Bu sayfayı yazdır

Başbakan'ın "Terörün Nedeni" Tanımlaması ve Türkiye'yi Bekleyen Tehlikeler

Yazan  16 Temmuz 2014

Başbakan'ın Cumhurbaşkanlığı adaylığı kampanyası kapsamında 11 Temmuz 2014 tarihinde açıkladığı vizyon belgesi aslında daha önceleri defalarca söyledikleri icraatlarının bir tekrarı gibiydi. Ama görünen o ki, bu sefer Cumhurbaşkanlığı adaylığı açıklandıktan sonra ortaya çıkan, özellikle de "milletin yanındayım, devletin karşısındayım" söylemi, vizyon belgesindeki Başbakanlık dönemine ait o icraat söylemlerinin hareket noktası olmuş. Ama bunu yaparken, yani milletin yanında olacağını göstermek için devleti kötülemek üzere kullandığı ifadelerde geriye dönük olarak her türlü olumsuzluğun sebebi olarak devleti, yani milli-üniter bir yapıya sahip Türkiye Cumhuriyetini gösterirken, ifade ettiği bir cümleyle de Türkiye'nin son 30 yıldır yürüttüğü PKK terörüyle mücadelesini de adeta boşa çıkarmış, terörle mücadele eden devleti, kurumlarını ve kişilerini zan altında bırakmış, PKK terör örgütünü masum ve haklı bir kimliğe büründürmüştür..

İşte Başbakanın konuşmasında değişime direnen devletin neden olduklarını anlatırken söylediklerinin yer aldığı paragraf:

"....Halkın arzu ettiği bu değişim, bizden önce maalesef hiçbir zaman karşılanmadı. Halkın değişim isteği reddedildi. Görmezden gelindi. Demokrasi isteyenler özgürlük isteyenler, hak isteyenler kimi zaman kanlı şekilde, kimi zaman işkenceyle, zorbalıkla baskıyla sindirildi. 2000’li yıllara geldiğimizde değişim isteği ertelenemez hale gelmişti. Toplumun değişim arzusu devleti ve siyaseti zorlamaya başlamıştı. İşte AK Parti 2001 yılında, toplumun değişim arzusunun tezahürü olarak ortaya çıktı.

Geriye dönüp 91 yıllık tarihimize baktığımızda elbette gurur duyacağımız bir tabloyla karşılaşıyoruz. Gerçekten çok ciddi başarılar elde ettik. 91 yıl içinde her zorluğa da sabrettik. Değişim umudumuzu hep diri tuttuk. Zorbalığın, yasakların, yolsuzlukların ilelebet sürmeyeceğine inandık ve bu inancın umuduyla ayakta kaldık.

1940’lardan itibaren devletin ve kurumların değişime direnmesi çok ağır bedeller ödetti. 91 yıllık cumhuriyet tarihimiz içinde yaşanan olumsuzlukların büyük çoğunluğu sistemin değişime direnmesinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Dersim’de yaşanan acı hadise, halkın hak taleplerine kulak tıkamasının bir eseridir. 1940’lı yıllar boyunca kapatılan camiler, yasaklanan kuran eğitimi, milletin manevi değerlerine duyarsızlık, değişime yönelik direncin eseridir. Hapse atılan yazarlar, sürgüne gönderilen yazar ve sanatçılar, faili meçhuller devletin, yani statükonun değişime direncinin eseridir.

Başörtüsü sorunu statükonun değişime olan direncinin neticesidir. Terör meselesi statükonun değişime olan direncinin, farklı olana tahammülsüzlüğün neticesidir. Sünni kardeşlerimizin, Alevi kardeşlerimizin, Hristiyan ve Musevi vatandaşlarımızın, yazarların sanatçıların düşünürlerin on yıllardır çektiği acı sistemin değişime olan direncinin eseridir. Faili meçhuller, işkence, Diyarbakır, Mamak, Metris Cezaevi statükonun değişime olan direncinin neticesidir. Devlet değişimden korkmuştur, rejim değişimi tehdit olarak görmüştür....."

Başbakan muhtemelen içinde bulunduğumuz seçim döneminde açıkça Atatürk'e yönelik sözlerden kendisine karşı bir olumsuz durum yaratmamak için Atatürk dönemini pas geçer gibi yapmış; ama devletin (ona göre) yaptığı zorbalıkları anlatmak için yine de Dersim olayından başlatmış  -ki Atatürk'ün Dersim olayının içinde olduğunu herkes biliyor. Bu ayrı bir makale-inceleme konusu olup şimdilik bu kısa hatırlatmayla konumuza devam edelim.

Vizyon belgesinde terör konusundaki yaklaşıma bakacak olursak; Başbakanın devletin değişime karşı durmasını anlattığı ifadelerde günlük siyasi ve sosyal olaylar sıralanırken Dersim'den başlayıp bugünkü terör, yani ismen belirtmemiş olsa da PKK olayına kadar gelmiştir. Yukarıdaki paragrafta söylenenleri bir bütün olarak da ele alsanız, cümle cümle de alsanız, Dersim'den PKK'ya gelmesiyle ikisi arasında bir irtibat kurulmuş, hem Dersim olaylarının hem de PKK'nın halkın talepleri doğrultusunda ortaya çıktığı söylenmiştir. Buna göre 30 yıldır 40.000 insanın hayatına mal olan terör meselesi de devletin değişim; yani demokrasi isteyen, özgürlük isteyen, hak isteyen, statükoyu değiştirmek isteyenlere karşı devletin direnmesi olarak tanımlanmış.    

Cumhurbaşkanlığına aday bir Başbakan'ın ağzından çıkan sözler önemlidir, bağlayıcıdır, devletin bekasını, bizzat devletin, kurumlarının ve buralarda çalışan kişilerin yaptıkları görevleri kötüleyecek, zan altına bırakacak ifadeler kullanılırken dikkatli olunmalıdır. Söz ağızdan çıktıktan sonra geri almak mümkün olmadığı gibi gün gelir o sözün esiri olunur. Başbakan'ın terörle ilgili kullandığı ifadeler PKK terör örgütü ile onun yandaşlarının/destekçilerinin/temsilcilerinin 30 yıldır Türkiye'de yaşattıkları terörde haklı oldukları algısı yaratmaktadır. İleride maalesef bunun geri dönülemez sonuçları olacaktır. İşte en tehlikelileri:

Terör yok isyan var, PKK haklı bir isyan yürütmektedir: Başta da belirttiğimiz vizyon belgesi metninde Atatürk dönemine değinilmemeye çalışıldığı için o dönemdeki dış güçlerin güdümündeki Kürt isyanlarından bahsedilmemiş; ama yine de bilinçaltından bir irtibat kurmak için Dersim olayıyla başlanılmıştır. Dersim Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı bir isyandır ama vizyon belgesinde söylendiği gibi halkın haklı taleplerine karşı koyuldu denecek kadar basitçe geçiştirilebilecek, çarpıtılacak bir olay değildir. Bu konuda günlük siyasi çekişmeler ve kaygılar nedeniyle devletin kurumlarının, Meclisinin, hükümetinin o dönemki olaylara ilişkin açıklamalarını, raporlarını, kararlarını görmezden gelerek sadece Kürtçülük temelinde bugün PKK terörünü de haklı göstermeye çalışan grupların yaygaralarını seçim meydanlarında/vizyon belgelerinde esas almak mantıklı, hukuki, meşru, insani, vicdani değildir ve sonuçları vahim olur. Çünkü vizyon belgesi aynı esasları PKK terörüne de uygulanmaktadır. Buna göre yani vizyon belgesine göre, "PKK bir terör örgütü olamayacağı gibi PKK terörüstatükonun değişime olan direncinin, farklı olana tahammülsüzlüğün neticesidir. Burada kastedilen statüko, milli-üniter devlet yapısına sahip Türkiye Cumhuriyeti'dir. PKK yaptığı  terörde haklıdır, aslında PKK terörü aslında demokrasi, özgürlük, hak isteyenlerin bir isyanıdır."  Aslında bütün Kürt isyanları gibi PKK'nın arkasında da dış güçlerin olduğu bugün artık gün gibi açıktır. Bu gerçeğin yanında çok derin inceleme yapmadan bile PKK terör örgütünün Türkiye'nin güneydoğusunu kopararak burada bağımsız Marksist-Leninist bir devlet kurmak üzere çıktığını, bugün kullandıkları popüler kavramlardan (demokrasi, özgürlük, anadil vs) hiçbirinin ogünlerde gündemlerinde olmadığını görmek bile vizyon belgesinin dayandırıldığı anlayışın temelsiz ve yanlış olduğunu göstermektedir.

Ama AKP hükümetleri dönemindeki uygulamalara (Türk kimliği ve milliyetçiliğine yönelik saldırılar, aşındırmalar, yok saymalar ve hatta hakaretler, Türklüğün etnik ayrıcılık yapmanın işareti olduğuna ilişkin suçlamalar, andımızın söylenmesinin yasaklanması, TC'nin tabelalardan kaldırılması vs) baktığımızda Türkiye'nin kuruluş felsefesi ile milli-üniter yapısını ortadan kaldırmaya yönelik bu girişimlerin PKK dayatmaları sonucunda hükümetin gündemine girdiğini gördüğümüze göre, gerçekten de AKP'nin 2008'den sonraki açılım politikalarıyla beraber vizyon belgesindeki anlayışı bir süredir benimsediği ve hayata geçirmeye çalıştığı da anlaşılmaktadır. Bu nedenle vizyon belgesi şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı değildir ancak bu yanlış temele dayalı politika değişikliğin vahim sonuçlarının 2003'ten sonra terörle mücadele eden ve bu konuda direktifler veren AKP hükümetlerini de vurması kaçınılmaz olduğu gibi bu süreçte rol alan bütün devlet kurumları ve kişiler de zan altına ve cezai sorumluluklar altına sokulmaktadır. Çünkü devletin terörle mücadelede haksız olduğunu, halkın haklı taleplerinin kanla, işkenceyle ve zorbalıkla bastırıldığını, devletin en üst makamlarında söylerseniz ve kabul ederseniz artık sözde çözüm süreciyle birlikte devletin muhatabı ya da eşit şartlardaki karşı taraf statüsüne gelen PKK terör örgütünün Türkiye Cumhuriyeti devletini ve terörle mücadelede rol alan kişileri yurtiçi ve dışı mahkemelerce cezalandırılmasına yönelik davaların önünü de açmış olursunuz.

Burada vurgulanması gereken diğer bir husus da, AKP hükümetinin zaten özellikle 2008'den bu yana uyguladığı yöntemlerin (açılım politikaları) terörle mücadele stratejisinden ziyade ABD'nin bizlere terörle mücadele stratejisi diye yutturduğu; ama aslında kendisinin işgal ettiği ülkelerde uyguladığı isyanla/direnişle mücadele (counter-insurgency) stratejisinden başka bir şey değildir. Çünkü bu stratejiye göre örneğin direniş/isyancı örgütlerle sorunu görüşüp müzakere edebilirsiniz. Ama ABD'nin gerçek anlamda terör örgütü olarak kabul ettiği El Kaide'ye karşı uyguladığı gerçek terörle mücadele stratejisinde teröristle görüşme-diyalog-müzakere kesinlikle olmaz, terörist hangi inde ise aranıp bulunur ve imha edilir, terör örgütünün lider kadrosu dünyanın neresinde olursa olsun tespit edildiğinde sorgusuz sualsiz nokta operasyonlarla imha edilir, mahkemelere çıkarılması planlanmaz.  Bu kısacık bilgi bile AKP hükümeti için PKK'nın bir süredir artık bir terör örgütü değil, bir isyan/direniş örgütü olarak kabul edildiğinin en somut açıklamasıdır. Bu haliyle PKK devletin terörle mücadele azmini kırmış siyaseten hükümeti ve devleti sahada da Türk Silahlı Kuvvetlerini yenmiş, galip konuma yükseltilmiştir.

Ayrıca "terör meselesi statükonun değişime olan direncinin, farklı olana tahammülsüzlüğün neticesidir" denirken Kürtlerin farklı oldukları, PKK'nın bu farklı kesimin temsilcisi olduğu, devletin farklılığa tahammül edemediği için PKK'nın sözde isyanını zorla bastırdığı mesajı da verilmek isteniyor -ki 1000 yıldan daha uzun süredir birlikte yaşamış, Atatürk'ün deyişiyle özkardeş olan Türk ile Kürt'ün yani Türk milletinin ayrışmasını kabul etmek anlamına geleceği gibi Türkiye Cumhuriyeti'nin bekası için bir tehdit de oluşturulmaktadır- .

PKK'nın taleplerini tanıma, tazminat, toprak: Bizler bu 3T (Tanıma, Tazminat, Toprak) konusunu sözde Ermeni soykırımı iddiaları çerçevesinde Ermenilerin yürüttüğü stratejiden biliyoruz. Önce iddia edilen sorunda karşı tarafa suç işlediklerini kabul ettirip iddia sahiplerinin haklı olduğunu teyit ettirirsiniz, sonra işlendiği iddia edilen suçlar nedeniyle tazminat ödenmesini sağlarsınız, son olarak da sahip oldukları toprağa hileyle ve suç işleyerek el konduğu, işgal edildiği ileri sürülerek sözde gerçek sahiplerine iade edilmesini istersiniz. 23 Nisan 2014'te Başbakan'ın sözde Ermeni soykırımının yıldönümünden bir gün önce örtülü de olsa 1915 olaylarıyla ilgili olarak Ermenilerden özür dilemesi (öncesinde Dışişleri Bakanının 12 Aralık 2013'te Erivan'da Ermeni tehcirinin doğru ve insani olmadığını da birlikte ele aldığımızda) sözde soykırımı savunanlar açısından önemli bir başarı olduğunu maalesef önümüzdeki aylarda Türkiye Cumhuriyeti olarak daha acı olarak hissedeceğiz.

PKK terör konusuna dönecek olursak, aslında bu vizyon belgesinde terörün nedeni olarak ortaya konan tanım aslında PKK'dan üstü kapalı bir özür anlamına geliyor. Hükümetin basına yansıdığı şekliyle 2006'dan itibaren gizlice, daha sonra Oslo sürecinde, 2013 başından itibaren ise kamuoyuna da açıklandığı şekliyle PKK ile açıkça sözde çözüm süreci adı altında müzakereler yapıyor olmasını son vizyon belgesindeki ifadelerle birlikte değerlendirdiğimizde PKK'nın Ermenilerden daha avantajlı ve önde bir pozisyona geçtiklerini görüyoruz. Çünkü PKK açısından 3T stratejisi basamak basamak değil üçü eş zamanlı gerçekleşiyor gibi gözüküyor. Terörün nedeninin PKK değil devletin yani statükonun değişime direnmesi ve farklılığa tahammül edememesi olarak açıklanmasıyla PKK'nın talepleri, haklılıkları tanınmış oluyor, çözüm süreciyle de artık herkes biliyor ki, güneydoğuda hem psikolojik üstünlük hem de pratikte sahadaki hareket serbestisi terör örgütünün eline geçmiş olmaktadır. Kendi toprakları olarak iddia ettikleri, yani hedefledikleri toprak parçası üzerinde devlet uygulamaları yapabilme olanağına kavuşmuştur. İmralı'da tutuklu liderleri Öcalan'ın da dayattığı soruşturma-izleme-araştırma komisyonlarının kurulması an meselesidir ve bunlar faaliyete geçtiğinde PKK'nın tazminatlar almasının da önü açılmış olacaktır. Bu kapsamdakilerden belki de en acısı devlete ve millete karşı vahşi terör eylemleri düzenleyen teröristlerinin mücadelesinin haklı olduğu gerekçesiyle terör şehidi sayılıp tazminatlar alma girişimleri olacaktır.  

TSK'ya yeni düzmece davalar gelebilir:Sözde çözüm süreci kapsamında PKK'nın kurulması için dayattığı faili meçhullerin araştırılması, hakikatlerin araştırılması vs komisyonları vasıtasıyla Türkiye Cumhuriyetinin PKK terör örgütüyle yaptığı mücadeleyle hesaplaşmasına gidilecektir. Başbakanın ifadesinde yer aldığı üzere madem ki devlet yanlış yapmıştır, madem devlet hak-demokrasi-özgürlük arayanlara zorbalıkla karşı koymuştur, bu yanlışı yapan devlet (kurum ve kişileriyle) hesap verecek, yargılanacak, cezalandırılacaktır. Tabi ki böyle bir hesaplaşmanın merkezine maalesef terörle mücadelenin sahadaki uygulayıcısı olan TSK oturtulacaktır. 2008'den bu yana kurulan kumpas davalarından daha yeni yeni kendini kurtarmaya başlayan TSK'nın özellikle terörle mücadele görev alan personeli yeni sözde dava tezgahlarının içine çekilmesinin önü açılabilecektir. Şimdiki kumpas davalarında ağırlıklı olarak Deniz Kuvvetleri personeli saf dışı bırakılıp terörle mücadelede görev alanlara da olabileceklerin işaretleri verilirken bu sefer ağırlıklı olarak terörle mücadele operasyonlarında yer alan Kara ve Hava Kuvvetleri personelinin (her ne kadar önemli bir bölümü emekli olmuş olsa da) yeni düzmece davalara maruz kalması kaçınılmaz olacaktır. 

Sonuç olarak; Başbakan'ın bir cümlesinden hareketle yapılan yukarıdaki değerlendirmelerin fazla hamasi ve komplo ürünü olmadığını söylemeliyim. Böyle düşünenlere ise önceleri hayal olup son on yılda daha gerçekleşenleri, dünyanın en vahşi terör örgütü olan PKK ile 30 yıl canla başla mücadele edilmişken şimdi eşit taraf statüsünde müzakere masasına oturulduğunu, PKK'nın hamisi Barzani'nin şimdi Hükümetin stratejik ortağı olduğunu hatırlatmak yeterli olacaktır.

Vizyon belgesinde yer bulan "Demokrasi isteyenler özgürlük isteyenler, hak isteyenler kimi zaman kanlı şekilde, kimi zaman işkenceyle, zorbalıkla baskıyla sindirildi...Dersim’de yaşanan acı hadise, halkın hak taleplerine kulak tıkamasının bir eseridir..... Terör meselesi statükonun değişime olan direncinin, farklı olana tahammülsüzlüğün neticesidir." ifadelerinin devam ettiği iddia edilen sözde çözüm süreci ve süreci yasal güvenceye almak üzere geçen hafta TBMM'de kabul edilen yasayla birlikte ele aldığımızda "teröristi kahraman, kahramanı terörist" yapan, terör örgütünü Türkiye Cumhuriyeti'nin muhatabı, aynı masada müzakere eden eşit taraf statüsü veren yaklaşımlarla Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği açısından hem dışarıda hem içeride tehlikeli ve bekasını tehdit eden günlerin yaşanacağını söylemek abartı olmayacaktır. Türkiye'nin PKK terör örgütüne kazandırdığı pozisyonun dış güçlerce de takip edildiğini ve uygun gördüklerinde Türkiye'nin önüne konulacağını da unutmamak gerekir.

Tek bir sözden çıkar diyenlere de Yunus Emre'nin dizelerini hatırlatmak isterim. Yunus'un dediği gibi (Söz ola kese savaşı...) tek bir söz savaşı sona erdirebildiği gibi yeni savaşlar başlatıp insanları yeni ayrılıklara, maceralara, üzüntülere de sürükleyebilir.