< < Yeni Bin Yılın Eşiğinde Millî Mefkûrenin İmkân ve Kabiliyetlerine Eleştirel Bir Bakış
 Bu sayfayı yazdır

Yeni Bin Yılın Eşiğinde Millî Mefkûrenin İmkân ve Kabiliyetlerine Eleştirel Bir Bakış

Yazan  30 Aralık 2015

Giriş ve Kuramsal Kavramsal Çerçeve

Uygarlık tarihindeki büyük gelişim ve dönüşümlerde milletlerin, kendi kültür havzalarının ve dünya kültür mirasının temel metinleri ile kurdukları diyalojik ilişkinin çok önemli bir rolü olduğu tevsik olunmuş bir bilgidir. Bu açıdan her çağın ve o çağı yaşayan milletin kendi çağına ve ihtiyaçlarına özgü okuma ve yorumları yapması son derece önemlidir. Bilimsel, dini ve kültürel metinlerin nihaî ve donmuş bir anlamı yoktur. Bu mirasla kurulacak ilişkinin düzeyi ve derinliği, yaratıcılığı yeni bir medeni hamle için temel referansları oluşturur. Bütün bu okuma ve diyalog, ontolojik, epistemolojik ve etik düzeyde açılımlara imkan vermeli, zaman, mekan, insan, evren, dünya, eşya, siyaset felsefesi anlayışını temellendirebilecek bir kuşatıcılığı olmalıdır. Türkler kendi tarihlerinin son yüz yıllık dilimi öncesinde bu ameliyeyi çok başarılı bir biçimde gerçekleştirebildikleri için tarihlerinin her döneminde bulundukları coğrafyanın belirleyici aktörleri olagelmişlerdir. Modern dönemde Türk düşüncesi bir kriz halindedir. Bu çalışmada, mezkûr kriz halinin aşılabilmesi için teorik düzeyde yapılması gereken tefekkür ve tezekkür etkinliklerinin bir tasnif, tenkit ve tetkiki yapılmaya çalışılacaktır.

Türk Kültür Havzası

Bir kültürel geleneği tanımlamak için kültür çevresi, kültürel hinterland, kültürel ekoloji, kültür coğrafyası gibi kavramlar farklı bilimsel geleneklerden esinlenerek kullanılmaktadır. Bahsettiğim kavramlar Batı sosyal bilimler literatürü içerisinde üretimli kavram ve değerlendirmelerdir. Bir sosyal yapıyı anlamak ve açıklamak için ortaya konulmuş açıklama, model ve çözümler başka bir sosyal yapıyı açıklamak ve çözümlemek için birebir transfer edilemezler. Bu anlamda Türk kültür tarihinin ve sosyal yapısının dinamiklerini en iyi kavramsallaştırabileceğini düşündüğüm “Türk kültür havzası” kavramını yeni bir teklif olarak önermekteyim.

Türk milleti 5000 yıllık tarihi süreç içerisinde Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında siyasal olarak kontrol ettiği 55 milyon kilometrekarelik alanda barış, hoşgörü ve adaletin öncüsü, olmuştur. Bu coğrafyalardaki bütün kadim medeniyetlerle kültürel ve siyasal ilişkilerde bulunmuş tarihin kıdemli bir milletidir. Toynbee’den Spengler’e bütün büyük tarih filozofları Türk kültürünü [bazen İslam medeniyeti başlığında] dünyanın büyük kültür ve medeniyetleri arasında zikrederler. Uygarlık tarihinin bize sunduğu malumattan anlıyoruz ki tarihsel süreçte ve hâlde dünya üzerinde bütün etnisiteler aynı oranda büyük bir siyasal ve kültürel yayılım ve iddia geliştirememiş, örgütleyememişlerdir. Walter Ong’a göre “bugün konuşulan üç bin kadar dilden yalnızca yetmiş sekiz tanesinin edebiyat üretebildiği ve yüzlerce dilin kendisini ifade edebilecek bir alfabe ile karşılaşmadığı iddiasındadır (Ong 1995:14). Bu anlamda dünyada “de facto” olarak hâlen mevcut olan büyük kültür ve edebiyat dilleri bu tarihsel gerçekten kaynaklanır. Kültürün bütünlüğü açısından baktığımızda aynı çevre şartlarını ve kuşağını paylaşan halkların benzeşen kültürel ögeleri bulunmakla beraber aynı seviyede ve doğrultuda bir gelişme göstermediklerini hatta aynı çevre şartlarından farklı kültürler ürettiklerini görmekteyiz. Türk dili ve edebiyatı bunlardan bir tanesidir. Ne yazık ki tarih ve fıtratın doğası “beşeri mantık ve idrake göre” eşitlikçi değil .

Kuzeyde tün ortasından güneyde kün ortasına kadar “Tundra kuşağından Akdeniz havzasına, Mezopotomya’ya, Türkistan’dan, Adriyatik sahillerine kadar ulaşan 12 milyon kilometrekarelik alan Türk kültür ve medeniyetinin tarihsel olarak meskûn olduğu coğrafyadır.Coğrafi keşifler öncesi Amerika ve Avustralya kıtaları haricindeki halklar ve toplumlar için dünya Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarından ibarettir. Kadim coğrafi literatürde bu alana “Eski dünya” denir. Toplam alanı 85 milyon kilometrekaredir. Bu alanın 3/2 sini oluşturan 55 milyon kilometrekarelik alan tarihsel süreçte Türk boy ve topluluklarının siyasal olarak denetim altına aldıkları alandır. Türk kültürünün coğrafi derinliği ve genişliğine bakıldığında Avrasya’nın kalpgâhı olan bir bölgeyi kapsar. 20° doğu boylamı Budapeşte’de Gül Baba tekkesi Batı’daki en son Türk eseri 100° doğu boylamı Saha-Yenisey hattından Tarım havzasına kadar olan alanın en doğu ucudur. Güneyde Sudan -Hartum ve Suakin limanından Yemene, Kuzeyde Tundra kuşağını takiben Petersburg, Tümen ve Sibirya'ya kadar olan Türk kültürünün coğrafyasıdır Bütün bu coğrafyalarda Türk kültürünün izleri/eserleri vardır .

Türkler doğudan batıya, kuzeye, güneye olan yürüyüşleri esnasında bulundukları her coğrafyanın kültürel geleneği ile bağdaştırmacı, dönüştürücü, telif eden bir kültürel geleneği üreterek ayakta kalma becerisini göstermişlerdir. Farklı mimari ve estetik anlayışlarını, sanat anlayışlarını, dili ve ananeleri, inançları, maddi ve teknik olanakları tanımış ve onlarla imtizaç etmiştir. Bu coğrafyada Türklerle beraber farklı etnisiteler ve inanç gelenekleri beraberce yaşayagelmişlerdir. Farklı etnisitelere sahip Müslim topluluklarla aynı inanç dairesi içerisinde ortak bir inanç repertuarında yoğrularak müşterek bir medeniyet sembolizmi ve grameri üretildi. Kürtler, Gürcüler, Arnavutlar, Lazlar, Çerkesler, ilh... Hep bu sembolizmin ve gramerin öğeleridir. Tekil olarak bu kültürleri ele aldığınızda özgün “unique” anlamda bulacağınız şey sınırlı ve arkaik bir folklorizmden öteye gitmez. Oysa bu halkların da dahil olduğu ve adına “Türk kültür havzası” dediğimiz yaşama ve toplumsal örgütlenme/varoluş biçimi bizlere çok zengin bir imkanlar manzumesi sunmaktadır.

Söz konusu akraba halklar tarihsel süreçte Türk siyasal hakimiyetinin yarattığı [habitus’da]·yaşam ve kendini üretme geliştirme imkanı bulmuşlardır. Türk siyasal hakimiyetinin zayıfladığı veya kesintiye uğradığı tarihsel kesitlerde bu halkların her anlamda mağdur ve mazlum olduğunu görürüz. Bu anlamda havzadaki Türk siyasal aklı ve teşkilatçılığını bir istiare ile atomun yapısına benzetebiliriz. Merkezde çekirdek olarak Türk siyasal teşkilatçılığı ve siyasal aklı bulunmaktadır. Çekirdeğin çekim gücü proton, nötron ve diğer parçacıkları bir arada tutarak maddenin oluşumuna imkan sağlamaktadır. Bu anlamda Türk siyasi erki bu coğrafyada ortak inanç eksenindeki akrabalarımızı kendi barış ve güvenlik alanı içerisinde koruyup himaye ederek varlıklarını devam ettirmelerine imkan sağlamıştır/sağlamaktadır. Bu bağlamda ortak acılarımız, sembollerimiz ve sürekli güncellediğimiz güncel yaşam pratiğimiz sarsılmaz bir yarın ve gelecek inşası için son derece elverişli bir zemindir.

Bu sosyal ve kültürel gerçekliği olabildiğince kuşatıcı bir perspektiften anlamak için Türk kültür havzası tabirimizde bir akarsuyun kaynağından denize veya göle varıncaya kadar geçtiği bütün alanın flora ve faunasını her türlü birikimini içererek denize ulaşmasından istiare yapılarak kullanılmıştır. Akarsu geçtiği havzanın bütün birikimi ile mündemiçtir. Lakin denize vardığında veya karıştığında diğer akarsularla organik bambaşka bir büyük yapı oluşturur. Artık Karadeniz içerisinde Kızılırmak, Yeşilırmak, Çoruh suyunu ayıramazsınız artık o suya deniz denir. Dere veya çay, nehir tasnifi de o büyük hamule de anlamını ve geçerliliğini kaybeder. Türk kültür havzası yaşam sahasında coğrafyasında bulunan bütün bileşenleri ile beraber oluşturduğu medeniyete ve coğrafyaya Batılı seyyahlar ve düşünürler tarihsel süreç içerisinde Turchia, Micro Turchia, Macro Turchia, demişlerdir. Medeniyetimize muarız olan Batı medeniyeti bu anlamda bizi karşı değer kümesine konumlandırırken Osmanlı, Safevi, vb boy isimleri ile değil Türk olarak tanımlaması üzerinde yeterince durulmamıştır. Batı bizdeki birleşen etnik toplulukların pek âlâ farkındadırlar. Karşılarındaki alanı tabir eden ve tanımlayan, hegemonya ve gelenek olarak bütününe Türk demişlerdir. Yani Balkanlarda Ortadoğu’da Kafkaslar’daki Afrika’daki bütün mücadelelerde karşılarında bu coğrafyaları temsil eden siyasal akıl ve antikite olarak Türklüğü anlamış algılamış tescil ederek tanımlamışlardır.

Bu durum; XIX. asrın ikinci yarısından itibaren dünya güçler dengesinde Avrupa’nın öne geçmesi ile beraber Türklükle özdeşleşmiş İslami temsil ve “Türk İslâmı” sembolizmi Arap medeniyeti ve İslam medeniyeti inşaları ile başarılı bir eksen kaymasına uğratılmıştır. “XIX. Asırda sekülerleşen Batı tarafından mahkûm edilen, çok-eşlilik, zinaya taşlama, hırsızlığa el kesme gibi emir ve yasaklardan oluşan, köleliğe cevaz veren, kadın haklarını bastıran şerîat=hukuka dayalı bir “din olarak Türk İslamı” idi. Buna karşılık makbul görülen, başlıca Fransız oryantalizmi tarafından tasvir edilen bilim, felsefe ve sanat alanındaki performansıyla Akdeniz medeniyetinin tedavülünde tarihî aracılık eden “medeniyet olarak Arap İslamı”ydı; Hegel’in yaklaşımında da görüldüğü gibi Bu zihniyete göre Türklerin eseri fıkıh ile özdeşleştirilen İslam dini ilerlemeye engel (mâni’-i terakki), buna karşılık Arapların eseri bilim, felsefe ve sanat ile karakterize İslam medeniyeti ilerlemeye elverişli (kâbil-i terakki) dir. XIX. Asırda Alman asıllı İngiliz filolog Friedrich Max Müller (1823–1900) ve Fransız filolog Ernest Renan (1823–1892) tarafından geliştirilen lengüistik ırk teorileriyle “barbar” Türklerin “Turanlı”, onların eseri legalistik İslam dininin “Sami” olarak stereotipleştirilmesi de, Türklükle özdeş İslamın ötekileştirilmesi sürecinin uzantısıydı (Gencer 2007:10).”

İngiliz aydınlarına göre Türkler; Arap medeniyetinin merkezlerini mahvederek hakimiyetleri altındaki Arapların kalkınmasını önlemişlerdir. Barbarlıkta ısrar eden Türklerin Avrupa’da kalmalarına göz yummak, Hıristiyan Avrupa medeniyetine yakışmaz;Türkler Avrupa’dan muhakkak kovulmalıdır (Gencer 2012:297). Son 300 yıllık tarihi kırılma ve düşüş bu perspektiften anlaşılmalıdır.

Türk kültürünün tarihsel süreç içerisinde İran, Hint, Orta Asya, Çin, İran, Mezopotamya, Akdeniz, Rumeli kültür havzalarıyla ilişki ve iltisakından tevarüs ettiği ortak yaşama teori ve pratiği yeniden üzerinde düşünülmesi gereken bir mirastır. Türk kültür havzasında bin yıllardır komşuluk hukuku ile yan yana yaşadığımız ve büyük etkileşimler ve yer yer sembiyotik bir “yaşam alanı” inşa ettiğimiz gayri Müslim halklar ve kültürler de vardır. Kadim medeniyetlerin asil birer mirası olarak kültürel mirasımızın mütemmim cüzleri olarak son derece vazgeçilmezdirler.[emperyalizmin oyunları zaman zaman komşuluk hukukumuzu zedelese de ortak sağlam bir temelimiz vardır, helalleşemeyecek bir problemimiz yoktur.]

 

Türk Kültürün İmkânı

Bu kadim gelenek mahallelerinde bütün din, mezhep ve inançların ibadethane ve kutsal mekanlarının yan yana bulunabildiği yegane iskan biçimini üretmiş, gittiği bütün coğrafyadaki insanlarla akrabalık tesis etmiştir.

Bütün bu süreçlerde Türk tarih ve devlet felsefesine baktığımızda milletin “siyasal egemenliğini” kişi ve zümreler dahil hiç kimseyle paylaşamadığını görürüsünüz.

Türkiye coğrafyası üzerindeki bin yılı aşan egemenliğinde ürettiği kültürel gelenek, tesis ettiği barış ve istikrarla Müslim ve akraba topluluklar, gayri Müslim komşuları üzerinde bir güvenlik ve adalet şemsiyesi olmuştur.

Batılı sosyolojik terimler Anadolu coğrafyasında üretilen sosyal ve kültürel yapıyı ifade etmekte her zaman kifayetsiz kalır. Irk ve etnisite kavramları buralarda literatürde bilinenden farklı bir anlama gelir. Bu coğrafyada akrabalık hukuku sebebiyle etnik dediğiniz toplulukların inanç, folklor ve kültür itibarıyla dünyanın başka coğrafyalarında rastlanamayacak giriftlikte ve derinlikte bir birikimi mevcuttur. Bu zenginlik Türk milletinin derin sağduyusu ve engin irfanında mündemiçtir.

Batı açısından bakıldığında Doğu dünyası kendi kimliğini oluşturacağı bir öteki repertuarıdır. Antik dönemdeki Pers Grek mücadelesinde başlayan Doğu Barbarlığı imgesi, Batının kolektif şuuraltında süreç içerisinde katmanlaşarak pekişmiştir. Türkleri, bu anlamda Müslümanları ve Doğu dünyasını ötekileştirmenin bilimsel! bir altyapısı vardır. Avrupa’da XIX. yüzyılda Pozitivist felsefenin ve Darwinizm’in etkisiyle başlayan Irk temelli yaklaşımlar kısa sürede bilimsel görüntülü bir siyasal projeye dönüşmüştür.

“XIX. yüzyılın önde gelen ırk teorisyeni Gobineau ırkı, insanları ve kültürleri biçimlendiren yegane faktör olarak ele aldı. Yarım asır süreyle Oxford Üniversitesinde ders veren çağdaşı Alman filolog Friedrich Max Müler, ortaya attığı Sami,Ari ve Turanlı üç dili ele alan eseriyle lenguistik bir ırk mefhumu geliştirdi. Bunun ardından Ari ve Sami dil ve ırkları, iki dini zihniyetin ifadesi olarak kutuplaştırıldı. Renan’a göre Ari ve Sami tarihte belli sosyal oluşumlara özgü karakterleri temsil ediyorlardı. Sami dilinin statik Ari dilinin dinamik yapısı, kullanıcılarının duyuş ve düşünüş, zihniyet kalıplarını da etkilemişti. Sami ırkı monoteist, tevhidçi, bağnaz ve durağan Ari ırkı politeist, teslisçi, hoşgörülü, hür iradeli, yaratıcı ve ilerlemecidir. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam aynı monotesitik Sami gelenekten gelen dinler olsalar da Hıristiyanlık zamanla Ari ırkının etkilerinden kendini kurtararak Ari dininin mükemmel örneği olarak adlandırılmaya hak kazandı. Bu olumsuz Sami zihniyet devamla İslam’a teşmil edilir. Bu Ari Sami ayırımı İran/Turan ayırımı ile pekiştirildi. Max Müller çekimli bir dil olan Aryani dilleri, medeniyetin gelişimi için en uygun diller olarak tanımlar.Buna karşı bitişik Turan dili Türkçe göçebe hayatına uyan bir dildi. Dillerinin yapısı itibarıyla Türkler, tarih boyunca ne kalıcı bir devlet, ne de kendilerine özgü bir yaratıcı medeniyet kurabilirlerdi (Gencer 2012:303-304)”.

Atatürk dönemi TDK’nın “Güneş Dil Teorisi” diye sistemleştirmeye çalıştığı yaklaşım Müller’e ve Avrupa’nın saldırgan ve ötekileştirici filoloji temelli politikalarına karşı bir cevap verme kaygısıydı. Maalesef Türkiye’deki sosyal bilimciler “dilciler de dahil” bu meseleyi sebeplerini araştırıp anlamadan naif bir biçimde tezlil ve tahfif ederek yansıtmışlardır. O yüzden Hint Avrupa Dil Ailesi teorisin en müfrit müminleri halen Türkiye’dedir.

Türkler kendi tarihsel serüvenleri içerisinde ‘kaynaklardan takip edebildiğimiz şekliyle’ birinci bin yılın siyasal entelektüel okumasını “Kün tuğ bolsın kök kurıkan” ütopyası çerçevesinde Tanrısal iradenin buyruğuna uygun olarak “adaleti hakim kılmak” üzere ‘dizliye diz çöktürmek-Başlıya baş eğdirmek’ diye ilkeleştirdikleri bir siyasi stratejiye uygun olarak ortaya koymuşlardır. Bu siyasal, askeri, entelektüel strateji, “il ve töre” düzeninin tesisinin ardından tatbikat sahasına konulmuştur. Başlangıçtan 10. yüzyıla kadar olan bu süreçte Türkler Farklı katılım düzeyleri ve amaçlar için tertipledikleri Kurultay ve toy gelenekleri sebebiyle (Seyitdanlıoğlu 2009:1-11) askeri demokratik devlet[1]diye adlandırabileceğimizbirrejimle, göçerevli iskan biçiminde senkretik bir pragmatik bağdaştırmacılık, genelde imtizaç ettiren bir kültürel anlayışla yaşadıkları bu tarihsel süreçte bazen bölgesel umumiyetle cihanşumul bir kültür ve başat siyasal aktörler olarak var olmuşlardır. Bu ilk medeni hamlenin teorik çerçevesi kamlık düzeninin, aksakallar ve bilgeler meclisinin teorik çerçevesini çizdiği tarih düşüncesini ve metafizik kabullerini oluşturduğu bir aşamadır. Kadim Türk mitik tefekkürü ilk planda ontolojik meseleyi kesin bir çözüme kavuşturur. Varlık ve eşyanın kaynağı, kainattaki en mutlak irade Tanrı iradesi olarak belirir.[Bilge Kağan “öd Tengri yaşar, kişi oğlı kop ölgeli törümiş, “zamanı Tanrı yaşar (ebedî olan Tanrıdır); kişioğlu hep ölmek için yaratılmıştır” diyor] (Ergin 2008). Varlık bir ilk sebebe dayanır ve varoluş amaçlı bir eylemdir. Siyaset felsefesi adalet temelli, bilgi anlayışı metafizik ve fizik [numen ve fenomen alanını çatıştırmadan birleştiren] insanı ve varlığın bütün kategorilerini bütüncül ve organik bir sistem dahilinde değerlendiren bir perspektife sahiptir.

Türklerin batıya, kuzeye ve güneye yönelişleri ile beraber karşılaştıkları yeni medeniyet daireleri, inanç gelenekleri karşısında mevcut yapıları kendi pratiği ve geleneği zihniyet kalıpları ile harmanlayarak bir kültürel süreklilik zincirini imdidat ettirdiğini görürüz. İslam medeniyeti dairesine girmeleri ile beraberMaverüünehir[Çayardı] havzasında Maturidi kelam perspektifi, kadim Türk dinî hoşgörüsü, Bağdat ve İran üzerinden gelen antik Yunan mantık ve felsefe birikimini yeniden bir okumaya tabi tutarak aksiyoner vahdet-i vücud tasavvuf telakkisi ile harmanlayarak Kaşgarlı Mahmud’un cümleleriyle beyan etmişlerdir.1040 yılında Dandanakan savaşı ile Kadim İran arazisine ve kültürüne hakim olduktan sonra Çin sınırından Akdeniz’e inen muazzam gelişimin anahtarı tefekkür iklimi layıkıyla incelenmemiştir. Maveraünnehir, İran ve Turan dünyasının kesişim noktasıdır. Tarihi ticaret yolu üzerinde olması ve stratejik konumu hasebiyle kadim Fars,  Soğd, Grek/Baktriya, Türk geleneklerinin ve kültürel birikimlerinin çok zengin bir tabakalaşmasına sahiptir.

İkinci bin yıldaki meydan okumayı Kaşgarlı, Bağdat'ta Abbasî halifesi El-Muktedî Billah'a sunduğu “Divanü Lügat’it Türk” adlı eserinde eserinde Türklüğün yeni bin yıldaki üniversal idealini ortaya koyar/dikte eder. Bir hadisi zikrederek: Yüce Tanrı: Benim bir ordum vardır ki onlara Türk adını verdim. Onları doğuda birleştirdim. Bir millete kızarsam cezalandırmak görevini onlara veririm...” buyurmuştur.

“Yüce Tanrı: Türkçe öğreniniz, çünkü Türkçe’nin uzun bir saltanatı vardır...” diye buyurur. Bu sözler “Türk tefekkürü perspektifinden İslami literatürün kendi çağındaki işlevsel bir okumasıdır. Yüz yılda Türklüğün Çin sınırından Akdeniz’e inebilmesinin ardındaki kararlılık, kültürel ve stratejik akıl bu ilkelerin ve kararlılığın açılımından ibarettir.

İkinci bindeki meydan okumanın ana omurgasını “nizam-ı âlem ilâyı kelimatullah” [yeni üniversal kamu düzeni anlayışı] ideali teşkil eder. Kadim Türklüğün adalet ütopyası bu yeni inançla tazelenerek aşılanarak, bambaşka yaratıcı bir senteze ulaşır. Bazılarının ebleh bir duyarsızlık ve sığlıkla dudak büktüğü “sentez” diye tahfif etmeye çalıştığı “muazzam yeniden inşa” bu çerçevede oluşmuştur.Türk milletinin dünya görüşü [=Weltanschauung]veSelbstbewusstsein [=kendilik bilinci/kendinin farkında olma] süreçleri bu yeni değerler dünyası ile yeni bir “ideolojik” referansa kavuşmuştur. Kendilik bilincini oluşturan şey [wer oder was bin ich?=ben kimim veya neyim?] sorusudur. Bu sualin altı teorik olarak bilimsel, metafizik ve popüler düzeylerde doldurulduğu, aydınlığa kavuşturulduğu süreçlerde Türk milletinin muazzam bir enerji ile üretkenleştiği söylenebilir. Kendilik algısını ve benin bilgisi oluşturan şey Fichte’ye göre “Ben varım” (Ich bin) cümlesiyle başlar. Fichte bilincin bütün içeriğini oldukça radikal bir tarzda bu temel cümleden çıkartır. Ben hiçbir sekilde dışardan belirlenmemekte, o kendisini kendi edimleriyle belirlemektedir. Bu anlamda, benim dışımdaki nesnelerin kendi başına bir varlıkları söz konusu olmayıp; onlar Ben’in ürünleridir. Ben’in bizzat kendisi, kendi karşısına bir Ben-olmayan’ı koyar” (Das Ich setzt sich selbst ein Nicht-Ich entgegen). Bu karşıtını ortaya koyma olgusu, Fichte’ye göre kendisini bu karşı olmada ifade eden ben bilincinin edimidir. Bu edim ona göre gerekli bir edimdir, çünkü bu edim olmadan bilinç içerikten yoksun kalacaktır. Aslında bu karşıtı isteyen bizzat Ben’in kendisi olmayıp, bilincin kendisinin bir karşıta ihtiyaç duymasıdır (Topakkaya 2007:49-59)”.Türk tefekkürünün bu hâlde karşı karşıya bulunduğu en büyük kriz bu sorgulamayı yapmamasından/yapamamasından kaynaklanmaktadır. İleri medeni bir hamle bu sualin zamanın ruhuna uygun bir biçimde cevaplanmasıyla başlayacaktır.

 

Problem Alanları

Özellikle Batıda Rönesans ve Reform sonrası Avrupa’da ortaya çıkan ve o güne kadar başkaca hiçbir coğrafyada ve gelenekte görülmeyen yeni bilgi ve bilim anlayışı bütün kadim gelenekleri olduğu gibi bizim medeniyetimizin algı düzenini de sarsıntıya uğratmıştır.

                               

 “Rönesans sonrası ise seküler düzlemde, deney ve gözlem ile bunlarda elde edilen verilerin teorik düzleme taşınması ve teorilerden öndeyilerde bulunularak öndeyilerin sınanması şekline bürünmüştür. Bilim tarihi yapıtlarına bakılırsa burada üzerinde yoğunlaşacağımız modern bilim terimi, tarihsel açıdan 16. yüzyıla değin geriye gider. Nitekim bilim felsefesi ya da bilim tarihine ilişkin yapıtlara bakıldığında modern bilim deyişinin Batı‟da Rönesans ile başlayıp 18. yüzyılda Aydınlanma çağıyla gelişen, 19. yüzyıl pozitivizmi sayesinde yaygınlaşarak tüm dünyada etkisini hissettiren, 20. yüzyıla gelindiğinde anılan yüzyılın egemen felsefî akımı mantıkçı pozitivizmle zirve noktasına ulaşan belli bir bilim yapma geleneğini ifade etmek için kullanıldığı görülür. Ortaçağın Tanrı odaklı bakış açısıyla, onunla diyalektik içerisinde, onun anti tezi olarak doğan ve belli bir çatışmadan sonra ayrışan modern bilim anlayışı, Galile, Buruno, Kepler, Newton gibi düşünürlerin elinde, düşünce dinselin egemenliğinden arındırılmaya çalışılmıştır (Aydın 2007:1-17).

Bu yeni bilimsel yaklaşımda bilimsel bilgi sadece gözlemlenebilir ve ölçülebilir alandaki deneysel a pasteriori alana münhasır kılınmıştır. XX. yüzyılın başında Fizikte kuantum teorisi, belirsizlik tartışmaları ile bilim felsefesi yepyeni bir mecra kazanmıştır. Artık saf bilim Fizikte bile mutlak bir kesinlikten değil sınırlı bir gerçeklikten söz edebilmekteyiz. Kurt Gödel’in can sıkıcı setler teorisi ile matematiğin de her zaman mantıksal ispat için yeterli olamayacağı ortaya çıkmıştır.

Mefulün faili kuşatması ve izah etmesinin ‘öznenin doğal sınırlılıkları’ paradoksu ile karşı karşıyayız. Mantık, dil ve matematik de doğal gerçekliği bütünüyle ifade etme yeteneğinden uzaktır. Milli mefkûre çevresindeki aydınlar bu yeni duruma kendi asli kaynakları ve medeniyet havzaları içerisinden alternatif diyebileceğimiz bir cevabı henüz üretmemişlerdir. Kurdukları ve kullandıkları dil galip medeniyetin donanım, tutum değer ve araçları üzerinden üretilmeye devam edilmektedir.

 

Türk Millî Birikimine Güncel Tenkitler

Coğrafi keşiflerden sonra kapitalist iktisadî düzene geçilmesi ile ortaya çıkan yeni hegemonya düzeninde dünya ekonomi politiğinin aksı Asya’dan yavaş yavaş Avrupa’ya kaymıştır. Bu aynı zamanda bilgi, güç, iktidar ve hegemonya ilişkilerindeki değişimi beraberinde getirmiştir.

Merkantalizmden kapitalizme geçiş sürecinde yeni bir üretim ve tüketim kültürü ortaya çıkmıştır. Başka zaman ve mekanların tanımadığı bu yeni sistem kapitalist modeldir. Bilginin üretim, dağıtım ve denetim süreç ve mekanizmaları onun “neliği ve niteliği, amacı ile doğrudan ilintilidir”. Kapitalizm sonrası Avrupa sosyal bilimler ve tarih yazımına baktığımızda artık Avrupa merkezli bir tarih ve medeniyet algısının hakim olmaya başladığını görürüz.

Türk siyasi ve strateji kabiliyeti kadim zamanlardan XX. yüzyılın başına kadar bulunduğu bütün coğrafyalarda başat siyasal güçlerden biri olmuştur. Bütün bu süreçte büyük bir askeri stratejik bilgi ve görgü biriktirmiştir.

XIX. yüzyıldan itibaren Türkler ve bütün doğu uygarlıkları kapitalist ve modernist uygarlık biçimine karşı görece olarak geri kalmıştır. Fakat ona rağmen son tahlilde dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden genç bir cumhuriyeti kurabilmişlerdir. Meşrutiyet ve Cumhuriyete gelinen çizgide Türk askeri eliti dünyadaki siyasi ve entelektüel gelişmeleri takip edebilen, birikimi olan o nedenle topluma ve ülkeye öncülük eden bir profile sahiptir. Cumhuriyet sonrası gelişen yeni dünya düzeninde dahil olduğumuz NATO ittifakı sonrası Türk siyasi ve askeri aklı “teliften ziyade tercümeci” birikimle önemli ölçüde gerilemeye uğramıştır.

Atatürk ve kuşağı stratejiye hakim dünya strateji klasiklerden haberdar bir nesildir. Bugün Türk dünyası lafzı ile yatıp kalktığımız bir dönemde gerçekçi ve nitelikli Türkçe bir Türk dünyası haritamızın dahi olmaması durumumuzu ortaya koyması açısından son derece açıklayıcıdır.

Ve ille de uluslararası ilişkiler uzmanları… Papatya falı gibi sözüm ona analizler… Tarih, kültür, sosyoloji, Türk tarih felsefesi, ve sosyolojisi hakkında hiçbir donanım ve fikri olmayan İngiliz aksanlı a’’mmm diye sekans değiştiren garip adamlar. Hiçbirinde temel bir Türkçe tarihsel kaynağa, sosyoloji literatürüne, coğrafya literatürüne atıf yoktur. Pek çoğu Tük kültürünün temel kaynaklarını bilmezler. [Bilmediklerini yine yazdıkları metinlerden çıkarıyorum,] Ama maşallah, o millet hakkında “brain stormy” aparırlar. Ezber ve derinliksiz bir kültür. Kissinger, Brezezinski, Fukuyama gibi temel bilimlerden gelen uluslararası ilişkiler uzmanlarının karşısında bu vasatın sözleri “afazik sayıklamalar” gibi kalıyor. Türk kurmaylarını bu akıl yetiştiriyor, devlet cihazını milli akılla bu vasat teçhiz ediyor. Pek de teçhiz olduğu söylenemez ya! Askeri yükselme ve terfi sistemimizde, kıta ve saha tecrübesi ve başarısı, diğer unsurlar kadar dikkate alınmalıdır, askerlik son tahlilde sahada yapılacak olan bir etkinliktir. Binlerce yıldır savaşan bir millet olarak kendi askeri ve stratejik literatürümüzü, talimnamelerimizi üretmeliyiz. Harp okullarında ve akademilerinde belli bir rütbe düzeyinden sonra sırf saha deneyim ve tecrübesini yazılı hale getirip bilimsel olarak işleyecek askeri anabilim dalları kökleştirilmeli burada bilimsel asistanlıktan itibaren işin teorik boyutunu bilen insanlar yetiştirilmelidir. Bu anlamda sivil kaynaktan da destek alınabilir.

NATO içerisinde de müttefiklerimizi yönlendirecek bir stratejik akıl ve literatür üretebilmiş değiliz. İşin doğrusunu konuşalım. Bu coğrafya bizim coğrafyamız fakat bu coğrafyanın envanterine müttefiklerimiz daha hakim. Yeni bin yılda Batı Asya, için stratejik bir tehdit olma potansiyeli taşıyan Çin’in Türkistan’a ve Sibirya’ya taşmaması Türklüğün mukadderatı için aynı zamanda Rusya, Çin ve Atlantik bloğu içinde son derece hayatidir. Keza Karadeniz-Hazar ekseni yeni stratejik mücadele alanlarından biri olacaktır. Bu coğrafya bizim coğrafyamız ama bu konuda da çay sohbeti dışında ciddi bir etüdümüz yok. Türkiye NATO ve Rusya ile, ABD ile bu konuyu etüt edebilir alternatif politikalar oluşturabilir, oluşturmalıdır. 2025 yılı itibarıyla dünya ekonomisinin kalbi Asya olacaktır. Konumu itibarıyla Türkiye bu pazarın dünyaya açılan en stratejik penceresidir, bu anlamda lojistik, kültür ve ekonomiyi bütüncül olarak harmanlayacak enstitüler ve araştırma merkezlerinde meseleler ciddiyetle ele alınmalıdır.[Soğuk Savaş döneminde başlayan bir proje dahilinde İndiana Üniversitesi’nde günümüze kadar sırf Ural Altaylılarla ilgili basılan kitap sayısı 170’dir.[Detaylı literatür için bk.http://www.indiana.edu/~rifias/Publications_List.htm#uralt].

(Asker, sivil, siyasi, uluslararası ilişkiler uzmanı olarak önümüzde duran insanlar Türkiye’nin müktesebatı ile mütenasip bir donanım ve ferasetten uzaktırlar. Buna muhalefet de dahildir. Türk kültür havzasının imkan, kabiliyet ve reflekslerinin form ve muhtevasını bilmemektedirler. Zaten envanterine de vakıf değiliz. Powerpoint sunu ile ilimlenir beylerimiz.“Sunuda sunulduğu gibidir durum”.Ermeni ve Pontus sorunuyla da aynı vasatla mücadele ettiler, durum ortada. Onca ısrara rağmen gerek Ermeni gerek Pontus konusunda, Türklüğün kadim zamanları ile ilgili temel metinleri çevirmeye yanaşmadılar. Türkolojinin temel metinlerini, Atatürk’ün mirası olan parayı kullanarak kurumlar vasıtasıyla aktarma ve sunma basiretini dahi gösteremediler. Türk arkeolojisine ilişkin araştırmalar hiç başlayamadı. İnternet sitesi açacağız dediler. Bir de bunların akıl dane, boş küme akademik danişmendleri var. Akıl akıl, ….!)

Dünyanın başka bir yöne aktığı bir çağda ondan alakasız paralel bir evrende yaşıyor gibiyiz. Soğuk savaş dönemini Sovyet uzmanımız olmadan atlatmış bir milletiz biz!

Kültür bilimlerinde ve bu arada uluslararası ilişkilerde olgular hakkında, şeyler hakkında bizim tam ve yanılgısız bir bilgimiz imkansızdır. Türkiye’de “her görüşten milli aydınlara çağrı yapıyorum: Türkiye bu vasat ile uçuruma yuvarlanıyor: Lütfen öne çıkın bir aydın platformu inisiyatifi olarak ortaya yeni bir kuramsal imkan, teori ve program koyun. Tabanı ve siyasileri eylem –kuram tutarlılığına davet ediniz. Kurumsal yapılar ötelemeden lütfen Türkiye’nin birikimini bir araya getirmekten sarfı nazar etmeyin. Milli alanda fuzuli şagil yapan aydın ve her türlü temsil makamındakiler lütfen yer açın. Gökalp, Atsız, öğretmen okulu ve Ocak seminerleri ile bu yeni durumu kavrayıp açıklayamıyorsunuz. Bu kesik dansa karşı yeni bir şeyler söylemek lazım. Bir soluklanın “bu kesik dansa karşı “ yeni bir şeyler düşünün. Konuştuklarınızın, yazdıklarınızın yarısı kadar yeni metinlere bakma fırsatını yakalamış olursunuz. Artık Nato’cu vasatı Türk milliyetçiliği diye yutturamıyorsunuz, Saymak ile Kalın Oğuz beylerinin “menakıbı” tükenmez, eksiğini siz tamamlayın!

Taze kanların sisteme girmesine aracılık ediniz. Elbirliği ile her meseleyi bağımsız olarak ele alıp tartışalım ortaya, pratisyenlerin önüne a,b,c seçenekli, kısa ,orta, uzun vadeli metinler koyalım.Milli cephedeki temsilciler, doğaçlamayı bırakıp bunlardan istifade etsinler. Mevcut durumda milli kurum ve yapıların [sivil veya politik] söylediği sözler bizi bile tatmin etmiyor. [ondandır ki içimizden hep Emel Sayın’ın Yalancı bahar gibi yalancısın sevgilim şarkısı geçiyor .En iyi gibi! yapan en muteber adam, en muteber fikir oluyor].Yeni yüzyılın başında önceliğimiz milli olmaktır, “milliyetçilik doğal bir refleks olarak onun ardınca olgunlaşarak” gelişmeli. Sivil alanda doğal iktidar alanlarında ‘hadi ekonomide yokuz’ hukukta, bilimde, kültürde, sanatta, akademik ilahiyatta, eğitimde ortaya dişe dokunur metinler koyup bu alanları tahkim edip muktedir olmak gerekiyor. Bu ağırlık karşısında “çiğ slogandan ibaret” sünnetçi danişmendler ve siyasi elit kendine çeki düzen vermek; olmazsa elenmek durumunda kalır.

Bu tarihin sizlere yüklediği bir sorumluluktur. Unutmayalım tarih hesabı aydınlardan sorar.

Günümüz bağlamında milli devletler ve millet yapıları Türk İslam dünyası küresel güç merkezlerinin, neoliberalizmin ve çok uluslu (küresel) şirketlerin saldırısı altındadır. Tarihsel olarak çok uzun yıllar ticaret yollarını ve imkanlarını kontrol etmelerine rağmen Doğu ‘Türk Dünyası’ İslam dünyası kapitalist üretim ve pazarlama kültürüne sahip olmamaları, Batılı manada finans kapital veya menkul gayri menkul bakiyeyi biriktirip aktaracak, toplayacak, çoğaltacak banka, tahvil, hisse senedi, vb ortaklık modellerini bilmedikleri için yeterli ve hızlı bir sermaye birikimini sağlayamamışlardır. Rönesans, Coğrafi keşiflerle başlayan ve Doğu ve Batı arasındaki farkın aşılmasındaki en temel ekonomi politik etkenlerden birisi budur.

Başlangıçta gelişme aşamasında liberalizm milli devleti, kendisinin semirmesi ve iç pazarı sömürmesi için bir şemsiye olarak görürken, gelinen aşamada kapitalist modelin sürekli artan bir üretim ve gelişme zorunluluğu dolayısıyla ulus devletleri ve sınırlamaları kendisine düşman olarak görmektedir. Sermaye ve girişimciler tarihin hiçbir döneminde bu denli pervasız ve hukuk dışında kalmamışlardır. Buna karşılık emeğin dolaşım gücü sınırlandırılarak işgücü emekçi kesimler, amale pazarı haline getirilmiştir. Bu anlamda ulus devletler ve milli birikim dışlanarak emperyalizm kendi içerisinde bütünleşirken kendi dışında her türlü etnik ve dinsel ayrışmayı kışkırtmaktadır. Dünyanın 5000 site devletçiğine bölünmesi planları emperyalizme ait stratejik araştırma enstitülerince dillendirilmektedir.

Çağdaş bir biçimde işleyen bir demokrasinin var olabilmesi için bir düzene ve istikrara, bireysel ve kamusal güvenliğin sağlandığı bir bölgeye ihtiyaç vardır. Bunlar, gerek ama yeter şartlar değildir. Eğitimli işgücü verimliliği, kalitesi yüksek bir nüfus, ortalama bir refah düzeyi, kendi iradesi ile karar veren, birey değerlerine sahip vatandaşlara ihtiyaç vardır. Sosyoloji bilimi bu konuda geniş bir literatüre sahiptir. [Bk. Edward Tönnies, Gemainschaft Geselschaft. Yazar eserinde konuyu vukufla değerlendirir.].

Cemaat dışa kapalı bir sistemdir. İradesi ve eylemi kendi yaşam alanı ile sınırlıdır. Bütün tercihleri ve öncelikleri o dünya içerisindedir. Sözgelimi yardımları bütün milletten toplar ama yardımlaşma, dayanışma ve alışverişi sadece kendi sistemi içerisinde yaparlar. Bu yapı millet sistemini geri götürücü toplumsal dayanışmaya, sosyal sorumluluğa aykırı bir tutumdur. Kendi dışındakiler “hakikati anlayamamış zavallılar” olarak değerlendirir ve her türlü ayırıcı muameleyi uygulamakta beis görmez, yeri geldiğinde güç takat yettiğince uygulamalı tatbikatla gösterilir. Bu yapı bireysel anlamda riyakarlık ve tabi-metbu (efendi-köle) ilişkisini üretir. Efendilik köleci anlayışın ürettiği ve onun sayesinde var olma imkanı bulan bir yapıdır. Bir kısım kamuoyunun destek vererek oy vererek Türkiye’yi vesayetten kurtararak demokratikleşme yoluna soktuğu yapı bu yapıdır.

Demokratik rejim ve özgürlükler salt biçimsel olarak kanunlarla kurulamaz. İnsani kalkınma parametrelerinde bütüncül bir gelişme bunun için yaşamsal öneme sahiptir. Aksi mümkün olsaydı kes, kopyala, yapıştır yöntemiyle demokrasiyi ve insan haklarını Afganistan’a, Ortadoğu’ya ve üçüncü dünyanın geri kalmış ülkelerine bir çırpıda taşımak mümkün olabilirdi. Kağıt üzerinde toplumun gelişmişlik düzeyinin çok ötesinde kanunlar çıkartılarak ekonomik kalkınma ve refah sağlanamaz. Demokratik gelişmenin ekonomik kalkınmayı sağladığı yönünde hiçbir bilimsel kanıt yoktur. Veriler bunun aksini söyler. Bu durum sadece bizim gazeteci, yazar ve politikacılara özgü lümpen bir jargondur.

Küresel kapitalizm ve liberalizm ve onun riyakâr yoldaşı postmodernizm bütün büyük anlatıların sona erdiğini ilan ederken kapitalizm üzerine tek bir lafı bile olmaması ne kadar ilginç bir durum? Küresel kapitalizm/liberalizm sözde kendi eleştirisini yaparken söylem düzeyinde dünyaya liberalizmin ve küresel kapitalizmin “mümkün dünyalar içerisinde en az mahzurlusu” böylece başka seçeneğin yok, lütfen itaat et! çağrısını yapmaktadır. Küresel kapitalizm, insanlığın önündeki tek seçenek, üretim ve ekonomik model olarak biricik olduğu mantıki olarak zayiddir. Böyle bir teoriyi kurmak felsefi ve mantıki olarak imkansızdır; yok hükmündedir.

Türk milleti, özelde Türk milliyetçileri kapitalizmin bütün arazları ile malul siyasallaşmış, ticaret, menfaat ilişkileri dolayımında yeniden üretilmiş bilinçler üzerinde hegemonya kurmaya dönük, bireyi ve onun beşer olmaktan gelen hürriyetlerini yok sayan yanlış ve ideolojik dinsellik anlayışıyla hesaplaşmak, yüzleşmek durumundadır. Buradan kaçış ve savsaklama imkanı yoktur. Yüzyıllar içerisinde Eşarici yorum saltanat/mülkiyet kaygısı ve ideolojisi ile yoğrulmuş anlayışı tekrar kendi ana kaynaklarımıza dönerek yeni bir okumaya tabi tutmamız gerekir. Gazali, Farabi, İbni Sina, Nasreddin Tusi, Harezmi, Ali Kuşcu, Kadızade Rumi, Takiyüddin vb. dinsel anlamda İmam-ı Azam itikadi planda Maturidi çizgiyi yeniden ele almalıdır. Maveraünnehir Türk düşünce çevresinin 300 yıllık süreçte [X. ve XIII. yüzyıllar arasında] Türk kültür ve medeniyetini siyasal hakimiyetini taşıdığı nokta yeniden irdelenmelidir. 1070 yılında Kaşgarlı Mahmud, Abbasi halifesine sunduğu Divan ü Lügat’it Türk adlı eserinde Türkçenin öğrenilmesi gerekliliğini “Türkçeyi öğreniniz zira onların hakimiyeti uzun sürecektir” mealindeki bir hadisle savunurken “velev ki böyle bir hadis olmasın akıl da bunu gerektirir diyerek” bir entelektüel meydan okumayı yapmaktadır. Kaşgarlı burada İslam’ın halifesine söylemsel olarak Türk irade iktidar ve hakimiyetini dayatmaktadır. Nitekim 1071 de Malazgirt’ten giren Türkler, 100 yılda bütün Türkiye coğrafyasını denetime alarak Türk hakimiyetini Çin sınırından Akdeniz’e kadar muazzam bir coğrafyaya genişletmiştir. Bu bir tesadüf olmayıp aksine yüksek bir entelektüel boyut ve derin bir stratejik taktik dehanın ürünüdür.          Hâldeki problemlerimize bulabileceğimiz çözüm bu mirasın tetkik ve tenkitinden geçer. Yeni bin yılın entelektüel meydan okumasını yapacak okuma ve değerlendirmeler bu ana aks üzerinden kurulmalıdır.

Güncel durumda siyasallaşmış din anlayışı bir ideolojik önermeler dizgesi halinde bütün varoluş alanlarına ait iktidarını yayma iddiasındadır. Keza XIX: yüzyılda kalmış dar pozitivist ilerlemeci bilimci anlayış da entelektüel alanda simetrik bir konumdadır. Böyle bir teorik meseleyi aşmadan çağdaşlık, demokrasi, halk egemenliği gibi kavramlar havada kalır. Burada Hafızoğulları’nın şu tespitlerine bakmakta fayda vardır.

“Demokrasi denen toplumsal yaşam tarzı, ancak kaynağı beşeri irade olan hukuk düzenlerinde mümkün olabilmektedir. Bu demektir ki, kaynağı ilahi irade sayılan hukuk düzenlerinde, toplumun siyasal örgütü olan devletin bazı organları seçimle de oluşsa, demokrasi denen toplumsal yaşam tarzı, bu toplumsal düzenlerde asla mümkün değildir. Ancak, bugün, modern bazı teokratik devletlerde yasama ve ayrıca yürütme organının seçimle işbaşına gelmesi ve bunların hukuk kuralları koymaları onların “demokratik devlet” olduklarını değil, sadece teosantrik devlet olduklarını gösterir.

Demokratik bir devlet düzeninde, bir normlar sistemi bütünü olarak toplumyaratılmış değil, tam tersine yapılmış olarak, yani insan aklının (irade) bir ürünü olarak algılanmaktadır.Böyle olunca, hukukun maddi kaynağının beşeri irade olduğu anlamına gelen laiklik, demokratik devlet düzeninin bir olmazsa olmaz şartı olmaktadır. Bu bağlamda, laiklik demokratik düzenin değil, demokratik düzen laikliğin sonucudur.

O halde, maddi kaynağını beşeri iradede bulan demokratik hukuk düzenleri, düzeni olduğu toplumların katıksız bir kültür değeridir. Bu kültür değeri, en azından 18. yüzyıldan bu yana milli olmak yanında, giderek evrensel olmak eğilimini göstermektedir.Böyle olunca, kaynağını laiklik (veya secularizm) düşüncesinde bulan milli-demokratik toplum, hukuk ve devlet düzenleri; özellikle batı toplumlarında, her çeşit ümmetçi- teokratik toplum, hukuk ve devlet düzenlerini tasfiye ederek, onlardan tamamen farklı, merkezine insanın konduğu yeni bir uygarlık olarak ortaya çıkmış olmaktadırlar. Laik her toplum düzeni, demokratik bir toplum düzeni değildir. Buna karşılık, demokratik her toplum düzeni, aynı zamanda laik bir toplum düzenidir, çünkü demokrasi, halkın kendi iradesi ile kendini idare etmesi olarak algılandığında, halkın kendi iradesi ile kendini idare etmesine imkan veren bir düzen, ancak hukukun kaynağının beşeri irade olması halinde mümkün olabilmektedir.

Liberal-demokratik toplum düzenlerinin özelliği, çoğulcu karakterleridir. Çoğulculuk, her şeyden önce, toplumun dokusunu oluşturan kurallarının ve bu kurallarla oluşan kurumların çokluğu ve çeşitliliğidir.Demokratik bir toplumsal düzene bakıldığında, burada, toplumun siyasi dokusunu oluşturan hukuk kuralları yanında, aynı zamanda ahlak ve din kurallarının, dolayısıyla bunlara bağlı çok çeşitli kurumsallaşmanın yer aldığı görülmektedir. Çoğu kez aynı olguyu düzenleyen, hatta birbirini etkileyen, o yüzden de bazı yerlerde iç içe geçtiği ileri sürülen bu çok ve çeşitli kurallar aleminde, en son belirleyen kurallar, zorunlu olarak hukuk kurallarıdır, çünkü ancak kaynağı beşeri irade olana bu kurallarla, halkın kendi iradesi ile kendini idare etmesi mümkün olabilmektedir.

Liberal-demokratik hukuk düzenlerinde, çoğulculuğun sonucu olarak, insan, çok ve çeşitli konumlarda, hem çok ve çeşitli birçok normun muhatabı kılınırken, hem de zorunlu olarak kanun önünde eşit kılınmıştır. Kanun önünde eşitlik, dil, din, ırk, cins, düşünce vs. ayrılığı gözetmeden, her insanı şerefli ve eşit toplumsal değerde saymaktır, yani kimseyi, kişisel veya toplumsal bazı özellikleri dolayısıyla, ayrıcalıklı bir muamelenin muhatabı kılmamaktır.

Kanun önünde eşitliğin zorunlu sonucu, her insanın düşünce, kanaat, din ve vicdan hürriyetine ve bunların ifadesi hakkına sahip olmasıdır.Kuşkusuz, bu temel yapı, liberal-demokratik hukuk düzenlerinin omurgasını oluşturmaktadır.

Gerçekten. Liberal-demokratik bir hukuk düzeninde, kimsenin, düşünce, dini inanç ve vicdani kanaatine karışılamaz. Herkes düşüncesinde, inancında ve vicdani kanaatinde serbesttir. Serbesti, kimsenin bir “ihsanı” değildir, kişinin bir “hakkı”dır. Bir kimsenin bir düşünceden, bir dinden veya bir kanaatten olması, başkaları nezdinde, o kimse için bir farklılık ve üstünlük nedeni değildir.

Bu demektir ki, başka toplumsal düzenlerden farklı olarak, liberal-demokratik toplum düzenlerinde, insan tekçiliğe, yani kısır tek bir boyuta indirgenmemiş, dolayısıyla “etik” zenginlikleri titizlikle korunmuştur. Merkezini mutlak etik bir değer olarak “niteliksiz insanın” oluşturduğu bu düzenlerde, insan, bir yandan iradesi ile oluşan hukuk düzeninin değerleri ile biçimlenirken, öte yandan, bu düzenle çatışmamak kaydı ile hem kaynağı kendisinin olduğu ahlak düzenlerinin, hem de kaynağı ilahi olan din düzenlerinin değerleri ile biçimlenmektedir. Gerçekten, bir canlı türü olarak insan, böyle bir düzende, ahlakın muhatabı olmakta, dolayısıyla insan kimliğini kazanmakta, hukukun muhatabı olmakta, dolayısıyla, kişi kimliğini kazanmakta, bir inanç sistemimin muhatabı olmakta, dolayısıyla kul veya ümmet kimliğini kazanmaktadır. Öte yandan, kişiler, liberal-demokratik hukuk düzenlerinde, demokratik toplumun toplumsallık dokusunu oluşturan söz konusu bu çoğulcu yapı içerisinde, hukukça yasaklanmamış olmak kaydıyla, her bir normatif düzenin daha alta düzenlerinin muhatabı olabilmektedirler. Gerçekten kişi, bu düzende, bir yandan hem hukuk düzeninin muhatabı olarak bir devletin vatandaşı olurken, hem de bir siyasi partinin, bir derneğin, bir meslek kuruluşunun, bir şirketin vs. üyesi olabilmekte, öte yandan hem evrensel ahlak değerlerine bağlı olarak kendi ahlaki değerlerine saygılı olabilirken, hem de bir dine inanarak o dinin çeşitli alt oluşumlarının mensubu olabilmektedir. Görüldüğü üzere, beşeri iradenin ürünü olan toplumlar, sürekli dinamizm, değişim ve karşılıklı bir etkileşim içerisinde bulunmaktadırlar. Merkezini etik bir değer olarak insanın oluşturduğu bu karmaşık olgu, bir yandan ait olduğu toplumun kültür, dolayısıyla uygarlık dokusunu oluştururken, öte yandan o toplumun yaşama tarzını ve kalitesini oluşturmaktadır. Din kurallarının Tanrı tarafından konulduğu kabul edilir. Ne yazık ki, bu kuralları uygulayan Tanrı değildir.Kuşkusuz, kuralları uygulayanlar, kuralları yorumlayanlardır. Gerçekten, yorumlanmadan uygulanan kurala henüz rastlanmış değildir. Böyle olunca, kuralları uygulayanlar, devletin bir unsuru olan egemenliğin kaynağını ilahi iradeye bağlamışlar; buradan teokratik, teosantrik devlet düzenleri düşüncesi çıkarmışlar; tabii, bunun bir sonucunda, din düzenini ayrıca toplumun düzeni kılarak, kutsal dini siyasallaştırmışlar, yani tüm din kurallarını birer hukuk kuralı olarak algılamak suretiyle din düzenini siyasallaşan toplumun hukuk düzeni kılmışlardır.Elbette, bu biçimde oluşuna rağmen toplumsal bir düzen, tabiatının gereği olarak, bünyesinde çoğulculuğa yer vermez; yani böyle bir toplumsal düzende, farklı gösterilse bile, din, ahlak ve hukuk esasen aynı şey olmakta, birine aykırılık aynı zamanda ötekine de aykırılık sayılmakta, dolayısıyla ihlal, mutlaka hukuki bir müeyyideyle karşılanmalıdır.(Hafızoğulları 1996:1-16’dan özetle)”.

Seküler düşünce moral anlamda toplumsal, dini ve milli birikimi devlet ve hukuk hayatının dışında tutarken bireysel ve toplumsal özgürlüklere aynı ölçüde hürmetkâr davranmalıdır. Ladinilik, maddi, laik, rasyonel, ampirik tecrübe kadar, aşkın, kutsal ruhani derûni, metafizik tecrübe de muteber sosyal ve kültürel yaşamı zenginleştiricidir. Tarihsel tecrübe bunu söylemeye imkan verir. Hukukun üretiminde bütün itirazlara rağmen dinsel ve kültürel birikim bir ölçüde etkindir. Buradaki temel ölçüt rasyonel davranma kaygısıdır.

Ahlakın ve toplumsal yaşamın normatif değerleri önemli ölçüde bu kaynaklardan üretilmiştir. Bunun yanında herkesin kabul edebileceği “herkes için iyi” ilkesinden hareketle oluşturulmaya çalışılan etik çerçeve doğası itibarıyla doğal iyilikten yana olan ve vicdani eylemi öne çıkaran din ve ahlak sistemleri ile iç içe geçmektedir. Bu anlamda değerleri ve ortak iyiyi arama bulma idealini içselleştiren, bunu eğitim sistemiyle pekiştiren bir anlayış milli demokratik bakışın temel ayaklarından birini oluşturmalıdır. Bu çerçevede dünya pedagoji çevrelerinin insani ve toplumsal gelecek açısından değer eğitiminin vazgeçilmezliğine yaptıkları vurgu giderek artmaktadır. İtiraz ve tenkitleri kısaca şu şekilde belirtmek mümkündür:

 

I.       Millî mefkûrenin sivil tabanı, sivil toplum kuruluşları [=vakıf, dernek ve cemiyetleri, meclisleri], her türden siyasi ve kültürel tüzel kişilikleri eleştirel bir anlayıştan uzak kadim bilgi ve pratikleri indirgemeci sığ ve yüzeysel bir tekrar pratiği ile yinelemekten öte bir işleve sahip değildir.

II.  Balkan Savaşları, I. Dünya savaşı ve Millî mücadele sürecinin teori ve pratiği Türkiye’nin en eski sivil toplum kuruluşu olan Türk ocağının fikri, bilimsel ve aksiyoner etkinliklerinin bir semeresidir.“Güncel durumda bu arayış ve enerji inkıtaya uğramıştır, yemeğin tuzuna dahi itiraz edemeyen, bizler Yeni Bin Yılda dünyaya Türkiye eksenli bir perspektifi nasıl sunabiliriz?

III.                      Temelsiz bir muhafazakârlık [sosyal taban olarak az topraklı köylüler, memur ve küçük esnaftan] mürekkep bir sosyal kesim siyasal muhafazakârlık olarak neyi niçin muhafaza ettiğine inanır. Gerçekte böyle midir? Kastedilen kültürel muhafazakarlık ise, Üretim biçimi ve üretim araçlarının sahipliği, mülkiyet ilişkileri, ekonomik yapıdaki değişmelere rağmen siz kültürü çok isteseniz de muhafaza edebilir misiniz? Bu mümkünse niye ecdadımızın kıyafetleri ile burada değiliz. Kültürde devam edenler ve değişenler nelerdir, bunların tespiti bizim irademize bağımlı mıdır? Temelsiz bir muhafazakarlığın karşısında onun simetrisi gibi duran bir diğer kültürel ve siyasal milli temayül Türk kültürüne Türklüğe duyulan hasbi bir bağlılık ve sevgi bunun neticesinde Türkoloji çalışmalarıyla Türk düşüncesini siyasal politik bir içerikle dizayn etme girişimidir. Teori praksis bütünlüğü, arka planı, ekonomipolitik bir tabanı olmadığı için gerçek bir tefekkür etkinliğine bu haliyle ancak malzeme sunabilir. Bu bakış açısıyla ihtiyacımız olan teorik kavrama ve açıklama eksikliğini gidermek mümkün gibi görünmemektedir.

IV.             “Devam ederek değişmek, değişerek devam etmek” sözünü bir kelam-ı kibar ve slogan olarak tekrarlamaktan öte altını nasıl doldurmalıyız?

V.                “Def-i mefasid celbi menafiden evladır ilkesini” ahkamını yanlış yorumlayarak her türlü eleştiriyi, dedikodu ve bozgun olarak anlayan bir düşünce ikliminden verim alınamaz. “Ümmetimin ihtilafında hayır vardır”[kastedilen ilim adamları arasındaki tartışmalar olmalı] bize niçin bir ışık tutmaz?

VI     Tenkit" kelimesi "nakd" kökünden türemiştir. "Nakd", bir şeyi satın alırken verilen akçe, kıymet ölçüsüdür ve tenkit, o şeyi kıymetlendirme anlamını taşır. (F. A. TANSEL, İyi ve Doğru Yazma Usûlleri, Cilt: I-II, s. 192)

“Mükemmellik bile kuru tekrarın ağır yükünü taşıyamaz”.İngiliz filozof Alfred North Whitehead’in bu yargısı, şöyle devam eder:

“Bir ilk kıvılcımın yaratacağı yoğunluğa sahip bir medeniyeti üretebilmek, bilimden daha fazla şeylere ihtiyaç duyar. O hâlde yeni bir mükemmellik arayışı demek olan macera duygusu kaçınılmazdır.”

Türk milliyetçiliği birikimi içerisinde 1980 sonrası dönemde “Yeni Düşünce” gazetesi etrafında oluşan fikri, entelektüel birikim aradan geçen uzun yıllara rağmen aşılamamıştır. Hâlâ o ölçekte bir düşünce dergisi, teori pratik etkileşimi kuramadık. Türk milliyetçiliği mecmualar etrafındaki fikri üretimlerin yarattığı atmosfer etrafında gelişmiş bu atmosfer ,milli politik çizgiyi de önemli ölçüde beslemiştir. 1980’li yılların ortasına kadar Türk sağının ortalama aydını kendini ve düşüncelerini, milli mefkûrenin üretimlerine yaslanarak ifade ediyordu. 1980 öncesinde Tercüman gibi orta sağ gazetenin 1000 Temel eser serisi Türk sağının kültürel şemalarını oluşturan önemli bir mecraydı. Arkasında hep milli çizgideki insanlar vardı.1980 öncesinde siyasal İslam ve her türlü hizbi “milli mefkurenin kapsayıcılığı ,kuşatıcılığı ve kültürel hegemonyası karşısında “kendilerini kamusal alanda görünür kılmak” ve itibar görmek için “milliyetçi muhafazakar” tabirini kullanıyorlardı/kullanmak durumunda kalıyorlardı. Siyasal İslamcılar, 80 sonrasında liberalizm ve neo Marksist literatürle kurdukları ilişki ve okumalar neticesinde kendi eksiklerini ve özgüvenlerini bu literatürden devşirdikleri kavramlarla yeniden ürettiler. Halde her birinin bir yayınevi, onlarca tematik dergisi mevcut. Milli birikim “Yeni düşünce” çevresinden sonra akim ve atıl kaldı.

Küreselleşme, Neoliberalizm, etnik ve dinsel ayrışmalar sürecinde kendi metinlerini dünya deneyimleri ışığında bir eleştiriye tabi tutarak yeniden güncellemekte gecikti. Hal böyleyken durup durup “Atsız’ın narası ile indik Tanrı dağından”, “Kurt, Kımız, Kopuz”,Gökalp dedi ki, rahmetli Dündar Taşer’den dinledim, Galip Erdem Hergün’de böyle yazdıydı. Türkçenin Sırları ile dil felsefesi, Türk İslam Ülküsü ile yeni bir medeniyet anlayışı inşa edemezsiniz. İstediğimiz kadar kızalım, realite bu. Her ülkücü, Türkolog değildir, Tarihçi değildir, diplomat değildir [olması da gerekmiyor]bunların ihtisas alanları olduğunu artık 2014 yılında kabul edelim ve bu alandaki bilim insanlarımıza bir ölçüde saygı duyalım. Türk kültür havzası tabirini kullanırken antropoloji ve halk biliminde kullanılan kulturraum, kulturgebiet, cultural ecology, cultural area kavramlarını “kendi idrak ve anlayışım ölçüsünde” tenkidi bir tarzda ele alarak gündeme getirdim. Türk kültürünün tarihsel macerasına, zihniyet dünyasına en uygun kavramın bu olacağını düşündüm.

Her şeyden önce bilimsel bilginin sınırlılıklarını öğrenerek başlamak icap eder. Bilim her şeyi bilmez, bilgi türlerinden sadece bir tanesidir. Bu haliyle bile doğayı ve olgular alemini yapısal olarak izah etmekten uzaktır. Dil, mantık ve matematik olarak kainatın varoluşsal sınırlılıkları aynı zamanda bizim bilme alanımızın da sınırlarını oluşturur. Bilimle neden ve nasıl sorusuna cevap vermek mümkündür. Bu haliyle maddi alemi anlama ve izah etmekte, bu alandaki problemlerin çözümünde hâlâ biriciktir. Niçin sorusuna bilim, tarihin hiçbir döneminde cevap verememiş bunu terine kadim dönemde din ve mitoloji tarihsel dönemde felsefe ve sanat bu rolü üstlenmiştir.  Sembolik formları, soyutlama yeteneği sayesinde diğer varlıklardan farklı olarak kendisi ve yapıp etmeleri üzerine düşünebilen ve bunu aktarabilen bir varlıktır.

Dış dünyayı gözlemlerken aldığı verileri akıl zihin sürecinden geçirerek önceki deneyimleri ışığında bilgiye dönüştürür. Sebep sonuç ilişkisi diye varsaydığımız süreç tam da bu noktada öznenin bir vehmi olarak ortaya çıkar.

 

Yeni Bin Yılda Millî Birikimin Kabiliyetleri

I Türk Kültür havzası içerisinde Türk kültürünün sosyolojik kategorileri akrabalık kavramı. Etnik tanımlamalar ve batılı sosyolojik literatür Türk sosyal yapısının kategorilerini izah etmekte yetersizdir. Sosyologlarımız anket yapmaktan fırsat bulduklarında kavram türetici teorik üretme etkinliklerine yönelmelidirler. Togan’ın haricinde Türk boylarındaki toplumsal hiyerarşiyi tarif edecek bir sosyolojik izahımız yoktur.

II. Türk kültürü siyasal teşkilatlanma ve diğer kültürlere olan açıklığı ile muazzam bir uyum kabiliyetine sahiptir. Arkasında muazzam bir tarihi ve kültürel birikim vardır.

III. Türk kültürü dilsel planda Aristo mantığından ziyade bulanık mantık diyebileceğimiz ya da daha ziyade ara seçeneklerin de dikkate alındığı bir yapıya sahiptir.

Bu coğrafyada batılı sosyolojik normlar pek fazla geçerli değildir. Biz bu farklı denilen kişilerle akrabayız, kültürel birlikteliğimiz var. Bu coğrafyada halklar dilleri ile tasnif edilmez. Öyle olsaydı Sırplar saldırdığında Boşnaklar, Ruslar saldırdığında Kafkas halkları, Saddam saldırdığında Kürtler akrabalarının çadırına koşmazlardı. Dolayısıyla Anadolu coğrafyasındaki tarihsel iktidar yapısını bilmeden sorunları çözemezsiniz.

Bu coğrafyada tarihen üç büyük siyasal gelenek hâkim olabilmiştir. Birincisi Hititler şu anda Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesinde, ikinci binde Roma keza aynı mekânda, üçüncü binde Türkler bunların hepsinden daha kalıcı olarak bu coğrafyada siyasi deha ve kabiliyetleri ile kalabilmişlerdir.

Bu coğrafyada Türk milli varlığı atomun çekirdeği gibidir. Çekirdek olmadan maddeden söz edilemez. Bu bağlamda Türkiye’de Türk siyasal iradesi olmadan hiçbir etnisitenin hür olarak yaşama şansı yoktur. Akrabalarımıza ve bütün sosyal gruplara adalet ve eşitlikten başka önereceğimiz başka bir şey olmamalı. Keza onlar da bunu istiyor. Hiçbir devlet ve millet hele Türk milleti egemenlik ve siyasal hâkimiyetini asla paylaşmaz.”

Alangu’ya göre günümüzdeki Türk folklorunun, “Kafkasya ile Arap[lar]la, Balkan ülkeleriyle ilişkisi olduğu gibi, Türkiye’de yaşamış, tarih boyunca gelmiş geçmiş insanlarla da sıkı bir bağlantısı vardır.” (Şaul 1970:9). Anadolu coğrafyasında folklorik anlamda bir tabakalaşmanın varlığını kabul eder ve “acaba burada [yani Anadolu’da] Türk olan bir şey yok mu?” sorusunu sorar. Cevabı ise şöyledir: “Önemli olan bu işte. Bütün bu değişik, tarih boyunca evrilip gelen şeyin üzerinde bir ‘Türk tabakası’ vardır. Önemli olan budur, yoksa temelde, kostümde, melodide, dansın figürlerinde, masalların motiflerine varıncaya kadar tarih boyunca gelmiş uygarlık katkılarını inkâr etmek söz konusu değildir. Geçmişte nasıl böyle olmuşsa, bugün de hem Türkiye içinde bölgeler arasında böyle olacaktır, hem de komşuluk ilişkilerinde böyle olacaktır. Bu, Türkiye’nin jeofiziğinin kaçınılmaz bir zorunluluğudur. Halis Türk olanı muhafaza etmek, Türk olmayanı reddetmek, damıtmak, süzmek, yabancıyı ayırmak gibi bir endişe folklora girdiği zaman âkıbetimizin ne olacağını bilemiyorum? Ben aslında bu kontaminasyonların, karışımların, birleşimlerin Türk insanının hayatına bir karışması, bir katkısı olarak kabul ediyorum”

Bu bakış açısı, Alangu’da var olan ‘dinamik folklor’ anlayışının bir sonucudur. Yoksa o, Anadolu’daki ‘Türk kimliği’ni reddedip bir ‘Türkiyeli kimliği’ peşinde değildir. Şu cümlelerde anlatılanları dikkatlice takip etmek, Alangu’nun bu konudaki düşüncelerini anlamamızı kolaylaştıracaktır: “Kanaatime göre [Türkiye’de] ayrı ayrı bölgelerin varlığı, millî birliğin olmaması anlamına gelmez.(...) Bazı kimseler dışardan kabul edilen yabancı öğelerin ortaya çıkışının halkbilgisi [folklor] varlığımızı fakirleştireceği endişesindedir. Önemli olan yabancı maddeye bizim verdiğimiz biçimdir. Bunun sonucu ‘millî’dir. Kaynaklarda millîlik aranmaz.”

 

Sonuç

Milli birikim için ideal bir ufuk olarak, bir siyaset felsefesinin temellerini teşkil etmek üzere cemaat ve tarikat, iane iaşe ve ibade denetiminde olmayan millet sisteminin şuurunda Türk milletini atomize eden ve tahrip eden oluşumların idrakinde bir basireti önemsiyorum. Anti-emperyalist ve Yeni Orta Çağ zihniyetini tahlil ve teşhis etmiş bir siyasal ufuk son derece önemlidir. Mandacı ve himayeci her türlü sağ ve sol ideolojiye göre mesafeli olmak gerekir. Bu aşamada Türkiye’nin yerli dindarları, yerli solcuları ve liberalleri ile aynı bloktadır. Siyasal ayırım noktasını milli bağımsızlık, gerçek özgürlüklerden ve demokratik toplum idealinden kurar.

Çok kültürlü, çok dinli farklı kimlik tercihlerine sahip bir toplumda modernitenin ve aydınlanma felsefesinin bir tasarımı olan ulus devlet formasyonunun aşılması gerekliliği postmodernizm, çok kültürlülük ve neoliberalizmin ortak kanaatidir. Kapitalizmin kılık değiştirmiş mürayi, fitne fesat sözlerinden öte bir anlam ifade etmez. Demokratik yaşam projesinin bir aydınlanma projesi olduğu unutulmamalıdır. Modernizmin getirdiği problemlerin çözülmesi bu sistemin irrasyonel olarak inkarı ile mümkün olabilir mi?

Bireysel özgürlüklerin kendisini tam olarak gerçekleştirmesi, özgür bireyin / şahsiyetin gelişimi için özgür ve özerk hukuki güvencelerin, asayiş kaygısının olmadığı bir devlet nizamına ihtiyaç vardır. Böyle bir siyasal teşkilatlanma ancak bireylerin kendi iradelerini belli bir hukuki nizam içerisinde devretmek suretiyle birleştirmeleri/bütünlemeleri sayesinde mümkündür. Devletin sürekliliği ve kudreti bireylerin ve toplumun özgürlük ve refahıyla mümkündür. Keza bireylerin özgürlük ve hürriyetleri, refahı da güçlü ve kadir bir devlet nizamıyla mümkündür. Dünya siyasi tarihinde devlet aygıtı güçsüz ama toplumu özgür ve müreffeh bir toplum yoktur.

Türk milliyetçiliği, Tanzimat’tan günümüze ağırlıklı olarak Türklük bilim alanının bilgi etkinliği içerisinden kurulmuştur. İktisadi perspektiften ekonomi-politik zemininde eksikliklerle malûldür. Bu manada Yusuf Akçura ve Ağaoğlu’nun tespitleri ve açıklamaları dikkat çekicidir. Günümüz Türkiye’sinde milletleşme sürecini tamamlayamamış cemaat ve feodal toplumsal kesitlere sahip bir ülkede “milletleşme” ülküsü hâlâ biricik seçenektir. Yeni bir üretim ve paylaşım kültürü/ liberal kapitalizmin anti hümanist cephesi bunun için vergi ve maliye toplamda iktisadi politikalarının önemi vardır. İstihdam üreten çevreye ve insan haklarına saygılı bir üretim modelini tartışmak artık zaruridir. Bu doğrultudan milli bir siyaset felsefesini üretmek mümkündür.

Ümmet, Orta çağ dünyasının kainatı oluşu ve her türlü realiteyi din içerisinden algılayan bireyin özgürlüğünü teorik düzlemde Tanrı’nın mutlak iradesi karşısında eşit olma şeklinde anlasa da toplumsal anlamda avam-havas ayırımı sınıfa ve eşitsizliğe çeşitli düzeylerde onay verir. Bu anlamda Osmanlı deneyimine yeniden bakmakta kritik etmekte fayda vardır.

Türkiye ve dünya tecrübesinde modern anlamda dinin siyasallaşması kutsalın popülerleşmesine dolayısıyla sığlaşmasına, dejenere olmasına tarih üstü zaman ve mekan aşkın bir mesajı olma iddiasındaki dini tarihe maruz bırakarak aşılacak bir olguya indirger.[Türkiye İslamcılığı da bu anlamda Türk tarihinin tinsel referanslar kümesinden, bu toprağın kültürel birikiminden kopuktur] Dinden referanslı bir siyasal sistem, siyasal yetkiyi/kamu otoritesini kullanan kişi ve kişileri Tanrısal bir otorite veya masumiyet kazandırarak/donatarak sözüm ona Tanrı adına işledikleri bireysel eylemlerinden dolayı yöneticileri dokunulmazlık zırhına büründürür. Böyle bir kamu otoritesi karşısında özel hukuktan, bireyin temel hak ve hürriyetlerinin güvencesinden bahsedilemez.

Din-devlet, din-toplum, birey-din ilişkisinde laik devletin tutumu toplusal barış ve hürriyetlerin güvencesi olarak değerlendirilmelidir. Dinsel inançların ve ibadetlerin korunması bir temel insan hakkı olarak vardır. İnsan hakları literatürü ifade özgürlüğünü örselememek koşuluyla, örneğin AHİM kararlarıyla bu alanda düzenlemeler yapılmasına cevaz verir. Bu anlamda temel insan hakları hukuku ve teknik altyapı olarak Avrupa birikimini eleştirel bir okumaya tabi tutmak zaruridir.

Türk milliyetçileri için dinî mirasın bütüncül olarak bütün mezhep ve yorumları kültürün asli bir unsuru olarak hürmetkârdır. Bütün demokratik rejimlerde olduğu (kaçınılmaz olarak olması gerektiği) gibi hukukun üretiminde, kamu yönetiminde dinî referansları temel almaz. [Uygulamada hukukun yazılı olmayan kaynakları arasında örf ve âdetlerin bir bölümü dinseldir ve bunlara müracaat edilmesi ayrı bir husustur.] Müntesiplerinin bireysel kolektif veya ibadetle alakalı kurum ve uygulamaları yasal güvencededir. Siyasal olarak bunu ifade ederken politik ve siyasal kadroların mahcubiyet duyacağı bir husus yoktur. Bunun karşısına konulabilecek alternatif bir model henüz yoktur. Buna ek olarak cem evleri kendi asli bağlamına bağlı olarak Sünni mezheplere sağlanan statüyle eşitlenebilir. Bu manada din eğitiminin seçmeli ve tercihli olması devletin bu eğitimi verecek uzman kadroları gözetiminde nitelikli bir biçimde eğitmesi, dileyen yurttaşlarına bu hizmeti sunması kamu güvenliği ve insan haklarının geleceği/güvencesi açısından elzemdir.

Cemaat ve tarikatların cemaatten cemiyete dönüşüm süreci içerisinde sivil sosyal hareketlere dönüşmesi, eğitim ve maneviyat hizmetine odaklanması gerekir. Aksi takdirde ülke menfaati ve insanlık için kullanılabilecek bir enerji müntesipleri eliyle heba edilmiş olur. Yaşaya geldiğimiz süreçte, güncel durumda bütün toplumsal ve siyasal aktörler bir ölçüde kendi güç ve sınırlarını test etmişlerdir. Bu anlamda cemaat ve tarikatların veya diğer ladini örgütlerin rejimi güç kullanarak veya ele geçirerek diğer sosyal sınıflar aleyhine bir rejim tesis etme arayışlarının beyhudeliği, anlamsızlığı, tarih dışılığı, umum kamu menfaati açısından mahzurları ortadadır.

Ayrıca Japonya, ABD, Almanya örneklerinde ladini şiddet kültüne dayalı şeytana tapma ritüeli çerçevesindeki örneklerde devletin inanç ve felsefi kanaat alanına müdahalesindeki sınır, kamu yararı açısından ciddi biçimde tartışılmaktadır. Türk devlet geleneğinde de en başından beri dini otoritenin her zaman siyasi otoriteye tabi olduğu unutulmamalıdır.

Türk milliyetçiliği yeni siyasal ekonomik ve sosyal şartlar çerçevesinde durduğu yeri ve referans kümesini ilkesel çerçevesini oluştururken vazgeçilmez ilkeleri Türk kültürünün tarihsel sürekliliği ve tinsel anlam dünyası, anti-emperyalizm, milli bağımsızlık, ferdi hak ve hürriyetlerin tekamülü çerçevesine oturtmalıdır.

Türk dünyasına yaklaşımı stratejik ve taktik nitelikleri ağır basan bir hüviyette reel politiğin gereklerini dikkate alan kısa, orta ve uzun vadeli hedefleri olan bir içeriğe kavuşmalıdır. Kültürel sosyal işbirliği çemberlerini ve özellikle ekonomik işbirliği imkanlarını, rasyonel bir zeminde zirveye taşımak lazım gelir. Türk milliyetçiliği soy birliği olan bu kültürel coğrafyanın siyasal oluşumlarını ve yüzyıllar içerisinde üretilmiş özgünlüklerini kendi demokratik nizamlarının gelişimini öncelemelidir. Bölgesel işbirliği imkanları aşama aşama geliştirilmelidir. Siyasi ve kültürel yakınlaşma hedefi adım adım rasyonel bir tarzda çiğ duygusallıktan uzak bir programa kavuşturulmalıdır.

Türk milliyetçiliğinin kendisini kurarken binlerce yıllık yönetme ve teşkilatçılık birikiminden getirdiği insanlığı “adalet ve eşitlik içerisinde daha iyiye taşıma” nosyonu ve misyonu yeterlidir. Negatif reaksiyonlar, ötekine düşmanlık, içerisinden kurması anlamlı değildir. Böyle bir geleneğe de sahip değildir. Bu yönüyle insaniyetçidir.

Bilimin amacı “neden” ve “nasıl” sorusuna cevap bulmaktır. İmkan ve sınırlılığı bu soru çerçevesindedir. Niçin sorusunun cevabını kendi bağlamı içerisinde din, felsefe, sanat, mitoloji verir. Bu çerçevede dini perspektif ve donanımla bilimsel alana ilişkin olguları açıklamaya çalışmak veya tersine bilimsel metodolojiyle ampirik ve rasyonel yoldan dini alanda açıklamalara girişmek yersiz ve beyhudedir. Kültürel alanda gerçek manada donma ve çürüme böyle bir iklimde başlar. Bu süreçten herhangi bir yaratıcı yenilik veya üretim beklemek boşunadır. Bu anlamda Gazali’nin “rasyonel teolojiye” yaptığı tenkitler dikkate alınmalıdır. Dini alanın bütüncül olarak bütün bilgi alanlarını aynı şekilde bilimin kainattaki bütün soruları cevaplama iddiası temel çelişkimizidir. Bu çerçevede metafizik ve rasyonel alanların kendi sahalarına çekilmesi ülkemizdeki güncel gerilimin aşılmasında önemli bir çözüm imkanı sunar. Dünyanın hiçbir ülkesinde bir siyasal kadro her Pazar kiliseye gittiği veya mezmurları çok iyi yorumlayabildiği için oy alamaz, siyasal yönetme talebinde bulunamaz, bulunsa dahi kamuoyları tarafından dikkate alınmaz. Keza ülkemizde dindar veya ladini bir yurttaşımız evine elektrikçi, tesisatçı alırken ustanın dindar mı, laik mi olduğuna bakmaz öncelikle “iyi usta “ olup olmadığını kontrol eder. Diğer taraftan ondan daha titizlikle hareket edilmesi gereken siyasal kadroların seçiminde Kuranî bir ilke olan “ehliyet ve liyakat” ölçütünü pek az dikkate alarak kararını Müslüman, namaz kılıyor, “torpil yapıp Hacca” gidiyor gibi irrasyonel bir çerçeveye taşıması temel bir problematiktir.

Güncel planda milliyetçiliğin bir fikir sistemi olarak güncellenmesinde “milletten mi milliyetçiliğe ve milliyetçilikten mi millete” gidilmesi gerektiği kritik edilmesi gerekir. Halkın sesine kulak verme, halkla aynı dili konuşma veya ortalama halktan yola çıkma şeklinde vulgarize edilen sığ yaklaşımların kısa bir değerlendirmesinde fayda vardır. Milliyetçilik millete yönelirken muhafazakar dogmalarla yönelmez. Halkın kolektif değer ve yaratmalarını yüksek sanatsal araçlarla rafine ederek üreterek iletişim araçları ile tekrardan dolaşıma sokmayı anlar. Hükümetin devletleşmesi veya devletin hükümetleşmesi sonucu devletin ideolojik aygıtları kullanılarak beyin kontrolü ve dezenformasyonla yanlış haberlerle bilinci zehirlenen kitlelerden intaç eden iradeye saygı duymakla beraber onu yegane bir parametre olarak değerlendiremez. Bu patolojik duruşun aşılması için yine halk içinden örgütlenerek gerçek kimliğin vatandaşlık iradesi bağlamında yeniden üretimini sağlamaya gayret eder.

Milli birikim ve milli yaklaşım sivil, millet iradesine dayanan hak ve sorumluklarına müdrik ortalama vatandaş kitlesinin tercihini ideal durum olarak değerlendirir. Bu tutumu elitizmle ilişkilendirmek mugalatadır.

Türkiye’nin ve Türk milletinin tarihsel ve kültürel birikimi, dinsel serüveni dikkate alındığında seçmen davranışının kapitalizm bağlamında yeniden üretilmiş ahlaktan soyutlanmış Eşari ve Emevi gelenekten beslenmiş kapitalist din anlayışından referans alarak üretildiği bir siyasal ve sosyal iklimde Maveraünnehir Türk tefekkür birikimine yaslanarak reyi, vahyin yanında aklı, bireyin özgürlüğünü ve istişareyi dikkate alan bu anlamda demokratik ufkun yeniden güncellenmesine imkan veren yaklaşımı eleştirel bir yaklaşımla gündemine almalıdır.

Türk düşüncesinin kaynakları veya geleneği derken bir repertuarı veya seti olduğu gibi alıp bugünün şartları içerisinde uygulamaya çalışmak gibi tarih dışı bir fanteziden ve foklorizmden söz etmiyoruz. Türk kültürü ve icracıları, yaratıcıları tarihsel süreçte kendi tarihsel sosyal şartları içerisinden kültürel referans ve sembollerimizin yaratıcı bir okumasını yaparak “ili ve töreyi” çekip çevirmişlerdir. Yani kendi çağlarının teorik açıklamasını yapmışlardır.Bizde eksik olan hâlde, günümüzde metinlerimiz ve sembollerimizden kendi çağımızın okumasını yapamamış olmamızdır. Bunu tin veya kelam veya logos tesadüfi olarak üretemez bilinçli ve eylemli bir irade gerektirir. Bunun anahtarı bıkıp usanmadan yorulmadan “yor-mak” ”yorumlamaya” çalışmaktır. Tenkidi düşünceyi içeriye buyur etmektir.”İstişare yorgunuyuz dostlar”

Türkistan, Ahmed Yesevi, Maveraünnehir, Alp erenler manevi önderler Türk düşünce dünyasında Fuad Köprülü’nün çok başarılı bir tarihsel inşa ve açıklama ile inşa ettiği kavramlardır. Ama bu açıklama bir yönüyle eksiktir. Hilmi Ziya Ülken’in Türk Tefekkür Tarihi’nde vukufla ifade ettiği gibi Anadolu’da iki temel tasavvuf düşüncesi hakimdir.Biri Türkistan/Horasan ekolü bir diğeri en az onun kadar etkili olmuş olan Endülüs’den gelen İbni Arabi ekolüdür.Her iki sistemin kavrayış ve izahlarında farklılıklar vardır.

Türk kültür havzasını inşa eden siyasi, coğrafi koşullar, ekonomik koşullar aynı bağlam içerisinde yorumlanarak bir çıkış veya cevap aranmalıdır. Bu noktada Türk kültürü, İslam öncesi ve sonrası zımni ayrıştırmasına tabi tutulmadan bütüncül olarak anlaşılmalıdır. Bunun için Hilmi Ziya Bey’in Türk Tefekkür Tarihinde çizdiği çerçeve bir yol haritası olabilir. Kültürü oluşturan değiştiren dönüştüren bütün şartlar ele alınmadan yapılacak değerlendirmelerin hep bir tarafı eksik kalacaktır.

Gerçek bir çağdaşlaşma için Türk hümanizmasını oluşturacak yaratıcı okuma ve düşünme süreci bu perspektif takip edilerek inşa edilmelidir. Bu çerçevede Türk milliyetçiliğine kaynaklık eden temel metinlerin de eleştirel bir okumaya tabi tutulması zaruridir.

Tarihsel Sürekliliği içerisinde Türk düşüncesinin genel karakteristiği “il ve törü”yü düzenlemek ve çekip çevirmek “status qou”nun inşası anlamında pratik/pragmatik ve ideolojik, kainata nizam vermek [cosmopolis’i]inşa etmek bakımından ütopyacıdır.[Kün tuğ bolsın kök kurıkandan Kızıl Elma’ya, Kuzey Çayırlarından, Akdeniz’e, hep bu hayali kovaladı.

“Gönül ve kalp /akleden kalbin imtizacı” yeni dünya görüşünü inşa edecek temel doğrultu olması temennisiyle…

 

Kaynakça

Arslan TOPAKKAYA (2007) , J.G. Fichte’nin “Bilim Öğretisi” Adlı Eserinde Varlık Açılımının Yöntemi Olarak Diyalektik, Kaygı, Kaygı Dergisi,S 9,s 49-59

Avcıoglu, Doğan (1979)Türklerin Tarihi, 2. Cilt, İstanbul:Tekin Yayınevi

Aydın H.,Yılmaz, M. T., (2007),“Modern Bilime Yönelik Postmodern Eleştiriler ve Felsefî Değeri”, Karaburun Bilim Kongresi, İzmir 7-9 Eylül 2007.s 1-17“

Davutoğlu, Ahmet (1997),Medeniyetlerin ben-idraki [Self-perception of the civilizations], Divan Dergisi ,S.3,s 1-53

Ergin, Muharrem (1996) Orhun Abideleri, İstanbul. Boğaziçi Yayınları

Gencer Bedri (2007), “Osmanlı Kozmopolitizmi için Tabiî Hukuk Teorisi. Sava Paşa

Gencer, Bedri (2012) İslamda Modernleşme Ankara. Doğu Batı Yayınları

Görkem;İsmail(2005)Tahir Alangu’nun Folklor Anlayışı”, Fikret Türkmen Armağanı,İzmir: Kanyılmaz Matbaası

Hegel (2010), Tarih Felsefesi, Çev. Aziz Yardımlı, İstanbul. İdea yayınevi

Koç Yalçın (2008),Anadolu Mayası “Türk Kimliği Üzerine Bir İnceleme”, Anakara:Cedit Neşriyat

Ong, Walter (1995), Sözlü ve Yazılı Kültür, İstanbul. Metis Yay

Seyitdanlıoglu, Mehmet (2009) Eski Türklerde Devlet Meclisi “Toy” Üzerine Düsünceler,Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi C 28 S 45 s: 001-011



· Post yapısalcı Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’ya göre habitus : bireylerin, grupların ya da sınıfların gündelik yaşam pratikleri. zevkler, alışkanlıklar, jestler buna dahildir. İçinde yaşanılan kültürel çerçevenin insana kattığı değerler,tutumlar ve davranışlar kümesi

[1] [Bkz. Dogan Avcıoglu,Türklerin Tarihi, 2. Cilt, , İstanbul, 1979, s. 774.]

Prof. Dr. Kemal Üçüncü

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı