Bu sayfayı yazdır

Demokrasi Ölüyor mu veya Otoriter Liderlerin Yükselişi

Yazan  15 Nisan 2020

Gideon Rose, Foreign Affairs adlı derginin Nisan 2018 tarihli sayısında  yayınladığı Is Democracy Dying? (Demokrasi Ölüyor mu) adlı makalesinde şunları dile getirmişti: “İktidarın yürütme elinde merkezileştirilmesi, yargının siyasallaşması, bağımsız medyaya yapılan saldırılar, devlet kurumlarının özel çıkarlar elde edilmek için kullanılması demokratik gerileme belirtileri olarak iyi bilinmektedir. Tek şaşırtıcı olan ortaya çıktığı yer. Latin Amerikalı bir arkadaşımın birazda nükteli olarak söylediği gibi ‘Bu filmin İngilizce versiyonunu daha önce hiç görmemiştik’”

Son yıllarda ve özellikle Trump’ın Başkanlığı kazanması sonrasında ortaya çıkan siyasal gelişmelerle birlikte, Latinlerin kendi ülkelerini karşılaştırarak istisnai bir yere oturttukları Amerika’nın aslında çok daha az istisnai olduğu ortaya çıkmıştı. Açıkça belirtmek gerekirse politik sistemdeki yozlaşma 250 yıllık geçmişine ve üzerinde titizlenilen onca anayasal kurumun varlığına rağmen Amerika’da da gerçekleşiyor. Şimdi esas soru siyasal yozlaşmanın hukuk sistemi ile sarmalanmış demokratik geleneklerle önlenip önlenemeyeceğidir. Bu soruya cevap bulmak için de, ülkenin mevcut sorunlarını tarihsel ve uluslararası bir perspektife oturtarak değerlendirmek gerekiyor.

Bazıları, küresel demokrasinin 1930'lardan beri en kötü geri gidişini yaşadığını ve zengin ülkelerin eşitsizliği azaltmanın ve bilgi devrimini yönetmenin yollarını bulamadıkları sürece kötüleşmenin devam edeceğini söylüyorlar. Şartlar ileri sürerek kötü gidişin durdurulabileceğini söyleyenler yine de iyimserler gurubuna giriyorlar. Kötümserler ise oyunun çoktan bitmiş ve demokratik egemenliğin zaten tümüyle sona ermiş olmasından korkuyorlar.

Derginin aynı sayısında durumu açıklamak üzere makale yayınlayan Walter Russel Mead tarihi ve Ronald Inglehart siyaset teorisini kullanıyorlar. İyimserler olarak nitelendirebileceğimiz yazarlar “genel olarak demokrasiler ve özellikle Amerikan demokrasisi zaman içinde kendisini yeniden yaratmak üzere oldukça dayanıklı olduğunu kanıtlamıştı” diyor ve “zaman içinde büyük zorluklarla karşılaşmış, ancak bu zorluklarla başa çıkmanın ve demokrasiyi daha da güçlü bir şekilde rayına oturtmanın yollarını bulmuşlardı” diye de ekliyorlar. Eğer demokratik iyileşmeyi talep edenler bir şekilde birlikte hareket edebilirlerse, bunu bir kez daha yapamamaları için bir neden yok.

Yascha Mounk ve Roberto Stefan Foa yayınladıkları makalelerinde daha karanlık bir manzara ortaya koyarak otoriterlerin kolektif ekonomik güçlerinin gelişmiş liberal demokrasilerin gücünden daha ağır bastığına işaret ediyorlar ve geleceğin, küresel ideolojik üstünlük için yenilenmiş bir mücadelenin yeterli olmayacağı ileri sürüp “muhtemelen tarihin sonuna geldik” diyorlar.

Çin ve Doğu Avrupa üzerine yazan Yuen Yuen Ang ve Ivan Kratsev, otoriter dirilişin Çin ve Doğu Avrupa'da son kertere nasıl bir rol oynadığını araştırıyorlar. Ang “ en azından bugünün demokrasi düşmanları faşist öncüllerinden daha az şiddetli ve saldırganlar, bu yüzden savaş olası görünmüyor. Örneğin Çin'de, otokratlar, şu ana kadar ekonomiyi ilerletecek kadar reform yapmayı başardılar” diyor.

Başka bir deyişle, Popper’i doğrular nitelikte dünyanın önde gelen demokrasileri için en acil tehlike dışarıdan değil içeriden gelmektedir. Zaman, kaynaklar ve işleri tersine çevirme fırsatı mevcutken eksik olan tek şey siyasi irade ve liderliktir. Benjamin Franklin 1787'de Anayasa Konvansiyonu'ndan çıkarken, bir kadın ona “Peki Doktor, elimizde ne var, bir cumhuriyet mi yoksa monarşi mi?” Diye sorduğunda, Franklin, “Eğer devam edersen bir cumhuriyet” dedi. İki buçuk yüzyıl sonra hala Franklin’in cevap verdiği noktada duruyoruz.

O halde bu kadar siyasal yozlaşmaya yol açarak demokrasinin ölmekte olduğu endişesini gündeme getirten nedir? Bu soruya kolaylıkla, hukuk sisteminin birer parçası olan siyasal-anayasal kurumlardan daha çok, kendilerini kurumların üstünde gören otoriter liderlerin varlığıdır diye cevap vermemiz mümkündür. Tarihi örneklerinde de görüldüğü üzere, bu liderlik tipine totaliterlikten bir adım öncesini ifade eden otoriter liderlik deniliyor.  Demokratik kurumların tümüyle ortadan kaldırılamadığı yerlerde otoriter liderler, popülist politikalar benimseyerek ya iktidara geliyorlar ya da iktidarlarını devam ettiriyorlar. Örneğin, 2017 ve 2018 yıllarında yapılan seçimlerde Macaristan ve Polonya’da otoriter liderler seçimleri kazanırken, ülkelerinde baskın bir kültür olarak varlığını sürdüren lider kültlerinin arkasına sığınan Putin’in kendisine yeni Çar denilmesinden ve Şi Jin Ping’in Mao ile karşılatırılmasından ne kadar  mutlu olduklarını söylemeye gerek bile yok. Hatta anayasalarında düzenlenmiş karşı ağırlıklar ve fren mekanizmalarına rağmen tek seçim sloganı “gelin Amerikayı tekrar büyük yapalım” ile iktidara gelen Trump’un popülist ama aynı zamanda da otoriter bir lider olduğunu söylememizde de bir sakınca yoktur. Ya da Türkiye’de Abdülhamit kültünün arkasına sığınarak halife olma peşindeki Recep Tayyip Erdoğan için. Merkel’i de, 80 yıldır iktidarda olan Liberal Demokratik Partinin lideri Abe’yi de aynı kapsamda değerlendirmemiz pek ala mümkündür. Siyasal katılım kanallarının ancak kooptasyon şartlarında açık kalabildiği ve kooptasyon süreçleri devam ettirildiği sürece otoriter liderlerin iktidarı devam edecek gibi de görünüyor.

Otoriterleşen ve vülgar bir popülizmi benimseyen liderlerin yönetimindeki ülkelerde demokrasi ölüyor mu sorusunu gündeme getiren ortak unsurları yanyana getirirsek, yukarıda belirtildiği gibi İktidarın yürütme elinde merkezileştirilmesi, yargının siyasallaştrılması, bağımsız medyaya yapılan saldırılar, devlet kurumlarının özel çıkarlar elde edilmek için kullanılması hemen göze çarpıyor. Montesquieu’nun  Kanunların Ruhu’ndan beri en önemli demokrasi ilkesi olarak kabul edilen kuvvetler ayrılığı belirsizleştirilerek tüm gücü gasp eden yeni ve seçilmiş mutlak monarklar ortaya çıkıyor.  Tek eksiklik Monarşinin ilan edilmemiş olması. Ünlü Siyaset Bilimci Maurice Duverger’in belirttiği gibi temsili demokrasilerde anayasaların nasıl anlaşıldığını ve nasıl uygulandığını tartışma konusu etmeksizin sistemi ayakta tutan siyasal partilerin yapısı da parlamentoların işleyişi de popüler liderleri otoriter hale getirmeye hizmet ediyor. Hattı zatında bu liderlerin devlet algısında anayasalar da anayasal kurumlar da önem taşımıyor. Diğer yandan, güçlü bir parlamenter sistemi yerleştirememiş ülkelerde, Türkiye örneğinde olduğu gibi, yürütmenin oluşturulabilmesi için Meclis çoğunluğuna sahip olması gereken siyasi partilerin meclis çoğunluğunu alması ile yasama ile yürütme gücü arasındaki ayrım hemen belirsizleşiveriyor. Bu şekli ile hükümet etme gücünü elinde bulundurmayan siyasi parti ya da meclisteki bir gurup temsilcinin kanun çıkarması nerede ise değil tamamen imkansız hale gelmiş oluyor. Nitekim TBMM’de son 20 yılda çıkarılan kanunların tamamının kanun tasarısı olarak hükümet tarafından iletilen metinlerin kabul edilmesi ile oluştuğunu göz önünde bulunduralım. Anayasaları hükümetlere kanun tasarısı sunmaya izin veren tüm parlamenter demokrasilerde de durum Türkiye’deki gibidir. Yasamanın bu şekilde baskı altına alınması yetmezmiş gibi yasama ve yürütme arasındaki ayrımın belirsizleştiği bu düzende hükümetlere kanun gücünde kararname çıkarma yetkisi verilerek meclis fiilen ve hukuken gereksiz hale getirilip işlevi olmayan bir temsilciler gurubu oluşturuluyor. Nerede kaldı, “siz kadını erkek, erkeği kadın yapmanın dışında herşeye muktedirsiniz” dedirten parlamentolar.

Otoriter liderlerin ortak bir özelliği daha var: anayasayı sık sık değiştirerek kendileri açısından uygun olmadığını düşündükleri maddelerin ortadan kaldırılmasını sağlayarak, anayasayı toplumsal sözleşmenin temeli olarak görmediklerini ve başta anayasa mahkemeleri olmak üzere anayasal kurumların kendileri için ayak bağı olmaktan öte bir anlamı olmadığını açıkça ilan etmeleridir. Buna, 1993 yılında kabul edilen Rusya Federasyonu anayasası günümüze kadar çeşitli kereler değiştirilip yürütme lehine pek çok maddeler eklenerek devlet başkanının dört yıl ile sınırlı iki dönemden fazla görev yapamamasını öngören 81. maddesinin önce iki kez altı yıla, 2020 yılında yapılan değişiklikle de iki kez sekiz yıla çıkarıldığı gibi iki yıl üst üste başkanlık yapan birinin tekrar aday olmasını önleyen anayasa maddesinin ortadan kaldırılması örnek verilebilir. Böylece Putin’e nerede ise hayat boyu devlet başkanlığı verilmiş oldu. Benzer şekilde; Türkiye’de de 1982 anayasası onlarca kez değiştirilerek bireysel özgürlük alanlarının genişletilmesi ve devletin etkin çalışması için gerekli düzenlemeler yapılması yerine, kuvvetler ayrımının iyice belirsizleştirildiğini ve yasama yürütme ve yargı erklerinin tek elde toplanmasını sağlayacak düzenlemeler yapıldığını görüyoruz. Böylelikle yargı üstünde kurulan mutlak hakimiyetle Yargı erki de tamamen yok edilirken, basın ve meslek teşekküllerinin hem hukuken, hem de fiilen pespaye hale getirildiğini de göz önünde bulunduralım. Aynı şekilde bir başka otoriter lidere sahip olan Macaristan’da otoriter Başbakan Orban’ın anayasayı değiştirip kuvvetler ayrılığı ilkesini aşındırarak bağımlı bir yargı oluşturduğunu hepimiz biliyoruz.

Otoriter liderler açısından hukuka uygun olmak ve demokratik gelenekleri geliştirmek yerine, her bir seçimi ülkeyi yönetecek temsilcilerin ortaya çıkarılması için gerekli demokratik bir süreç olarak değil kendileri için güven oylamasına dönüştürerek seçimleri şekli bir ritüele dönüştürüyorlar.  Otoriter liderler altında siyaset ve devletin yapısı yukarıdan aşağı yeniden biçimlendiriliyor. Partilerin içinde olması gereken demokratik süreçlerin adının bile geçmediği şartlarda, partilerin teşkilat-ideoloji- liderlik arasında var olması gereken denge nerede ise ikisinin önemini yitirmiş olduğu ve sadece otoriterin ne dediğinin önem kazandığı yapıya dönüşüyor.

Şimdi başlangıçtaki soruya tekrar dönersek demokratik geleneklere sahip çıkarak otoriter liderleri tasfiye edip toplumsal uzlaşma zemininde siyasal-anayasal sistemi yeniden inşa edebilir miyiz? Yoksa otoriter liderlerin totaliter lidere dönüşerek toplumu bir felakete sürüklemesini seyir mi edeceğiz? sorusu üzerinde biraz daha düşünmemiz gerekiyor.

Dr. Aslan Yaman

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Misafir Yazar