dengededir. Sonra, mana vardır. Mana, hayatımızı oluşturan şeydir. Bizim gayretimiz onu elde etmektir. Tek bir hikmet anlayışı yoktur. Platon, hikmeti, “insanlığın olgunluğu” olarak tanımlar. Hikmet, insanlığın ister duyusal ister düşünsen yolla olsun tabiatı gereği sahip olduğu bir bilgidir. İnsan daima kendisini yenilemek, olumlu değerlere doğru yükselmek zorundadır. İnsan ruhunda ve toplumda istenen şey uyum, denge ve ölçülülüktür. Sokrates’in kendini bil” sözü, insanın kendini ruhsal bir tecrübe içinde yeniden sorgulamasını ve ahlaki yönden yeniden oluşturmasını içermektedir. Böylece insanın medenileşme yolunda istediği şey olumlu değerlere yükselmektir. Adaletsizliğe, kötülüğe karşı savaşmaktır. Hikmetin, felsefi düşünüşün ve büyük dinlerin hedefi budur[7].

Bir insanın kendi yaşamını nasıl sürdüreceği ve diğer insanlarla birlikte nasıl iyi bir yaşam sürdüreceği felsefenin temel sorunudur. Bu aynı zamanda politikadır[8]. Yunan felsefesinde ele alınan sorun budur. Felsefe şu soruyu ortaya koyar; olanaklı en iyi yaşamı elde etmek için ne yapmalıyız? Antik Yunan bilgeliğinin bize armağan ettiği en önemli felsefi tavır “nasıl yaşamalıyım?” sorusudur. Bu soruya yanıt “Kendi benimi hakikat için nasıl hazırlamalıyım?” sorusuna dönüşmüştür. Hakikatin kendini açığa çıkarması, gizlemesi ya da açığa çıktığı sanılan görüngünün doğurduğu yanlışın cezasını çekmek insanın yazgısıdır. İyilik ve gerçeklik arasındaki uyum hep var olur. Bunlar aynı öze ve niteliklere sahiptir. Aristoteles'in ahlâk (ethic) anlayışına göre, insanoğlu için iyi ve güzel olarak hedeflenmesi gereken şey, yaşamını ancak sürdürebilecek imkânları içerecek bir hayat değil, insanlığın aklî doğasına uygun olarak, insanî isteklerin karşılanabileceği mutlu bir varoluştur. Mutluluk arayışı, erdemlerle bezeli, iyi ve güzel bir yaşam peşinde koşmaktır. Aristoteles mutluluğun bir tarifini vermemekle beraber, aşırılıklardan uzak kalmayı öğütlemekte ve bu tutumu bir erdem saymaktadır. Fazilet sahibi olmak, bir mutluluktur. Zihnî (intellectual) ve ahlâkî erdemleri, ruhun akla dayalı ve akla dayalı olmayan faziletleri olarak tanımlamaktadır. Zihnî erdemlerin en önemlileri, kuramsal ve uygulamalı hikmetlerdir. Erdemli bir yaşam sürdürme çabaları, insanı her konuda doğru ve güzel olanı yapmaya ve uygulamada hikmetleri edinmeye zorlar. Varlığın zihnî açıdan en yüksek ve dolayısıyla en tatminkâr formu, düşünmektir. Zira insanoğlu, tamamen zihnî bir yaratık değildir. Bununla beraber, mutlu bir yaşam, zihnî ve ahlâkî erdemlerin birlikte sahip olunmasına bağlıdır.

Tanrı Nerede?

         Aristoteles, Tanrı'yı "düşünmenin düşünmesi" olarak tarif etmekteydi. Bu görüşe, Orta Çağ filozofları bir ekleme yaptılar; "O'nun düşüncesi o kadar mükemmeldir ki, düşünmek ve yapmak, onun için tek ve aynı şeylerdir."İnsan, insan olarak var olma anlamında zihin ve ruhtan veya zekâ ve iradeden ibarettir. Yaratan her şeyin elden geldiği kadar kendisine benzemesini istemiştir. Evrenin ve oluşun esas ilkesi budur. Tanrı düzensizliği düzene sokmuştur.Metafizik anlayış, Aristoteles ile "Tanrıbilimsel" (Théologique) bir veçhe kazandı. Sokrat’tan da önce yaşamış olan Protogoras “insan her şeyin ölçüsüdür” derken Platon “Yasalar”da, “Her şeyin ölçüsü insan değil, Tanrı’dır” demektedir. Doğa'da bütün olup bitenler bir amaca (telos) yöneliktir. Her şeyin gerçek nedeni "Nous[9]"dur. Platon'a göre, Tanrısal akıl ya da doğrudan Tanrı olarak tarif edilen "Nous" tarafından biçimlendirilerek "kaos’tan düzene" geçirilmiştir. Büyük düzenleyici, kendisi gibi önsüz ve sonsuz bir töz[10] bulmuş ve ona biçim vermiştir. Evren, Tanrı tarafından bilinen "dünya ideası"na uygun olarak ve benzetilerek biçimlendirilmiş bir görüntüdür. Aristoteles, Tanrı’nın varlığı için (akıl yolu ile) 47 ya da 55 kanıt ortaya koymuştu. Bunun için devinmemiş-devingen (hareket etmemiş-hareket ettirici) ile denklemlerini (Tanrı öncesizdir, çünkü devinmemiştir; değişmez çünkü hiçbir edilgen güç içermez vb.) formüle etmişti. Çok sonraları Antik Yunan felsefesinden etkilenen İrlandalı Johannes (855), Doğa’nın Bölünmesi Üzerine adlı kitabında Aristoteles’in tezinden türettiği anlayış ile Doğa’nın bütününü dört sınıfa ayırmıştır[11];

- Yaratan ve yaratılmamış olan (Tanrı).

- Yaratan ve yaratılmış olan (Tanrıyı da içine alan Platon’un ideaları).

- Yaratılmış olan, yaratmayan (Uzay ve zaman içindeki nesneler).

- Ne yaratan, ne yaratılmış olan (yaratıcı olarak değil, bir son ve bütün nesnelerin bir amacı olarak Tanrı. Tanrıdan çıkan her şey ona dönmeye çalışır.)

Platonculuk, Batı Hıristiyanlığı için temel felsefî öğreti olarak kalmıştır. Bununla beraber Skolastik felsefenin tarihi, din adamlarının karşı koymasına rağmen öncelikle Aristotelesçi öğretinin bir özümsemesidir. Aristoteles öğretisi, Skolastik düşünce ile arasındaki bu benzerlik dolayısıyla modern çağların başında kötü şöhretli bir disiplin alarak anılır olmuştur. Aquino’lu Thomas (1225-1274), Skolastik filozofların en büyüklerinden olup, Katolik felsefesine büyük katkı yapmıştır. Thomas’a göre tanrı kendi özüdür, öz ve varlık özdeştir. Zaman içinde olmadığı için her şeyi şimdi gibi görür ve bu yüzden gizli isteklerimizi de bilir. Zevk, sevinç, sevgi ve iyilik Tanrıdadır. İnsanlarda tin, bir bedene bağlanmıştır. Zekâ her insan tinin bir parçasıdır. Her şey Tanrı gibi olmaya yöneltilir ve her şeyin sonu Tanrı’dır. İnsanın en son mutluluğu erdemsel davranışları ile ölçülemez, çünkü onlar aracıdır O mutluluk Tanrının bütün bedenle düşünülmesindedir. Tanrı bilgisi için iman ile elde edilen bilgi yeterli değildir. Bu yaşamda insan Tanrı’yı özüyle göremez, en son mutluluğa sahip olamayız. Tanrı ile karşılaşmamız ancak Tanrısal ışıkla gerçekleşecek ama o zaman bile Tanrı üzerine her şeyi bilemeyeceğiz. Bu görüyle sonsuz yaşama, yani zaman dışındaki yaşama katılmış olacağız..

Antik Yunan’a son veren Roma İmparatorluğu, düşünceye dayanmayan kaba bir olgu idi ve bir kargaşa ile sona ererken Eski Dünya’da sona gelmişti. Orta Çağ boyunca Katolik dünya kilisedeki kargaşaya son veremedi. Eski Dünya’nın çözümü doyurucu değildi bu çözüm bir ideal durumuna getirilemedi. Modern zamanların kültürü, din adamlarına bağlı olmaktan çok laiktir. Devletler gitgide yönetimde dini kurumların yerini aldı, ulus-devletin gücü ve görevleri, bütün dönem boyunca küçük dalgalanmalar dışında, düzenli ve oturmuş olarak arttı. Modern Dünya’da antik dönemlerin çözümüne tekrar dönüldü ancak sıradan insanın mutluluğundan çok güçlünün istemini temsil eden Realizmin ve Plütokrasinin (hırsızlar rejimi) etkin olduğu bir toplum düzeni var ortada. Modern dönemin iki ana çizgisi din kurumlarının azalan otoritesi ve bilimin etkisinin bazen dinin aleyhine artmasıdır. Bu makalenin başlığı olan Tanrı Kenti, Augustinus’un on birinci kitabının adı idi. Tanrı Kenti, seçilmiş insanlar topluluğudur. İmparatorların ve Batılı monarkların güçsüzlüğü karşısında Kilise, “Tanrı Kenti” düşü ile otorite kaynağı sağlamıştı. Sürekli ve doyurucu toplumsal düzen sorunu, Roma İmparatorluğu’nun sağlamlığı yanında, Sanctus Augustinus’un Tanrı Kenti’ndeki idealizmle birleştirerek çözümlenebilirdi[12]. Bugün böyle bir ideal toplumu ve yaşamı başarmak için yeni bir felsefe gereği bulunmaktadır. Bu felsefenin temeli Tanrı Kenti’ne giden yolda sevgi ve aşk olmalıdır. Sevmeyen kişi Tanrı’yı bilmez, çünkü Tanrı sevgidir. Bütün dinlerde bu böyledir, azizlerin, velilerin, rahiplerin, yaşamlar, hep sevgi esası üzerine kuruludur. Batı’da yüzyıllardan beri ilahi ilişki yoktur ve aşk ilişkisi bir başka bireyin büyüleyici çekiciliğine indirgenmiştir. Birçok dinde sevgi öğretisinin aslında sunulan şeklinin gücünü kaybettiği, pratik bir realiteden çok bir ideal durumuna geldiği söylenebilir[13].

         Modern Felsefe ve Din

         Felsefe düşünmenin var olanla kurduğu bir tür ilişkidir. Var olan ise kendini üç alanda sunar[14]; dış dünyada, düşünmede ve dilde. Antik dünya, gidilebilecek en son noktada, yani akıl, adalet, erdem, özgürlük ve bilgelik kelimeleri etrafında mucizevî yapılar inşa etti. Bütün bir Akdeniz havzası, Yakın Doğu ve Mezopotamya kültürü, Yunan ve Roma klasikleri, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dinleri, Doğu felsefeleri bu soylu yapıların mimarı oldular[15].Yunan öğretisi, duyulur dünyanın uzay ve zaman içinde bir sanrı (illüzyon) olduğu ve bir insanın tek gerçek olan ebedi dünyada yaşayabileceği öngörüsü idi. Yahudi ve Hıristiyan öğretisi ise öbür dünyayı bu dünyadan metafiziksel olarak farklı görmemiş, gelecekte erdemli olanın ebedi mutluluk içinde yaşayacağı ve kötü olanın ebedi ıstırap içinde yaşayacağı bir yer olarak tasarlamıştır. Yıkılan Roma İmparatorluğu’ndan Doğu’daki topluluklara aktarılan Hıristiyan dininde üç öğe vardı[16]; (1) Platon ve Yeni Platoncular ile kısmen de Stoacılardan aktarılan felsefi inançlar. (2) Yahudilerden türeyen ahlak ve tarih (sünnet, domuz eti yememek) kavramı. (3) Hıristiyanlıkta yeni olan kurtuluşa ilişkin (Mesih) kuramlar. Tanrısal adaleti kurtarmak için, daha sonraki bir ödül ve cezaya inanmak gerekli oldu. Bu da kurtarıcı Mesih, öbür dünyacı, cennet ve cehennem gibi kuramları doğurdu.

Yeni Platoncu eserlerin, Yunanca, Arapça ve daha sonraları İbranice tercümeleri, İslâm ve Musevî felsefesi ile mistisizmine önemli etkiler yapmıştır. Arap dünyasında Eflatun olarak bilinen Platon’un, insan düşüncesi üzerinden kalkmayan bir büyü benzeri etkisini, şu iki örnek ortaya koymaktadır: Sokrat’dan miras aldığı “bilgelerin yönetimi” düşüncesini sistemleştirmiş olan Platon’un asıl adı Aristokles, sıkça kullanılan “Aristokrat” ve “Aristokrasi” kelimelerinin kökenini oluşturmuştur. Ayrıca “Platonik” kelimesi de çağlar boyu, “maddesel olmayan, sadece düşünsel boyutta var olan” anlamında kullanıla gelmiştir. Orta Çağ boyunca Yahudiler, Hıristiyan ülkelerinin kültüründe hiçbir rol oynamadı ve büyük ölçüde dışlandıkları için Hıristiyan uygarlığına katkıda bulunamadılar. Bu çağlarda Yahudilere, sadece Müslümanlar arasında insanca davranıldı ve bu yüzden Müslümanlar arasında felsefe yapma ve aydın düşünceyi sürdürme imkânı buldular. Ortaçağ boyunca Müslümanlar, Hıristiyanlardan daha uygar ve daha insandı. Hıristiyanlık ve İslam’ın felsefe ile ilişkisi pek de gönüllü olmamıştır. Hıristiyanlığın temel kaynaklarından biri olan Sanctus Paulus’un mektuplarından birinde şu ifade yer alır[17]; “Sakın, felsefe ya da başka bir hile aldatmasın kimse seni.”Hıristiyanlığın bilgi ve kültürde (bilimsel anlamda) doktor düzeyinde insanlar yetiştirmesi için 1000 yıl geçmesi gerekti. Karanlık ve Orta Çağ boyunca Kilise’nin biçimlenmesini belirleyen birkaç kişi idi. Bunlar içinde Saint Ambrosius Kilise-Devlet bağlantısı, Saint Jeromius Latince İncil ve çilecilik (manastır sistemi), Saint Augustinus ise Reformasyona kadar Kilise teolojisine ilişkin görüşleri sağlamıştı.

Eski ve Modern Avrupa uygarlığı arasındaki karanlık dönemde ortaya çıkan İslam uygarlığı sanat ve teknik alanlarında pek çok yenilik getirmesine rağmen kurumsallaşamadı ve yenilenme enerjisi olmadığı için ancak bir süre olanı korudu. İslam ve Bizans uyarı aktarıcı olarak yeni düşüncelerin yaratılmasına neden oldular. Nitekim İslam (Papalık ve Kilise’nin güçlenmesine yol açması ve Haçlı seferlerine neden olması ile) Skolastik düşünceye, Bizanslılar ise Rönesans’a yol açtı. Rönesans İtalyanları Leonardo ve birkaç kişi dışında bilime saygı duymuyor, kilise otoritesine önem veriyorlardı. İtalyanlar kültüre maneviyattan ve dinden daha çok önem veriyorlardı. Rönesans bir halk hareketi değil, liberal patronaların ve hümanist papaların desteklediği bir avuç bilgin sanatçının eylemi idi. 1527’de Roma’nın yağmalanması ile Rönesans son buldu ve İtalyan devletleri yıkıldı. Rönesans, zekâ işlevselliğini, önceden belirlenmiş katı kalıplar yerine zevk ve sevinç dolu toplum serüveni olarak görme alışkanlığını cesaretlendirdi. Platon, Aristoteles üzerine Yeni-Platonculardan ve Arap yorumculardan bağımsız bilgi sağlanmasını da Rönesans’a borçluyuz. Modern felsefe, ‘Varlık’ın doğasını araştırmaktan ‘Bilgi’nin doğasını araştırmaya yönelmiştir. Locke, Descartes, Hume, Kant, Berkeley, Leibniz; bilgi kuramsal bir felsefi söylem kurarken felsefeyi konulaştırdığı her alana (sanat, davranış, toplum vd.) uyguladılar. 20. yüzyılın felsefesi ise daha çok dile ilişkin duyarlı bir tavır takınarak çoğunlukla dilbilimsel bir felsefe niteliğini kazandı. Bu felsefe, ‘ruhbilim’ ve ‘mantık’ı da ayırarak ayrı bir akademik alanı olarak gelişti.

 

Dinde Reform ve Felsefenin Gelişimi...

Dinde reform yani yeniden düzenlenme devinimlerine öncülük eden Alman din bilimcisi Martin Luther’in (1483-1546) düşünceleri kitlelerin inanç düzeninde değişiklikler getirirken Desiderius Erasmus (1466-1536), Michel de Montaigne (1533-1592), Giordano Bruno (1548-1600) gibi düşünürler Yeniçağ’ı başlatacak düşünce gelişimlerinin önünü açtılar ve geçmişin kökleştirdiği dinci düşünceye karşı hümanist (insancı) düşüncenin temellerini attılar. Yeniçağ, öncelikle gökyüzünden yeryüzüne, kaba metafizikten ince metafiziğe, din bilimden bilime yönelişle belirgindir. Yeni dönemin kurucuları İngiliz filozofu Francis Bacon (1561-1626) ile Fransız filozofu Rene Descartes idi. Bacon, doğruyu bulmakta aklın gerekli ama yetmez olduğunu söyleyerek yeni bilimsel düşüncenin temellerini attı. Yeni düşüncenin kurucusu olarak gösterilen Descartes ise matematiğe önemli ölçüde bel bağlayan bir yöntem filozofu idi. Baruch Spinoza (1632-1677) ise siyaset konularında özgürlükçü, din konularında usçudur[18]. Spinoza seçmelerimizin temeline usu değil arzuyu koyar. G. Wilhelm Leibniz (1646-1716)’in ise ‘sonsuz küçük’ kurucusu olarak, monadlar (metafizik atomlar) öğretisi oldukça önemlidir. Bacon ile kurulan İngiliz deneyciliği Hobbes, Locke ve Hume ile değişik açılımlar kazandı. Thomas Hobbes’a (1588-1679) göre insan doğal olarak kötü idi ve uygar insanın mutluluğu ancak güçlü bir devlet düzeninde, güçlü bir egemen yönetici tarafından sağlanabilirdi. John Locke (1632-1704), güçler ayrılığı (yasama, yürütme, yargı) düşüncesini işlemiştir. David Hume (1711-1776) metafizikten uzaklaşarak deneyciliği aşırı kuşkuculuğa götürür; ne mutlak doğru ne mutlak zorunluluk vardır.

18. yüzyılın ikinci yarısı Fransa’da ‘Aydınlanma’ düşüncesinin öne geçtiği parıltılı dönemdir. Aydınlanmanın üç önemli düşünürü vardır; Voltaire (1694-1778), Rousseau (1712-1778) ve Diderot (1713-1784)[19]. Voltaire, Tanrı’nın varlığını benimsemekle beraber dine karşı çıkıyordu. Tanrıtanımaz olan Denis Diderot, bilgiyle aydınlatılmış özgürlükçülüğün savunucusu idi. Aydınlanmanın en önemli ismi olan Jean-Jacques Rousseau insanı doğuştan iyi diye belirler. Doğa düzeninde iyi ve mutlu olan insan toplumsallaşma ile bozulmuştu ve bunun için yasa düzenini geçerli kılmak gerekirdi. Toplumsal sözleşme düzeninde her birey karşılıklı yükümlenme içindedir. Aydınlanma’nın Almanya’daki en önemli kişisi olan Immanuel Kant (1724-1804) dogmacı düşünceye karşı kesin tutum almıştır. “Felsefe öğretilemez, ancak felsefe yapmak öğretilebilir” diyen Kant’a göre, felsefenin üç temel sorusu vardır; neyi bilebilirim, ne yapmalıyım, neyi umabilirim. Kant’a göre bilgi tümüyle deneyden gelmez, doğuştan fikirler (sezgiler) tarafından belirlenmedikçe bilgi oluşmaz. 19. yüzyılda Aristotelesçilik, Hegel felsefesine bir tepki olarak yeniden hayat bulmuştur. Felsefesi çetrefilli ve anlaşılmaz bulunan F.G. Wilhelm Hegel’e(1770-1831) göre; varlık düşünceyle aynı şeydir, bu eşitlik üçlü diyalektikte gerçekleşir; varlık yokluk’la (hiçlik) karşıtlaşır ve bu karşıtlık oluşum’da aşılır. Fikir’in gelişimi varlığı belirler, bilim de bu gelişimi inceler. Bu gelişim her zaman sav, karşısav ve bileşim aşamalarında gerçekleşir. Üçlü diyalektik gelişim varlığın ve düşüncenin indirgenemez koşuludur. “Her şey görelidir, kesin olan tek şey, hiçbir şeyin kesin olmadığıdır” diyen Auguste Comte (1798-1857) pozitif felsefenin ve toplumbilimin kurucusudur.

19. yüzyılın en etkili filozofu olan Karl Marx (1818-1883) özellikle Rousseau, Feuerbach ve Hegel’den etkilenen felsefesinde insan bir düşünce varlığı olduğu kadar ya da ondan daha çok bir eylem varlığı olduğunu savunur. Yaşamı belirleyen bilinç değildir, bilinci belirleyen yaşamdır. Toplumların dönüşümlerinin temelinde ekonomik etkenler yatar, sınıfların varlığı üretimle belirgin tarihsel gelişimin evrelerine bağlıdır. Sınıf çatışması dönüşümlerin itici gücüdür. 19. yüzyılın diğer filozofları arasında Friedrich Engels (1820-1895), John StuartMill (1806-1873) ve Herbert Spencer (1820-1903) sayılabilir. Stuart Mill, sezgiciliği felsefenin dışına çıkararak, çağrışımcılık anlayışı getirdi. Herbert Spencer, evrimcilik öğretisinin kurucusudur ve Comte gibi ancak görelinin bilinebilir olduğunu benimseyerek bir tür pozitivizm geliştirmiştir. Mark’tan sonra felsefede bir dağılma ya da çeşitlenme dönemine girildi. Friedrich Nietzche (1844-1900) yeni insanı müjdeledi ya da yeni insan dileğini ortaya koydu. Sigmund Freud (1856-1939) ruh bilimde ve ruh hekimliğinde devrim yaptı. Henri Bergson (1859-1941) insanın iç dünyasını öne çıkaran bir felsefe geliştirdi. Arthur Schopenhauer (1788-1860) karamsar bir felsefe geliştirerek insanın dünyadaki yerini tartıştı, bu tartışmayı daha sonra Kierkegaard (1813-1855) derinleştirdi ve varoluşçu[20] felsefenin yolunu açtı. Martin Heidegger (1889-1976) ve Jean-Paul Sartre (1905-1980) varoluşçu anlayış içinde yer alan felsefelerinde insanın yaşamla ilişkisini araştırdılar. Onları izleyen pek çok kişi varoluşcu felsefeyi geliştirdiler. Rudolf Carnap (1891-1931), Bertrand Russell (1872-1970), Ludwig Wittgenstein (1889-1951) Viyana çevresini oluşturan mantıkçılar oldular. 20. yüzyılın felsefe karmaşasında anılması gereken pek çok isim içinde Frankfurt Okulu[21] diye bilenen çevrenin filozoflarından özellikle Max Horkheimer ve Theodor Adorno’nun adı öne çıkmaktadır.

Hıristiyanlığın Yolculuğu

Hıristiyanlıkta Yahudi ve Yahudi olmayan (putperest, Helenist) inançlar birbirine geçmiştir. Erken Hıristiyanlık Yahudi ve Helenist inançların bileşkesinden teşkil olmuştur. Hıristiyanlığın eski doğu tapınmalarından pek çok şey aldığı, Yahudi kâhinliğinin kaynak olduğu ve orijinal bir söyleminin olmadığı en çok eleştirilen yönlerinden biridir. İnciller en erken M.S. 2. yüzyıl ortalarından itibaren yazıldılar. Hıristiyanlığın en önemli kaynaklarından olan dört İncil’den üçü (Matta, Markos, Luka) özü bakımından aynıdır ve İsa’nın hayatı ve vaazları ile havarilerin amellerine ilişkin hikâyeler içerir. Birbirilerine bazen keskin bir şekilde zıt düşse de (örneğin İsa soyu ile ilgili ifadeler) Kilise bunların her kelimesini –Tanrı’dan esinlemeler olarak, gerçek kabul etmektedir. Bunların dışında havarilerin birbirlerine yazdıkları mektuplar, kilise eserleri ve Hıristiyanlık dışı kaynaklar da önemli referans noktalarıdır. Başlangıçta küçük bir Yahudi mezhebi olarak ortaya çıkan Hıristiyanlık kendisine katılan toplulukların, çeşitli etnik ve sınıfsal elementlerin ihtiyacına cevap verdikçe yavaş yavaş evrensel bir din haline dönüşürken, Hıristiyan dogmacılığı olağanüstü karmaşık, sorunlu ve çelişkili hale geldi[22]. Mezhepler arasındaki mücadele toplulukların birliğine, Hıristiyan kilisesinin teşkilat biçimlerinin sağlamlaşmasına yol açtı. Bu ideolojik mücadele içinde Hıristiyan ayinleri ve ibadetleri karmaşıklaştı. Erken Hıristiyanlıkta ibadet oldukça sade idi ve ayinler hemen hemen yoktu. Şaraplı ekmek yeme ayini (ekmek ve şarap görüntüsü altında Hristo’nun vücut ve kanı tadılmaktadır) Totemizm’in zemininde ortaya çıkan ve daha çok tarımcı toplumlarda görülen Tanrı yeme ayininden alınmıştır. İlk doğuş günahından arınma anlamına gelen suyla vaftizin kökeni ise eski inisyasyon ayinlerine gitmektedir.

         M.S. 3 ve 4. yüzyıllarda Roma İmparatorluğu’nun, Doğu ve Batı olarak siyasi ve kültürel bölünmesi kiliselerin de ayrışmasına etki etmeye başladı. Avrupa Orta Çağı’nda bir takım ve mezhep ve sapmalar ortaya çıkmaya başladı. Egemen Kilise, feodal devlet iktidarıyla işbirliği halinde bu tezahürleri acımasızca bastırdı. Bunun için 12. yüzyıl sonunda özel kilise mahkemesi olan engizisyon yaratıldı. 12-13. yüzyılda ilahiyatçı, Skolastikçiler dini sorunlar konusunu bilimsel bir tavır ile yargılayarak Kitabı Mukaddes öğretisini Aristo felsefesi ile uzlaştırmaya çalıştılar. Bilimi ya da bilim adını verdikleri şeyi ve felsefeyi dinin hizmetine soktular ve ‘Felsefe, ilahiyatın hizmetçisidir” özdeyişi böyle doğdu. Skolastik bilimin kaleleri Paris, Balon ve Oxford üniversiteleri idi. Hıristiyanlık dini öğretisini rasyonalize etmeye çalışan bu ilahiyatçılardan farklı olarak, dinle bilimin uzlaşmazlığını düşünen diğer kilise adamları Mistizm’e eğildiler. Onlar aynı Gazaliciler gibi esrarengiz tanrı kavrayışına ve tanrıyla ilişki kurmaya heveslendiler. Çilekeşliğe sarıldılar ve kendilerini vecde kadar götürdüler. İnsan aklına ve sağduyuya küçümseyerek baktılar. Katolik kilisesi feodal düzeni kutsallaştırarak onun bütünleşmiş ve böylece kudretinin zirvesine çıkmıştı. Kilise, yanı başında özgür düşüncenin imasına dahi tahammül edemiyordu. Ancak, 13. yüzyılda sayıca oldukça az sayıda cesur düşünür (Bacon, Gobbs, Spinoza ve diğerleri) ortaya çıkmıştı. 16. yüzyılın başlangıcında Merkezi ve Kuzey Avrupa ülkelerinde feodalizme ve onun kilisesi Katolizm’e, istibdat ve çıkarcı papalığa karşı yönelmiş, özü bakımından bir burjuva hareketi reformu ortaya çıktı ve bu reform Roma Katolizm’inden kopan bir takım Protestan kiliselerini yarattı.

Zamanın dairesel bir şekilde ilerlediği varsayımına dayanan antik çağ kaynaklı bilgi, aynı siyasi oluşumların doğuş-yükseliş-çöküş döngüsü içinde daha sonraki çağlarda kendini mutlaka tekrar edeceğini önerir. Antik çağ bilgisi, ideali arayan modern insanın gereksinim duyacağı bütün siyaset, felsefe veya etik bilgisini sunan bir kaynak olarak kabul gördü ve yaygın bir bağlayıcılık kazandı[23]. İngiliz tarihçiler Antik Yunan’ı inceleyerek Kral ve adamlarına yol göstermek için tarih kitapları yazdılar. Döngüsel tarih içinde idealin ideal olmayan dönüşmesi kaçınılmaz bir süreçtir. İspanyol ve Osmanlı İmparatorluklarının çok hızlı büyümeleri, sınırlarını çok genişletmeleri ve sonuçta imparatorluğun tuğlaları arasına ‘harç’ koymaya imkân bulamamaları nedeniyle çöküşe geçtikleri söylenebilir. Ortak bağların olmaması ya da zamanla unutulması çürüme yapmakta, başlangıçtaki erdemlerini kaybetmektedir. ‘İlerleme ruhu’ kısa ömürlüdür ve sonsuz çaba gerektirir, bununla beraber ‘yozlaşma kaynakları’ kalıcı ve sayısız olduğu için gerileme ve çöküş kaçınılmazdır.16. yüzyıla kadar Türkler karşısında ve kilisenin beslediği haçlılık zihniyeti ile mahkûm rolde hareket eden Batı dünyasının politikalarında önce 15. ve 16. yüzyıllarda ortaya çıkan sömürgecilik anlayışı daha sonra emperyalizm düşüncesi egemen olmuştur. Özgür düşüncenin Hıristiyan şeriatçılığı ve ilahiyatı ile genel çarpışması 18. yüzyılda Fransız devrimi ile başladı. 19. ve 20. yüzyılda tabiat ve matematikle ilgili bilimlerin muazzam başarıları, onların eski Kitabı Mukaddes dünya anlayışı ile uyuşmazlığını açıkça gösterdi. Hıristiyan ilahiyatçı ve kiliseleri arasında Kitabı Mukaddes’i harfi harfine kavrayıştan yana olan ve bilime hiçbir taviz vermeyen (fundamentalizm) akımı böylece yavaşladı.

İslam ve Batı Felsefesi

Antik Yunan’da Hermes (Mısır’da Tanrı Toth ve İslamiyet’te İdris peygamber olarak geçer), Bâtıni ve felsefi anlayışların İslam içinde de temellenmesine ve meşruluk kazanmasına vesile olmuştur. Allah’ın insan suretinde olduğunu kabul eden Hermetik anlayışlar İdris peygamber üzerinde canlanmış ve İslam içinde kabul görmüştür. İdris peygamber Kuran’da iki kez anılır. “Kitapta İdris’i de an, o sadık bir peygamberdi, biz onu ali (Yüce) bir mevkiye yükselttik” (Meryem suresi, 56-57. ayet). “İsmail, İdris, Zül-kifl, bunların her biri sabredenlerdi, onları rahmetimiz içine aldık, onlar Salihlerdendi.” (El Enbiya suresi, 85-86. ayet). Aşağıdaki prensipler Hermetik anlayış kapsamında kabul edilmektedir[24].

-  Tanrı ezeli ve ebedidir, düşüncelerle anlaşılmaz.

-  Ruh, ilahi bir ışıktır. Ölümden sonra bir ışığa doğru yol alınır.

- Dünyaya tekâmül için gelinir. Ruhlar öte âlemde tekâmül durumuna göre bulunurlar.

- İnsanların yapıp ettikleri mukadderatı oluşturur. Ölümden sonra yargılama vardır. Alınmayan dersler için tekrar doğulur.

- Başka dünyalarda da hayat vardır. Eski insanların kökeni dünya dışıdır.

- Kâinatta kozmik yasalar işler. Fiziksel âlem süptil âlemin aynasıdır.

Bunun yanında İslam anlatımlarında İdris’in Şit’ten sonra peygamber olan, otuz sayfalık kitap sahibi olduğu kabul edilen, ilk kalem kullanan, ilk dikişi diken, kendisine göklerin sırrı verilen ve ilk göğe çekilen peygamber olduğu belirtilir. Hermetik anlayış İslam Bâtıni geleneği içinde Rafizilik ve İsmaililik, İslam kelamı içinde de kendini Mutezile olarak açıkça göstermiştir. İdris aslında farklı kültürlerin, özellikle Anadolu ve Mezopotamya kültürlerinin İslam’a girmesine vesile olmuştur. Göksel bilgilerin bir kaynağı olarak sunulan İdris, Bâtıni hareketlerin İslam içinde gelişmesine olanak sağlarken, aslında İslam’ı da bedevi Arap kültürü ile birleşmiş olan yapısından kurtarmıştır.

         Geniş omuzları ve atletik yapısı yüzünden, "Platon" (geniş göğüslü) lâkabı ile anılmış ve tanınmıştır.Hıristiyanlığa aykırı sayılan Platon Akademisi, 529 yılında Doğu Roma (Bizans) İmparatoru Justinian tarafından kapatıldıktan sonra, İslam ülkelerinde, İspanya’da, Mısır’da, Irak’ta, Semerkand’da matematik, doğa bilimleri ve felsefe ile uğraşan Akademi’nin benzeri okullar ortaya çıkmıştır[25]. Bunların en ünlüsü Basra’da kurulan İhvan al-Safa idi. Tanrı bilgisine akılla mı, yoksa hadis (intuition) ile mi erişilir sorusu tartışılıyordu. Birinci fikri kelam uleması, ikinci teziler Sufiler ileri sürmekteydiler. Seçkin İslam kültürü 8. yüzyılda Suriye’de başlamasına karşın, daha çok Arap (Emevi)  İmparatorluğu’nun doğu ve batı uçlarında, İran ve İspanya’da gelişmiştir. Suriyeliler fetih zamanında, Nasturilerin, Katoliklerce beğenilen Platon’a yeğledikleri Aristoteles hayranı idiler. Sonuçta Arapların Aristoteles’e bağlılığı ve Yunan felsefesi hakkındaki bilgisi Nasturici Suriyelilerden gelmektedir. Bununla birlikte Arapların Aristoteles’i Yeni Platoncu bir görüntü içindeydi. Tek dikkate değer Arap Filozofu olan Al Kindi’nin (Ölümü 873) Aristoteles ilgili çevirisi Arapların Aristo ile ilgili düşüncelerine yüzyıllar süren karışıklık getirdi. İran’daki İslam düşünürleri Hindistan ile ilişki içinde idi. Harizmi, 830’da Batıda 16. yüzyıla değin ders kitabı olarak okutulan cebir kitabı yayınladı. İran Uygarlığı 13. yüzyıldaki Moğol istilasına kadar hayranlık verici idi. Bu dönemde Sünni dogmaların mistik ve alegorik yorumunda çok ileri gidilmişti ve az çok Yeni-Platoncu idi.

Biri İran’dan iki İslam filozofu özellikle dikkat gerektirir. Biri daha çok İslamlar arasında ün kazanan İbni Sina, diğeri Hıristiyanlar arasında daha çok tanınan İbni Rüşt idi. Tahran’da yaşayan ve tıp alanında ileri gitmesine rağmen felsefe alanında daha çok ün kazanan İbni Sina (980-1037)’ya göre genellikler (tümeller) aynı zamanda nesnelerden önce ve sonradırlar. İslam dünyasının öbür ucunda, Cordoba’da yaşayan İbni Rüşt (1126-1198) ise pek çok kez felsefe yolu ile imanı sarsmakla suçlandı. Aristoteles’e yakın bir şekilde tinin ölümlü, düşüncenin ölümsüz olduğunu düşünüyordu. Bununla birlikte düşüncenin ölümsüzlüğü, kişinin ölümsüzlüğüne yol açmazdı. Çok değişik kişilerde ortaya çıktığında o bir ve aynı idi. Bu görüşler Hıristiyan filozoflarına kaynak teşkil etti ve İbni Rüşt, Batı felsefesi için daha önemli hale geldi. İbni Rüşt’e göre, Tanrı’nın varlığını akıl vahiyden bağımsız olarak bulabilirdi. Ancak katı Sünni El Gazali, “Filozofların Yıkımı” adlı kitabında bu görüşlere karşı gelerek bütün zorunlu doğrulukların Kuran’da bulunduğunu, vahiyden bağımsız düşüncenin gerekli olmadığını savunuyordu. Bununla beraber, filozoflara göre Kur’anın her metni 70 ya da 700 türlü yoruma açıktı ve sözel (lafzi) anlamı yalnızca cahil halk içindi.  Tarihi gelişiminde İslamiyet, Kuran’ı akli prensiplere göre yorumlayan Mu’tezile gibi akılcı felsefi bir akım ya da İbni Arabi, Mevlana Celaleddin ve Hacı Bektaş’ın mistik İslam’ı gibi çeşitli şekiller ve yorumlar sergilemektedir[26]. Osmanlı tarihinde bu iki anlayış birlikte egemen olmuştur. Sünni, Ortodoks medrese İslamiyet’i yanında veya karşısında Sufi tarikatların temsil ettiği mistik bir İslamiyet vardır. Bin yıllık deneyiminde Türkler, özellikle Anadolu Türkleri iki çeşit İslamiyet’i birlikte benimsediler. Bir yanda Türkmen-Yörük grupların Sufi-Alevi ağırlıklı inanç sistemi, öbür yanda devletin Hanefi-Sünni İslamiyet’i, İslam’ın hoşgörülü şekliydi.

Tarihsel Süreç İçerisinde İslam

İslamiyet’in kurucusu Hz. Muhammed’in kendisi bir şey yazmadı, kendisinden geriye çeşitli zamanlarda yaptığı deyiş ve öğütlerinden kopuk kopuk notlar kaldı. Yaklaşık 650 yıllarında, Hz. Muhammed’in üçüncü halefi olan Osman zamanında bu notlardan ‘Kur’an’ derlendi. İslam dogmaları çok sadedir. Müslümanlar sadece bir Tanrı’nın (Allah’ın) varlığına, Muhammed’in onun peygamberi olduğuna; ondan önce tanrının insanlara başka peygamberler gönderdiğine (bunlar Kitabı Mukaddes’teki Adem, Nuh, İbrahim, Musa ve İsa’dır) inanmaları yeterlidir. Ancak Muhammed önceki peygamberlerden yüksektir. İslam dini, bireyle tanrı arasında bir klerikal aracı tanımaz. Bununla beraber Osmanlı tarihinde ulema ve medrese, klerikalizme vücut vermiştir. İslam dini ortaya çıktığı dönemde Arapların içinde bulunduğu şartlar yeni dinin yayılmasını kolaylaştırdı. Yeni din, savaşçı bedevilere zenginleşmenin, krizden çıkmanın basit ve aydınlık yolunu işaret etti: yeni toprakların fethedilmesi. Hz. Muhammed’in ardılları (Halife Ebu-Bekir, Ömer, Osman) kısa sürede komşu toprakları, sonra da Akdeniz’in ve Ön Asya’nın daha uzak ülkelerini zapt ettiler. Diğer devletlerde olduğu gibi Bizans ve Sasani imparatorlukları ülkelerinde de yığınsal ahalinin, yerel feodallerin tahakkümünden şiddetle azap çekmeleri ve Araplara direnme eğiliminde olmamalarından dolayı bu oldukça kolay gerçekleşti[27]. Arapların milli dini olarak doğmuş olan İslam, hızla uluslar üstü ‘evrensel’ bir dine dönüştü.

Yunan bilimi ve felsefesinin mirası karşısında Müslümanlar, bilime belli bir yorum getirip onu nakli ilimler (İslam vahyinin ışığında geliştirilmiş ‘geleneksel’ ilimler) ve akli ilimler (dinin kaynaklarından türetilmeyen, genel prensiplerini ona devşirmekle birlikte deney araştırma vb. tekniklerle elde edilen bilgiye dayanan) olmak üzere ikiye ayırmıştı. Gazali’ye kadar olan dönemde akli bilimlere öncelik verilmesi İslam dünyasında bilim alanında Batıya üstünlüğün en önemli kaynağı idi. Ancak Gazali sonrası nakli bilimlerin öne çıkması ya da pozitif bilimlerin bir kenara bırakılması başta Osmanlı olmak üzere tüm İslam dünyasını bugün yerinde sayar konumuna getirmiştir, Batıdan aldığı sürece modernle yüzleşmiştir. Modernleşme ise ancak laik rejimlerde yeşerebildiğinden İslam dünyası içinde laik olmayı başarabilen bir azınlık devlet grubu bundan daha çok nasiplenmiştir. İslam ile bilimin ayrılığı yüzyıllardır süren bir çelişki olarak önümüzde durmaktadır. İslam ile bilimi barıştırma gayretleri bilginin İslamileştirilmesi (Islamization of knowledge) gibi düşüncelerin ortaya çıkmasına neden oldu. 1974 Petrol krizi ile petrol ihraç eden İslam ülkelerinin Batı karşısında ekonomik ve politik bir güç olarak ortaya çıkması; İslam dünyasında bilim ve teknoloji faaliyetlerinin desteklenmesi yönünde bir akım ortaya çıkarırken adının “İslam Bilimi” konulması ilginçti. Bunun anlamı bilimin İslami kılıkta yani İslamileştirilmiş olarak ortaya çıkarılması isteği idi[28]. İslam Bilimi terimini ilk kullanan Seyyid Hüseyin Nasr’a göre İslam Bilimleri İslam kavranmadan anlaşılamazdı[29]. Görüldüğü gibi bu anlayış gerçek bir bilim anlayışında öte İslam’ın dogmaları üzerine kendi bilim anlayışını giydirmekten başka bir şey değildi. İslam Bilimi mantığının arka planında Gazali’nin “Bilgi (ilm) Allah’tan başka bir amaç uğruna aranmaz.” saplantısı günümüzde de devam etmektedir. Batı bilim ve medeniyet üstünlüğüne karşı bir tepki olarak ortaya atılan İslam Bilimi anlayışı henüz temelleri oturmamış bir Arap ideali olarak yerinde saymaktadır.

İslam, soy-boy anlayışını kaldırdığı halde peygamberden sonra bu Arap geleneği tekrar küllendi. Peygamberin vefatına yakın başlayan imamet-hilafet kavgası, vefatı ile birlikte iyice ortaya çıktı ve bugünlere gelen mezhep ayrışmasının temelini teşkil etti. Emevilerin baskıcı yönetimi altında Müslümanlar arasında biri katlanıcı, boyun eğici Sufilik (Tasavvuf akımı), diğeri akla dayalı, bilimci, başkaldırıcı Mutezilecilik olmak üzere iki akım ortaya çıkmıştı. Nesturilerle tartışmalar esnasında çok yandaş toplayan Mutezile görüşü Abbasi Devleti’nin resmi görüşü oldu. Abbasi Halifesi Me’mun 827’de akla dayalı bilimciliği savunan Mutezile görüşünü benimsemesi dört-beş yüz yıl sürecek ilerici bilimsel çalışmaları başlatan olay oldu. Halife Me’mun yığınla yabancı, özellikle Yunanca eserleri Arapçaya çevirterek işe başlar. Me’mun, Bağdat’ta hem bir kitaplık ve çeviri merkezi, hem de bir gözlem evi olan “Dar-ülHikme (Bilim Evi)” kurar. Mutezilecilik, inançla akılı bağdaştırmayı amaçlıyordu. Mutezile çizgisi 1200’lü yıllara dek İslam yönetimlerinde egemenliğini sürdürmüş, Mutezile karşıtı gericiler 1100 yıllarına dek yönetimden dışlanmışlardır. İslam, insanları dinsel ortalık temelinde belli derecede kaynaştırdı ise de İslam memleketlerinde ne ulusal ne de sınıfsal çelişkiler kaybolmadılar. Tam tersine onlar yavaş yavaş gittikçe şiddetlendi. Bu İslam dinindeki çeşitli akımlarda bölünmelerde ve mezheplerde yansımasını buldu. Şiizm ile en büyük bölünme ortaya çıktı ve İran’da kendi türünde ulusal Anti-Arap hareketinin dini kabuğu oldu. Şiiler ilk halifeler zamanında peygambere dair efsanelerden derlenen Sünniliği yadsımaktadır. 8. yüzyılda Arabistan’da bedeviler arasında ortaya çıkan Vahhabi[30] akımı 20. yüzyılda kurulan Suudi Arabistan Devleti’nde egemen oldu.  Saudve yardakçıları 1819’da 2. Mahmut tarafından İstanbul’a getirtilerek öldürülmüştü. 1. Dünya Savaşı sonunda Arabistan, Osmanlı Devletinin elinden çıkınca Saudiler Hicaz’ı ele geçirmişlerdir.

İslam’da Mu’tezile, Ceberriye, Mürcie, Mücassime gibi zaman içinde doğup, bir kısmı yaşayan pek çok mezhep vardır.  Vehhabilik, ‘Zahiriyye’ yani ayetleri mecazi anlamlarına göre yorumlamayıp olduğu gibi kabul eden bir mezhepten doğmuştur. Şia’ya, Haricilere, Mut’ezile’ye, Mürcie’ye, Mücessime ve Müşebbihe’ye karşı olan Sünniliğin de birçok temsilcisi ve kolları türemiş, fakat bugün çoğu kalmamış, bu mezhep dört ana kola ayrılmıştır. Ehlisünnet olarak kabul edilen Sünniliğin kolları; Malikilik, Hanefilik, Şafiilik ve Hanbelilik’tir[31]. Hanefilik, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin (701-767) kurduğu mezheptir. Hanefi fıkhı sırası ile dört esasa dayanır; Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas. Sünnilik inancı içinde Eş’ari; Malikilik ve Şafilik’in, Maturidi ise Hanefiliğin imamı olarak kabul edilmiştir. Maturidiler inançta akla, Irak’ta yayılan Eşariler ise nakle dayanmıştır. Aralarındaki fark teferruattadır, esasta birdir. Osmanlı Devleti, Hanefiliği resmi mezhep tanımış ve fethettiği yerlerde yayılmasını sağlamıştır. Osmanlılar Hanefi olmasına rağmen Şafilik, özellikle Anadolu’nun doğu kesimlerinde devam etmiştir.Genel resim olarak; Hanbeli Okulu, en Ortodoks İslam şekli olarak Suudi Arabistan ve Taliban içinde yaygındır. Hanefi Okulu ise en liberal ve çoğunlukla sebep ve kıyas odaklı olup, Orta Asya, Mısır, Pakistan, Hindistan, Çin, Türkiye, Balkanlar ve Kafkasya’daki Sünniler arasında yaygındır. Maliki Okulu Kuzey Afrika’da, Şafiilik ise Endonezya, Malezya, Brunei ve Yemen’de yaygındır. Şii Müslümanlar Caferi Okulu’na mensup olup, İran’da yaygındır.

         Cumhuriyet ÖncesiTürklerde Din ve Bilim

İslamiyet öncesi Türkler, Gök-Tanrı merkezli ve onun etrafında şekillenmiş atalar ve tabiat kültleriyle, orijinal, kendilerine mahsus bir inanç sistemi geliştirmişlerdi[32]. İslamiyet’e geçene kadar ‘Tanrı (Tengri)’ denildiğinde Gök-Tanrı’yı anlarlardı. Türklerin inançlarının temeli olan Gök, her şeyi kaplar; her şeyin yaratıcısı ve her şeyi hükmü altında tutandır. Gök tanrı ile evrensel dinlerden önce tek tanrılı inanca ulaşılmış, Şamanizm ile inanç sisteminin ruhsal ayin (ritüel) yönü gerçekleştirilmiş, Türk töresi ile yaptırım gücü kazandırılmış ve bir inanç bütünü oluşturulmuştur. Gök kubbenin dolanımı yanında ayrıca yıldızları taşıyan gök çarkının (felek) döndüğü varsayılıyordu. Feleğin çemberi bugün de kullandığımız bir anlayış olarak Türk kozmolojisinin ürünüdür. Dünya, zaman ve mekân içinde dönüyor, dönüp-duran zaman, geleceği geçmişin bir tekrarı haline getiriyordu. İslamiyet ile birlikte Gök tanrı inancı kaybolmuş, Şamanizm ise özellikle tarikatlarda izler bırakmıştır. Hıristiyanlığa, Budizm’e, Museviliğe, Süryaniliğe, Maniheizme katılan Türkler de az değildir. 10. yüzyılda İslamiyet’in kabul edilişi ile birlikte Türkler arasında Alevilik, İslam öncesi eski Türk inançlarından ilkeler de alarak yayıldı. Anadolu ve Rumeli’nde Bektaşi babaları, şeyhleri, dedeleri, abdalları; Hacı Bektaş Veli’den başlayarak Aleviliği yayıp örgütlediler.

Hıristiyanlık âlemi henüz karanlık çağında iken Türk düşünce odağının (Türk tasavvufu ve hümanizmi) önemli isimleri Maturidi(Öl. 944), Hoca Ahmet Yesevi, (Öl. 1166), Hacı Bektaşı Veli (1210-1271), Mevlana (1207-1273), Yunus Emre (1238-1320), Sarı Saltuk ve Gül Baba bu dönemde yaşamıştır. Anadolu’da yaşayan şair ve bilge ozan Yunus Emre, Farsça ve Arapçanın egemenlik eğilimi karşısında Türkçenin direncinin öncüsü ve temsilcisidir. Türkçe konuşup-yazan ve Türk töre ve inançlarından kopmayan ve Sünni bir bilgin olan Hoca Ahmet Yesevi, İslam’ın Türkler arasında yayılmasına büyük katkı sağladı. Yesevi; müzik, raks ve zikrin tasavvuf ve düşüncelerin uygulamaya yönelik tarikatlarda yer almasına yardım etmiştir. Bektaşi tarikatının esin kaynağı Hacı Bektaşi Veli (1210-171), Batını düşünce ağırlıklı bir Oğuz Türküdür. Mevleviliğin kurucusu Mevlana (1207-1273) tasavvufu şiir, müzik ve dans ile yaşama geçiriyordu. Mevlana düşünce ile duyguyu, bilim ile sanatı uzlaştırmıştır. Türk bilim odağını temsil eden; Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Türk, Harezmi, Beyruni, Cevheri gibi bilim adamları yetişmiştir. Din ve devlet işlerini birbirinden ayıran Türk düşünürü Maturidi aklı ve bilgiyi öne çıkarmıştı ve ona göre dine bağlanmanın ve onun bilgisine ulaşmanın yolu Akıl idi. Maturidi’nin akılcılık ve hoşgörü anlayışını izleyen Yesevi, Bektaşi, Mevlana, Yunus ondan çok şey almıştı.

         Türk düşünce yaşamı İslam ile birlikte değişime uğradı. Yeni dinin buyrukları ile Türk töresi ve kültürü arasında uyum ihtiyacı mezhep ve tarikatların doğuşunu hazırlamıştır. Bu dönüşüm özellikle 11. yüzyıldan itibaren Türk bilim odağının yavaşlaması ve düşünce odağının öne çıkması ile belirginleşti. İlim hayatı artık Anadolu medreselerinin sönük etkinliklerine bağlı kalmıştı. İhtisas sahibi olabilmeleri için ilim adamlarının İran, Orta Asya, Suriye ve Mısır’a gitmeleri gerekiyordu. Böyle olunca da o kültürlerin etkisi altında kaldıklarından Osmanlı’da Türk benliği uzunca bir süre yerini ‘Osmanlı Müslüman’a bıraktı[33]. Türklerin, Arapların bulunmadığı yerlerde (Anadolu) yurt edinmeleri dini konularda daha bağımsız düşünceler üretmelerine, Türk kültürünü korunmalarına çok uygun bir ortam hazırladı; Türk tasavvufu, Türk hümanizmi, Alevilik, Bektaşilik serbestçe doğup, gelişti[34]. Osmanlı medreselerinde bir süre sonra Maturidi yerine aklı ikinci planda kabul eden Eşariilm-i kelamı okutulmaya başlanmış ve bundan sonra akli düşünceden, hür ve girişimci iradeden giderek uzaklaşılmıştır. 17. yüzyıldan itibaren medreseler sadece dini eğitim veren kurumlar haline geldi[35].

Batıni anlayışa göre Kur’an’ın açık anlamı dışında yedi gizli anlamı vardır. Onlara göre Kur’an Tanrı sözü değildir; Tanrı’nın peygambere verdiği üstün akıldan doğmuştur, insanlığı kurtaracak olan bu üstün akıldır. Halk, ancak üstün bir akıl aracılığı ile aydınlanır. Bu akıl, imamdır. İmam, sütün aklı ile teviller[36] yapar ve gerçeğe ulaşır. Büyük kurtarıcı, yani büyük akıl, bugün gelecek olan Mehdi’dir. Bu inançların hepsi Batıni tarikatlara özgüdür. Batıni tarikatların hemen hepsi, imamın ve Mehdi’nin ancak Ali soyundan geleceğine inanır. Tarikatlar ve tekkeler yozlaşana kadar birer avunma kuruluşu olduğu kadar birer dayanışma, acılara ve güçlüklere bir arada göğüs germe yuvalarıydı. Bir din adamı ve ilk Türk sosyalist düşünür olan Şeyh Bedrettin’in idam gerekçeleri arasında; bütün mal ve mülkün halkın malı olduğunu ileri sürmek, peygamberler ve dinler arasında fark olmadığını söylemek vardı[37]. 1580’de Şeyhülislam Ahmet Şemsettin Efendi’nin verdiği fetva ile İstanbul Rasathanesi yıkıldı, ulemanın reddetmesiyle matbaa Türkiye’ye asırlar sonra girebildi. Osmanlı tarihinde ilmi faaliyetler padişahın dikkat ve kontrolünde idi; ilmi çalışmaları içeren kitap ve risaleler padişahın irade ve bilgisi dışında yazılamaz, yazılsa bile yayınlanamazdı[38]. Yavuz Selim’den itibaren Sünni medrese, ülkede tam ve yenilmez bir kudret kesilmiş, saltanatın da dayanağı olmuştur. Süfilerden fütüvvet erbabı, Mevlevilerin bir bölüğü, Bektaşi ve Aleviler, Bayrami Melamileri (Hamzaviler), hatta Anadolu ve Rumeli’de Alevileşen Kadiriler ile Rıfailer, Şia’ya meyletmişler, içlerinden tam Caferi olan çıkmış, bu mezhebi yaymağa çalışmışlar, Batıniliği bilerek ya da bilmeyerek benimseyenler olmuş, fakat buna karşı Nakşiler, Celvetiler tam Sünni karakteri korumuşlardır[39].

Yeni Papa ve Yeni Evanjelizm...

Batılılar özellikle 17. ve 18. yüzyılda geçirdiği reformasyonlar ile Anglo-Amerikanlıların Katolik anlayışının statikten dinamik yani değişime açık olmaya adım attığını düşünmektedirler. Katolik Kilisesi ile ilgili yaklaşık 50 yıldır iki akım söz konusudur. Liberal ya da İlerici olarak bilinen (iyi) Katolikler, Kiliseyi çağdaş toplum ve kültür ile uyumlu hale getirmeye çalışırken, Muhafazakâr ya da Gelenekselci olarak adlandırılan (kötü) Katolikler ise korku ile baktıkları modern ya da post-modern dünyayı anlamakta güçlük çektikleri için yeniliklere karşıdırlar. Din dünyasında -en azından Hıristiyanlar arasında, Tanrı’nın sadece iyi ve kötüyü ayırt eden ve gittikçe insanları makul bulmadıkları şekilde davranışa zorlayan bir olgu olarak görüldüğü endişesi yaşanmaktadır. Bunun sebebi olarak da Aristotales ve Aquinas’dan beri din, toplum ve politika arasında sağlam temeller kuran düşünürler çıkmaması görülmektedir. Çeşitli din grupları içinde çocukların ailesinin din ya da mezhebini kabul etme eğilimi azalırken, yabancılarla evlilik artmaya başladı. Dinde kişisel seçim öne çıkarken, ortalığa dini cemaatler ve din müteahhitleri hâkim olmaya çalıştı. Özellikle Asya ve Latin Amerika’dan göçlerle, etnik farklılıklar ile birlikte dini çeşitlilik arttı. Bu durum din konusunda daha fazla tolerans gerektirdi. Çağdaş Amerikalı gittikçe daha dini hale gelirken; kilise değiştirme, kendi inandığı şekilde yapma ya da klasik kilise ve toplumların zayıflaması gibi eğilimler azalmaktadır.

Roma’nın yeni Papası Jorge Mario Cardinal Bergoglio ya da kısaca Francis ile birlikte Katolik dünyasında yeni rüzgârlar esiyor. Her gün açık cibine binerek halkın içinde gezen yeni Papa, oldukça sıra dışı bulunuyor. Vatikan’daki makam arabalarını iptal eden, kendisinin ve yardımcılarının altışar adet olan bayan yardımcısının işine son veren Bergoglio, “Tanrı Katolik değildi” diyerek kısa sürede büyük sükse yaptı. Francis, reformcu olduğu için Yeni Evanjelik programı hayata geçirmek üzere seçildi. Papa Francis, Katolikliğin Karşı-Reformasyonu’ndan dönüşünü tamamlıyor ve Evanjelik Katolikliğe yani Katolikliğin, Evanjelik bir geleceğe dönmesine lider oluyor. Buradaki Evanjelik kelimesi “reformculuk” anlamında olup, ABD’deki Protestan Evanjelik kesim ile karıştırılmamalıdır. John Paul II ve Benedict XVI döneminde Kardinal Bergoglio, Yeni Evanjelikleşme’nin esaslarını kaleme almıştı[40];

         - 21. yüzyılın kilisesi ne genel halk kültürüne ne de geleneksel Katolik kültürünün hatıralarına göre insanların hayatlarını, kültürlerini ve toplumları dönüştüremez, daha derin bir şeylere ihtiyaç duyulmaktadır.

         - Bu şey; kişinin dini olarak radikal dönüşümü, her insanı dost olarak kucaklamak, insan onurunu saygı için Tanrı’nın merhametli yüzünü kullanmak ve diğer insanlar hakkında daha derin bilgi sahibi olmaktır.

         - Düşüncelerin ve kalplerin dönüşümü, diğerlerine benzemeyen bir toplum ortaya çıkaracak, inanç diğer insanlara yayıldıkça artacaktır. Herkes, Evanjelik yardımlarla diğerlerine şefkatini gösterecek, Kilise hepsini kucaklayacaktır.

 

Fotoğraf: ABD’de Evanjeliklerin Göçmen Masası

        

         Evanjelizm, ilk kez Protestan reformu sırasında Luther ve onun bağlıları için kullanıldı. Ancak bugün için Evanjelizm, Amerika'daki Hıristiyan toplumunun tutucu kanadını ifade etmektedir. Yahudilere ve Siyonizm'e olan ilginç bağlılıkları ise Evanjelikleri Hıristiyan dini içinde oldukça farklı bir yere oturtmaktadır. Evanjelikler, Eski Ahit'in; Yahudilerin ‘Tanrı'nın seçilmiş halkı’ olduğu, Kutsal Topraklar'ın Yahudilerin malı olduğu, Yahudilerin Mesih'in gelişi ile birlikte bir dünya egemenliğine ulaşacakları gibi kehanetlerini tamamen kabul ederler. Bu konuda kendilerine düşen en büyük misyonun ise Yahudilerin egemenliğine destek olmak olduğunu düşünürler. Amerika'da sayılarının 40 milyona yakın olduğu bilinmektedir. Mesih inancı; Yahudilerin vaadedilmiş topraklara (Nil-Fırat arası, İsrail bayrağındaki mavi çizgiler) ulaşmaları durumunda İsa Mesih'in dünyaya geri döneceği ve kutsal Armagedon Savaşı’nın o zaman kazanılacağı inancı üzerine kuruludur. 1992-2008 arasında yüzbinlerce İspanyolca konuşan Latin Amerikalı göçmen Evanjelik Hıristiyanlığa geçti. Evanjelik Protestanlık Brezilya’yı yuttu. Evanjelikler, özellikle göçmen politikaları ve dış ülkelere düzenlenecek misyoner haçlı seferleri için kurumsallaşmış ve fon desteği almışlardır. Bu kurumlar arasında bir hiyerarşi olmadığı için yukarıdan aşağıya kontrol edilmeleri de zordur. Bununla beraber iş ve işçi dünyası grubu ile etnik azınlıklar grubu arasında çatlak vardır. Örneğin göçmen gurubu yasal olmayan göçmenlere affı desteklemekte, göçmen politikalarına Hristiyanlık prensiplerinin uygulanmasını istemektedirler[41].

Dinin Gittikçe Siyasallaşması

         1970’lerden beri Amerika’da muhafazakârlar (Evanjelikler) seçimleri, laik solcular ise kültür savaşını kazanmayı hedeflediler ve iki kesimde başarılı oldu[42]. Diğer bir sonuç siyaset daha fazla dine yer verirken, kilise daha az siyasete yer vermek zorunda kaldı. Siyah Protestanlar istisna olmak üzere daha dini gruplar Cumhuriyetçi olmaya, laikler ise Demokrat olmaya meylettiler. Bu yüzden Cumhuriyetçiler’in dini koalisyonu, kürtaj ve aynı cinsin evliliği gibi seks ve aile konularına daha hassas davrandılar. Dindar Amerikalılar, yardım kuruluşlarına ve arkadaşlarına para vermeye ve bu tür kurumlar içinde yer almaya gönüllü oldular. Protestanlar, Katolikler ve Yahudiler arasındaki ilişkiler hiçbir zaman iyinin üstünde olmadı, aralarındaki dini sorunların hepsi çözülmedi. ABD’de üç grup sevilmemektedir; Mormonlar, Budistler ve Müslümanlar[43].  Amerika’da din lobileri özellikle seçim dönemlerinde etkin ve istekleri sadece kürtaj yasağı ya da uyuşturucu ile daha iyi mücadele değildir. Liberallerin isteği üzerine Clinton, 1993’de Dini Özgürlük Restorasyon Kanunu’nu çıkarmıştı. Geleneksel Katolikler doğum kontrolüne, Evanjelikler aynı cins evliliğine karşıdırlar. Son 20 yılda Beyaz Liberaller daha laik oldu. 2012 seçimlerinde hiç kiliseye gitmeyenler %62 oranında Obama’ya oy verdi. Liberal çizgideki Protestan Kiliseleri uzun zamandır gerileme sürecindedir. Dini sağ Carter’a karşı idi, Clinton’u sevmiyordu. Daha laik bir geçmişten gelen Obama, liberal Birleşik Hıristiyan Kilisesi’ne bağlıdır. Gallup araştırması Amerikalı Katoliklerin %82’sinin doğum kontrolünü ahlaki olarak kabul edilebilir bulduklarını ortaya çıkardı[44]. Öte yandan Amerika’yı yönetenler büyük şirketlerdir ve kimse onların dininin olduğunu düşünmemektedir.

         Amerika’da din iki bakımdan diğer Batılı ülkelerden ayrılır; birincisi dine bağlılık daha fazladır, diğeri ise dini çoğulculuktur. 1960’lardan itibaren Amerika’da dini kutuplaşma artmaya başlamıştır. Amerikalılar gittikçe dinin iki zıt ucuna doğru kaymaktadır. Bir grup daha da dini olurken, diğer kutup açıkça daha da laik kutba kaymakta, aradaki ılımlı orta kesim kaybolmaktadır. II. Dünya Savaşı sonrası ılımlı, orta kesim patlama yapmıştı. Geçmişte dinsel gerginlikler Katolik-Protestan çekişmesinden kaynaklanırdı. Bugün ise dindar-dinsiz kavgası yapılmakta, ABD gittikçe ortalama olarak dinsel bir ülke haline gelmektedir. Dinsel kesim ile laikler arasındaki farklılık artarken, aralarındaki çekişme kültür savaşına dönüşmektedir. Bir yandan dinsel farklılıklara rağmen dini bağlılık artarken, dinsizlerin oranı da artmaktadır. Dinsel kutuplaşmayı artıran 1960’ların iki sosyal ve siyasi gelişmesi oldu. Bunlardan ilki seks devrimi ile birlikte ucuz ve güvenli doğum kontrol haplarının ortaya çıkışına bağlanmaktadır. Evlilik öncesi seksi destekleyenlerin oranı 1969’da %24’den 1973’de %47’e, 1982’de ise %62’e ulaştı. Bu toplumdaki normlarla birlikte dine bakışı da yeniledi[45]. Sonraki 20 yılda dinsel hareketlerde artış görülürken, siyasi olarak muhafazakâr Amerikalılar büyük miktarda Evanjelik Protestanlara katıldı ve onları büyük bir güç kutbu haline getirdi. Bu durum diğer yandan özellikle gençler arasında 1990’lardan itibaren dinin reddinde artışa yol açtı. Dini; önyargılı, ikiyüzlü, homoseksüel düşmanı ve aşırı siyasi bulan gençler dini reddettiler. 1990-2010 arasında din tercihi olmayan insan oranı %7’den %17’e yükseldi.

İslam ve ABD

         II. Dünya Savaşı’nın sonunda gerçek bağımsızlıklarını kazanan Ortadoğu ülkeleri, demokratikleşmeden ziyade, yapay sınırlar içinde daha çok sol-laik ideolojilerle otoriter rejimlerin önünü açan uluslaşma sürecine öncelik vermişlerdir. Ancak İsrail ile savaşlardaki başarısızlık laik modernleşme akımlarının kaybetmesine ve tepkisel siyasi İslami akımların güçlenmesine neden olmuştur[46]. 21. yüzyılın başındaki İslam dünyası son derece dağınık ve çeşitli ekonomik, ideolojik ve sosyal sıkıntılar içerisinde birbirine karşı siyasi eğilimlere sahiptir. İslam dünyası hem siyasi hem dini olarak birleşik değildir. Siyasi olarak istikrarsız, askeri olarak zayıftır. Eski toplum yapısı ve çağ dışı devlet anlayışı; modern teknolojinin getirdiği özel yaşamın genişlemesi, sivil toplumun kurumsallaşamaması ve devlet işlevlerinin yetersizliği nedeni ile gittikçe daha fazla rejimi fonksiyonel sıkıntı içine sokarken iç hassasiyetlerin artmasına ve dışardan yapılacak müdahalelere uygun bir zemin hazırlamaktadır. Kültürler arası ya da dinler arası diyalog inisiyatiflerinin ve Siyasal İslam teorisyenlerinin hemen hepsi ya dışarıda ya da yaşayan üçüncü kuşak bölge ülkesi insanlarıdır. Laik politik kurumların kırılganlığı, sivil toplumun zayıflığı ve entelektüel kesimin yaratıcılığının bastırılmasından dolayı İslam dünyası yaygın bir durgunluk ile karşı karşıyadır.

ABD, dindar bir ülke olmasına rağmen, İslamcı partileri gerçekte sevmez ve oldukça tedbirlidir. Bu şüphenin ana nedeni Ortadoğu’daki İslamcı partilerin çoğunun amaçlarına ulaşmak için şiddete başvurmayı seçen Müslüman Kardeşler’den ilham almış olmasıdır[47].Obama yönetimi, Müslüman dünya ile güven tesis etmek için özel bir temsilci kadrosu yarattı. Bu göreve ilk atanan ve Keşmir doğumlu bir Müslüman olan Farah Pandith oldu. Farah, amacının her bölgede yerel Müslüman toplumlarla iyi niyet üzerine inisiyatif geliştirmek olduğunu söylemekteydi. Yeni inisiyatif toplumların ihtiyaçlarını karşılamak için sosyal medya ve diğer vasıtaları kullanmakta, Dışişleri Bakanlığı’nın kamu diplomasisi timi, kadın hakları büyükelçisi ve yeni medya timleri ile birlikte çalışmaktadır[48]. Dünyada 1,4 milyar Müslüman ve bunlar arasında da çok farklı gruplar olduğu için “Müslüman Dünya” terimi seçildi. Dünyanın her yerindeki (Avrupa, Afrika, Ortadoğu, Doğu Asya) Müslümanlara yerel koşullara göre ayrı ayrı angaje olunmaktadır. Diyalog yaklaşımı “sürdürülebilirlik” esasına göre sadece kriz değil, kriz dışı dönemlerde de uzun vadeli uygulanıyor. Diğer bir prensip ise bir lider ya da belirli bir İslam tipine değil, içinde akademisyenler, din adamları, öğretmenler, iş adamlarının olduğu sivil topluma angaje olunmaktadır. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Avrupalı İslam için Rusya Federasyonu içindeki Tataristan’ı model olarak gösterdi. Sufizm, İslam’ın ılımlı ya da mistik tarafı olarak, Batıya en iyi müttefik bulunmaktadır. Sufiler; Selefiler ve Vahabiler gibi şiddet yanlısı olmadığı için Pakistan ve Somali gibi ülkelerde doktrine edilerek şiddet eğilimlerini engelleyebileceği düşünülmektedir[49].

         ABD, Soğuk Savaş döneminden beri Batı değerlerini, özgürlük ve demokrasi değerlerini savunması için laikler aleyhine, ılımlı Müslümanlara yönelik şebekeler kurdu[50]. İslami köktencilik ABD siyasetlerinin bir ürünüdür. Buna karşılık seküler (laik) ulusalcılık onu düşman gören ABD tarafından zayıflatılmıştır. Bugün seküler ulusalcılığın hem içsel hem de dışsal başarısızlığı ve dış müdahalelerin yarattığı boşluk bir ölçüde İslami köktencilik tarafından dolduruldu[51].Washington ve Avrupalı müttefikleri İslam’ı jeopolitik bir vasıta gibi manipüle etme projesinde birlikte çalışmaktadırlar. Projenin esası İslam’ı yeniden tanımlamak ve kendi küresel çıkarlarına hizmet edecek yeni nesil bir İslamcı nesil yaratmaktır[52]. Yeni İslam, “Kalvinist İslam” olarak adlandırılan Protestan çalışma ahlakının Müslüman versiyonudur. Yeni İslam’ın faiz sistemi ve küresel kapitalizm ile sorunu yoktur. Borçları karşılığı ulusal varlıklarını satarak bu tuzağa düşecek fakir Arap ülkeleri etnosentrik sistemler dâhilinde Balkanlaştırılan Büyük Ortadoğu’da yeniden yapılandırılacaktır.Ortadoğu’da ılımlı İslam’a oynayan ABD politikalarının artık köktendincileri azaltmadığı tam aksine artırdığı, Türkiye’deki AKP örneğinde olduğu gibi bunları iktidara getirmenin güce sahip olma ve otoriter eğilimleri artırdığı ve kendi gizli gündemlerini uygulamaya başladıklarını gösterdi. Arap hareketlerinin en önemli sonuçlarından birisi gerçek inananlar ile laikler arasındaki bu kültür savaşlarının patlamasıdır. Bölgede yaşananlara Arap Baharı denmesi yanlış, bunun yerine İslamcı döneminin başlaması demek daha doğru olur. Ortadoğu’da milliyetçiliğin ya da daha açık ifade ile laik ulus-devlet anlayışının yerini İslamcılık almıştır.

Daha önce Beyaz Saray’da en üst düzey terörle mücadele danışmanı olan, bugünkü CIA Başkanı John Brennan’a göre Amerika’nın düşmanı “Cihatçılar” veya “İslamcılar” idi. Amerikalılar Google’da bu iki kelimenin her birini 24 milyondan fazla tıklamış olmalarına rağmen hala sadece ortalama Amerikalı değil, yüksek düzeydekiler bile bu kelimeleri açıklamakta zorluk çekmektedir. Brennan’a göre; cihat, kendimizi ve toplumumuzu arıtmak için kutsal savaş demekti ve İslam felsefesi içinde meşru bir temeli vardı. Ancak, İslam’da suçsuz insanları öldürmek kutsal ya da meşru değildi. Bu nedenle dini terimleri kullanarak, sahte bir algılama ile Batıya karşı kutsal gerekçe öne sürülerek konvansiyonel olmayan bir savaş, terörizm uygulanıyordu[53]. ABD’nin İslamcılar ile ilişkisi bugün bir yol ayırımına gelmiş olmakla birlikte hala İslamcılığın, İslam’ın gerçek öğretisi içinde ne kadar temelsiz olduğun anlaşılamamıştır. Stanford Üniversitesi’nden Bassam Tibi, yayınladığı “IslamismandIslam” isimli kitabında bu boşluğu doldurmak için önemli tespitlerde bulunuyor[54];

- İslamcılar totaliter eğilimlidir, sorun demokratik İslam’ın nasıl yaratılacağıdır. Bütün cihatçılar, İslamcıdır ama her İslamcı cihatçı değildir yani cihatçı olmayan İslamcılar hedeflerine ulaşmak için terörizm dışında, başka yollar kullanırlar. 

- Brennan ve diğer Amerikalı ve Avrupalı yetkililer yanlış yoldadır; İslam’ı şiddet kullanan düşman olarak beyan etmek kadar, Obama’nın düşmanı sadece El Kaide olarak tanımlaması da aşırı indirgeyicidir,

- İslamcı çözüm, küresel ya da yerel tüm sosyo-ekonomik vb. çözecek sihirli bir anahtar olarak görülmüş ve aslında 30 yıldır Afganistan’dan İran ve Hamas’a, Sudan’a kadar pek çok ülkede denenmiştir. Bunların hiçbirine özgürlük, insan hakları ve demokrasi getirmemiştir.

- Türkiye, henüz İslamcı bir ülke olmadı ama bu yolda gitmektedir. Suudi dini/siyasi doktrini olan Selefizm, İslamcılık ya da bir İslamcılık çeşidi değil, 7. yüzyıla yönelik nostalji arayışıdır.  Terörizme başvurmayan İslamcıya güvenmeli miyiz? Hayır.

         İslamcı düşünür ve 1966 yılında Mısır’da Nasır tarafından idam edilen Seyid Kutub’a göre, bir Müslüman’ın inancından başka milliyeti yoktur. Bugün Kutub’un izinden gidenler gittikleri ülkelerinin milliyetine geçip, o ülkeye karşı savaşmaktadır. Pakistan’da doğan ve ABD’de master yapan Time Meydanı bombacısı Faysal Şahzad, ya da ABD ordusunda Binbaşı iken Fort Hood Üssü’nde 13 kişiyi öldüren Nidal Malik Hasan, El Kutup’un takipçileridir. Modernite, bu tür insanları hem kendine çekmekte hem de rahatsız etmektedir. İslam gittikçe vatanı olmayan insanların dini haline gelmektedir[55]. Bu durum Batı ülkelerini Müslümanlara kapılarını açmaktan tereddüt etmekten öte, içinde entegre olmuşlara dahi şüphe ile bakmaya itmektedir. İslam ülkelerindeki siyasal yapı, toplumlarının sosyo-ekonomik kalkınmasını sağlamak yerine, modernite öncesi yapıları yeniden üretmektedir. Hala pek çok düşünce sistematiği Ortaçağ’a takılıp-kalmış, çağın gerçeklerini yakalayamamıştır. Örneğin, 2012 yılında Suudi Arabistan Baş Müftüsü Abdülaziz İbn Abdullah El Şeyh, Arap Yarımadası’ndaki tüm Kiliselerin yıkılması fetvasını verdi. Baş Müftü’ye göre; bütün kiliseler yıkılmalı idi çünkü hadisler Arap Yarımadasında iki din bir arada ya da birbirine alternatif olamayacağını söylemekteydi[56]. Bu yüzden Arabistan’da Müslüman olmayan ibadet yerleri uzun zaman önce yasaklandı. Mısır’dan Pakistan’a Ortadoğu’da pek çok ülkede son yıllarda Vahabi anlayışı doğrultusunda bazı kiliseler ya yakılmış ya da yıkılmıştır.

         Sonuç

Antik Yunan döneminde halk gündelik hayattan zevk almış ve bu hayatı güzel bulmuştu. Dinler ile birlikte, yeryüzünde iyi insanın cennetteki kente yaniTanrı Kenti’nedoğru çıktığı kutsal bir yolculuk başladı. Sevginin amacı, ruhu aramaktır ama insanı Tanrı Kenti’ne götüren ilahi aşktır. Hayatın manevi yönü, maddi yönü kadar önemlidir ve insanların mutlu ve uyumlu yaşaması için manevi kuralların merkezi bir konuma yerleştirilmesi şarttır. Bununla beraber, dünyanın her köşesine yayılmış sefaletten, her tür suçu işlemeye ve savaşmaya kadar dünyada var olan tüm sorunların asıl nedeni, insanlığın duygu ve düşüncelerindeki olumsuzluk halidir. Bu yüzden dinler gittikçe siyasallaşmakta ve yeni savaşların kaynağı olma potansiyeli gittikçe artmaktadır. Kısaca, felsefe, din ve politikanın hem ideal dünyayı belirleme hem de geleceğin dünyasını tarif etme yolundaki işlevleri tarih süreci içinde bugün de devam etmektedir. İnsanın kendi yazgısını değiştirebilmesi için psikolojisini ve doğru kabul ettiği inanç sistemini yeniden düşünmesi gerekmektedir. Kavgacı, kırılgan ve fani bir zihniyetin yarattığı zorbalığı kökünden çıkarıp atması şarttır. Yaşadığımız gezegeni yok etmekle tehdit eden kanser ya da savaşlar değil, insanın kavgacı düşüncesidir. Hiçbir politika, din ya da felsefe sistemi toplumu dışarıdan değiştiremez. Ancak ve ancak bireysel bir devrim, yeni bir psikolojik doğuş, her insanın tek tek, hücre hücre, benliğindeki yaralarının sarılması bizi daha refah bir gezegene, daha zeki, daha doğru, daha mutlu bir medeniyete taşıyabilir[57].Charlie Chaplin’in dediği gibi; birilerine zarar vermek için güce ihtiyaç duyarız ama diğer her şey için sevgi yeterlidir.

 


[1]ZbigniewBrzezinski: Büyük Satranç Tahtası, Sabah Kitapları, (İstanbul, Aralık 1998), 19-21.

[2]AfşarTimuçin: FelsefeyeGiriş, BulutYayınları, (İstanbul, 2005), s.25.

[3]BertrandRussell: Batı Felsefesi, Orta Çağ, 7.Baskı, Say Yayınları, (İstanbul, 2000), s.15.

[4]Sergei AleksandrovichTokarev: DünyaHalkalarınınDinlerTarihi, OzanYayıncılık, Çev.RaufAksungur, (İstanbul, 2006), s.22.

[5]Dan Avnon: Know Thyself. Socratic Companionship and Platonic Community,Political Theory, Vol. 23, No.2, May 1995, p.304-329.

[6]Mehmet S. Aydın: AlemdenAllah’a, UfukKitapları, 3. Baskı, (İstanbul, 2002), s.125-127.

[7]SemaÖnal: Hikmet (Bilgelik) Üstüne,Doğu-BatıDergisi: AntikDünyaBilgeliği, Yıl: 10, Sayı: 40, (Mart-Nisan 2007), s.101.

[8]ErtuğrulR.Turan: KüskünTanrılar, UykusuzOzanlar, İsimsizAcılar,Doğu-BatıDergisi: AntikDünyaBilgeliği, Yıl: 10, Sayı: 40, (Mart-Nisan 2007), s.13.

[9]Nous (akılya da tin), akılilekavranandünyanınya da gerçekliğinyaniidealardünyasınınilkesidir.

[10]Töz, öznededeğil, kendindevarolandeğişmezgerçeklik.

[11]Russell: a.g.e.,(2000), p.123.

[12]Russell: a.g.e., (2000), s.231.

[13]DeepakChopra: Aşkın Yolu, Omega Yayınları,Çev: Nur Nirven, (İstanbul, 2005), s.44

[14]BetülÇotuksöken: FelsefiSöylemNedir?,İnkılapKitabevi, İstanbul, 2000, s.30.

[15]TaşkınTakış: Minerva’nınBaykuşu, Doğu-BatıDergisi: AntikDünyaBilgeliği, Yıl: 10, Sayı: 40, (Mart-Nisan 2007), s.7.

[16]Russell: a.g.e., (2000), s.18.

[17]Russell: a.g.e.,(2000), s.37.

[18]Timuçin: a.g.e., (2005), s.195.

[19]Aydınlanmanındiğeryazarları Baron d’Holbach (1732-1789), Montesquieu (1689-1755), La Mettrie (1709-1851), (Helvetius (1715-1771), d’Alembert (1717-1783), Condorcet (1743-1794) veCananis’dir (1757-1808). Diderot ved’Alembert’inçabasıylayayınlananEncyclopedieilebağlantılarındanötürübudüşünürlereAnsiklopediciler de denir.

[20]Varoluşçuluk, insanınvaroluşuyladoğalnesnelereözgüvarlıktürüarasındakikarşıtlığıbüyükbirgüçlevurgulayan, iradesivebilinciolaninsanların, iradevebilinçtenyoksunnesnelerdünyasınafırlatılmışolduğunuönesürenbirdüşünceokuludur.

[21]Frankfurt Okulu, Batı Marksizmi olarak bilinen ve genelde bir iç eleştiriyle teoriye özgül yorum getirmeye çalışan teorik eğilimli Marksizmin ana akımlarından birisini oluşturur. Yaşayan en büyük temsilcisi aynı zamanda modernitenin bitmemiş bir proje olduğunu belirten JürgenHabermas'tır.

[22]Tokarev:a.g.e., (2006), s.552.

[23]C AkçaAtaç: BritanyaİçinİmparatorlukDersleri: Sparta veAtina, Doğu-BatıDergisi: AntikDünyaBilgeliği, Yıl: 10, Sayı: 40, (Mart-Nisan 2007), s.163.

[24]Caner Işık: EskiDünyanınKadimBilgesi Hermes, Doğu-BatıDergisi: AntikDünyaBilgeliği, Yıl: 10, Sayı: 40, (Mart-Nisan 2007), s.55-56.

[25]Halilİnalcık: BilimlerAkademisi. TarihteveTürkiye’de, DoğuBatıMakaleler I, (Ankara, 2005), s.15.

[26]İnalcık:a.g.e., (2005), s.16-17.

[27]Tokarev: a.g.e., (2006), s.583.

[28]Mustafa Armağan: İslam veBilimTartışmaları, EtkileşimYayınları, İstanbul, 2007, s.33-34.

[29]SeyyidHuseyin Nasr: Islam and the Rise of the Islamic Sciences”, İslamic Science: An Illustrated Study, (London, 1976), s.3.

[30]İslam’ın ilk yüzyıllarındakiataerkilhayatınsadeliğinedönüşü, emrediciibadetveyasaklarınsıkıcauygulanmasını, şatafatınyokedilmesini, Avrupa’nınkültüreletkisiilemücadeleedilmesinitalepetmektedir.

[31]AbdülbakiGölpınarlı: Türkiye’deMezheplerveTarikatler, İnkılapKitabevi, (İstanbul, 1997), s.97.

[32]ErolGöka: TürklerinPsikolojisi, TimaşYayınları, 3. Baskı, (İstanbul, 2008), s.225-230.

[33]Gnkur.Bşk.lığı: TürkSilahlıKuvvetleriTarihi, II ncüCilt, 2 nciKısım (1451-1566), Gnkur.Basımevi, (Ankara, 1977), s.13.

[34]Suatİlhan: “TürkOlmakZordur, KimliğimizinKaynakları”, ALFA Yayınları, (İstanbul, 2009), s.176.

[35]Evrenseltarihinbirbirinezincirlemebağlıdörtuygarlığı; EskiMısırveMezopotamyauygarlıkları, KlasikYunanÇağıuygarlığı, OrtaÇağ İslam Dünyasıuygarlığı, BatıAvrupauygarlığı. BirOrtaÇağuygarlığıolan İslam, Arapuygarlığıdeğildir. En belirginürünleriniArabistandışındavermiştir.

[36]Tevil: Sözdegizlibulunananlamısezgiyoluilebulupçıkarmak, sözünsırınıçözmek.

Tefsir: Tanrısözünü, gönderilmesebeplerivekoşullarıgözönündetutularakaçıklamaktır. Sünnimezhepleritefsiryaparamatevilyapmaz.

[37]CemilYener: ŞeyhBedreddin, Varidat, MilenyumYayınları, 2.Baskı, (İstanbul, 2.Baskı, (2008), s.16.

[38]Ahmed GünerSayar: Osmanlı’dan 21. YüzyılaEkonomik, KültürelveDevletFelsefesineAitDeğişmeler, ÖtükenYayınları, (İstanbul, 2008), s.21-22.

[39]Gölpınarlı:a.g.e., (1997), s.94.

[40]George Weigel: Evangelical Catholicism: Deep Reform in the 21 st-Century Church, Basic Books, (2013), p.34.

[41]Mark Krikorian: ProoftextingforAmnesty, Center forImmigrationStudies, (February 12, 2013).

[42]David French: Evangelicals’ CollapsingCulturalInfluence, NationalReview, (March 14, 2012).

[43]Peter Berkowitz: Religion in America, PolicyReview, No.169, (October 1, 2011).

[44]W. James Antle III: HollyLobbyand How Leftand Right Flipped on ReligiousFreedom, Daily Caller News Foundation, (March 27, 2014).

[45]Berkowitz: a.g.e.,(October 1, 2011).

[46]Çetin Güney: Büyük Orta Doğu Çerçevesinde İslam ve Demokrasi, Ankara: ASAM Yayınları, Avrasya Dosyası; İslam ve Demokrasi, Cilt: 11, Sayı:3, 2005, s.36.

[47] Marina Ottaway: Destined to Fail: US Policy in theMiddle East and Where it has Gone Wrong, Up Close, (November 11, 2010).

[48]Toni Johnson: A Broad Dialogue With Muslims Worldwide, CFR, (October 28, 2009).

[49]Ali Eteraz: FP: State-Sponsored Sufism, Foreign Policy, (June 10, 2009).

[51]  Noam Chomsky, Gilbert Achcar: Tehlikeli Güç, İthaki Yayınları, (İstanbul, 2007), s.59.

[52]MahdiDariusNazemroaya: The Powers of Manipulation: Islam as a GeopoliticalToolto Control theMiddle East, Global Research, (July 2, 2011).

[53]Clifford D. May: Islamology 101, NationalInterest, (December 6, 2012).

[54]BassamTibi: Islamism and Islam, Yale University Press, (2012), p.211-212.

[55]FouadAjami: Islam’sNowhere Men, Wall Street Journal, (May 10, 2010).

[56]Clifford D. May: DestroyAlltheChurches, Foundation forDefense of Democracies, (March 22, 2012).

[57]StefanoElioD’Anna: Tanrılar Okulu, European School of Economics, Çev.Yelda Gürlek, GOA Basım Yayın, (İstanbul, 2008), s.11.

Sait Yılmaz

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı