< < Arap Baharı ve Suriye’de İç Savaş Derken Aslında Suriye’ye ne oldu/oluyor?
 Bu sayfayı yazdır

Arap Baharı ve Suriye’de İç Savaş Derken Aslında Suriye’ye ne oldu/oluyor?

Yazan  30 Eylül 2013

Eski dünyanın insanlarının “cennet bahçesi” olarak isimlendirdiği Suriye, üç yıla yakın bir zamanda protestolar ile başlayan gösterilerin her türlü insanlık dramının yaşandığı bir iç savaşa dönüşmesiyle uçuruma yuvarlandı. Öyle ki bugün gelinen nokta, uluslar arası araştırma kurumları tarafından soğuk savaş sonrasındaki en büyük felaket olarak nitelendiriliyor.

2013 yılının son çeyreğine girdiğimiz bugünlerde başta Türkiye ve Türk Dış Politikası olmak üzere her devletin belli oranda sorumlu olduğu bu insanlık dramının oluşturduğu sonuçlara kısaca bir göz atıldığında şu sonuçları görmek mümkün.

İnsani Açıdan Bakıldığında Ortaya Çıkan Tablo

Soğuk Savaştan sonraki en büyük yıkımın gerçekleştiği Suriye’de 2.000.000’dan fazla Suriyeli ülkeden kaçmış, 1.000.000’dan fazlası ise evsiz kalmıştır. Sayılamayacak kadar bina kullanım dışı olarak sınıflandırılacak şekilde yıkılmıştır ki, bu yıkıma yol açanlar modern yapı ve tarihi eser ayrımı yapmamışlardır. Kısacası 2000 yıllık bir tarihin önemli parçası yıkılmış ve halen de devam etmektedir.

Ölümler 100.000’in üzerindedir. Artık kesin rakama ulaşmak mümkün değildir. Bunların büyük çoğunluğu sivildir. Bir bu kadar da kolayca iyileşemeyecek yaralara sahip sivil ve her yaş/cins grubuna ait insan olduğu düşünülmektedir, fakat dillendirilememektedir. Ülkeyi belki de bir daha dönmemek/ dönememek üzere milyonlar terk etmek zorunda kalmıştır. Aileler parçalanmıştır. Birçoğunun akrabaları kaybolmuştur.

Sağlık hizmeti tamamen çökmüştür. Hastanelerin %37’si yıkılmış, geriye kalanlardan da %20’si hizmet dışıdır. Sağlık hizmetleri hastanelerin emniyetsizliği nedeniyle küçük dispanserlerde yürütülmeye çalışılmaktadır. Buralar müdahale edilemeyen yaralılarla doludur. Hem ehliyetli sağlık görevlilerinin yetersiz olması, hem de sağlık malzemelerinin yokluğu gibi sebeplerle yaralılara müdahale etmek mümkün olmamaktadır.

Basit anlamda 1000’in üzerinde sağlık görevlisi hapishanededir. Savaş öncesinde sadece Halep’te 5.000 doktor görev yapmaktayken şimdiki sayıları sadece 36’dır. Hastane ve dispanserler yaralılara müdahale edebilecek donanıma sahip değildir ki buralarda kadın ve çocuklar çoğunluktadır. Hepsi de Suriyelidir. Müdahale etmek gerektiğinde küçük büyük her türlü ameliyat, anestezi malzemeleri olmaması nedeniyle uyuşturulmadan yapılmakta ve insanlar çok büyük acılara katlanmak zorunda kalmaktadır.

Sağlıksız ortam, hijyen eksikliği, ilaç bulunamaması gibi sebeplerle Suriye genelinde şimdiden salgın hastalıklar baş göstermiştir. Hepatit, kızamık, tifo, ishal vb….. Ayrıca kanser ve diyabet hastaları ilaç olmaması nedeniyle ölüme terk edilmiş durumdadır.

Bütün bunlara rağmen devlet güçleri olsun, muhalif gruplar olsun birbirleri ile savaşan bütün gruplar hedef gözetmeksizin hastanelere, dispanserlere, ilaç depolarına, sağlık görevlilerine ve ambulanslara saldırmaya devam etmektedir.

Uluslar arası konjonktür bakımından durum diğeri gibi hiç de iç açıcı değildir. Öncelikle çok boyutu vardır. Bunlardan birincisi BM’de karar alınamaması ile ilgilidir. BM Güvenlik konseyinde RF ve ABD sadece Suriye’de bulunan kitle imha ve kimyasal silahlarının yok edilmesi ve bunun karşılığında sivil zayiatın fazla olacağı nedeniyle bombardıman yapılmaması üzerine anlaşmışlardır. Bu konu üzerine tartışma sürerken üçüncü ülkelerden silahların arındırılmasının sadece Suriye ile sınırlı kalmaması, kapsamına bütün Orta Doğu’nun özellikle İsrail’in ve onun elindeki nükleer silahların da dâhil edilmesi teklifleri gelmiş fakat bu talepler dikkate alınmamıştır.

Batı ve ABD Bakış Açıları

Hatırlanacağı üzere 1990 sonrasında Balkanlar’da Sırplar tarafından Müslüman Boşnaklara yönelik başlatılan katliamlar esnasında yine direk müdahaleyi gerektiren BM kararı çıkmamış fakat ABD tek taraflı ve NATO ülkelerinin desteği ile BM kararına gerek duymadan Balkanlar’da havadan ve karadan operasyonlar icra etmiştir. Fakat aradan geçen 20 yıla yakın bir süre sonrasında ABD’den bu tür bir harekât beklemek mümkün değildir. Bunun belirgin olarak iki sebebi vardır. Birincisi ABD, Balkanlardan sonra geçen süre zarfında Afganistan, Irak ve Afrika’da askeri harekâtlar yapmaya devam etmiş, gücüne rağmen istediği sonuçları elde edememiş, aksine kendisini bataklığa saplanmış olarak bulmuştur. Bunun doğru bir tespit olduğunu kanıtlamak kolaydır. 2001 yılında El Kaide tarafından gerçekleştirilen terör saldırılarının ardından ABD Savunma Bakanı tarafından “bu uzun soluklu bir savaş olacaktır ve her ülke üzerine düşen görevi ABD’ye yardım ederek yapacaktır” gibi büyük laflar etmiştir. 2006 yılına geldiğinde ise Afganistan’da istenilen sonuçlar alınamaması üzerine dönemin üst seviye ABD görevlileri tarafından “Taliban ile masaya oturmak ve bazı konularda anlaşma zemini oluşturmak” gibi düşünceler dillendirilmeye başlanmış, 2009’dan sonra ABD ciddi olarak Afganistan ve Irak’taki askeri varlığını azaltma yolunu aramaya başlamıştır. İkincisi ise NATO ülkelerini tutum değişikliğindedir. NATO ülkeleri koşulsuz bir şekilde ABD çıkarlarına hizmet edercesine Balkanlarda, ardından da Afganistan’da ve Irak’ta ABD’nin yanında aktif olarak yer almışlardır. Fakat bu çabalar sonuçsuz kalmış ve NATO’nun Avrupalı üyeleri; Taliban, El Kaide gibi radikal terör örgütleri tarafından hedef ülkeler haline gelmiş, zaten ekonomik olarak darboğazda olan bu devletlerin eskisine oranla çok daha fazla mali kaynaklarını ülke güvenliğine ayırmalarına neden olmuştur. NATO’nun 2010 yılı toplantısında bu konu gündeme getirilmiş ve NATO üyeleri, bundan sonra ABD ile NATO’nun endirekt ilgi alanındaki olaylara müdahale etmek istemediklerini, bu müdahaleler sonucunda kendi ülkelerinin hedef konumuna geldiğini açık bir şekilde beyan etmişlerdir. Bu beyanlar da NATO’nun yeni dönem savunma konseptini şekillendirmiştir. Yeni konsept, NATO’nun sadece üye ülkelere yönelik tehditlere karşı hareket etmesine dönüşmüştür. Dolayısıyla bu sebeplerden dolayı ABD’den Suriye’ye yönelik direk askeri müdahale beklemek bir hayalden öteye gitmeyecektir.

Tartışmaların diğer ayağında ise RF ile Çin vardır. Her ikisi de bu gelişmelerin en karlı çıkan ülkeleri olmuştur. Onların dış politikası daha gerçekçi görünmektedir. Çünkü kendilerine muhatap olarak kabile kimliklerini ve mezhep gruplarını almamışlar, direk olarak devlet yönetimi ile bu soruna eğilmişlerdir. Her ne kadar bu yaklaşımın Suriye’deki iç savaşın tırmanmasına katkı sağladığı düşünülse de içinde Türkiye’nin de bulunduğu Batı ittifakının Suriye muhaliflerinin yanında yer alması seçeneğinin yarattığı kaotik ortamdan daha farklı değildir. Sonuçta burada kazanan RF, Çin ve Suriye devlet yönetimi yani Başar Esad olmuştur. Aslında bundan sonra ne olur gibi sorular yöneltmeye ve bunlara cevap aramaya gerek de yoktur. Çünkü son dönem gelişmeleri Suriye’de maceranın nasıl biteceğini işaret etmektedir. Yani sular dinmeyecek. Çünkü bu karışık ortam Kürtlere, El Nusra cephesi aracılığıyla Irak yönetimine, İran’a, Hizbullah’a çok büyük faydalar sağlamaktadır, tıpkı Afganistan’da olduğu gibi… Batı ve ABD çıkarlarına fayda sağlamayan bir kaos ortamının devam etmesi RF ve Çin açısından da faydalıdır. Çünkü illegalite devam ettikçe onlar için her türlü gelişmeye müdahale etme şansı, her grupla görüşme imkânı doğmuş demektir.

Şii Dünyası ve İran’ın Tutumu

Kriz ortamının diğer bakış açısını da İran oluşturmaktadır. İran için Esad rejiminin devam etmesi çok önemlidir. Çünkü çoğunluğu Sünni olan bir İslam dünyasında İran, Şii toplumu için varoluş ve üstünlük mücadelesi vermektedir. İran, bir ucu Afganistan’dan başlayan ve diğer ucu Gazze’de sona eren “Şii Hilali”nin ortasındadır ve yöneticisi, destekleyicisi ve planlayıcısıdır. En büyük mücadele alanı da Hizbullah vasıtası ile Gazze üzerinden İsrail’dir. Bu mücadelede sürekli olarak personel, silah ve bilgi yolu kesilmek istenmiştir. Önce Irak’ta sonra da Suriye’de…

Suriye, İran Hizbullah’ının İsrail ile mücadele etmesindeki en önemli yapıdır. Çünkü Suriye desteği ile Lübnan (aslında eski Suriye) üzerinden Gazze’ye sızmak çok kolay ve avantajlıdır. Dolayısı ile uluslararası toplumda gerilim ne kadar artarsa artsın İran, Esad’ı desteklemekten ödün vermeyecektir. Kaldı ki, son dönemde İran, nükleer gücünü indirgeme konusunda ABD ile işbirliği yapabileceğine dair sinyaller vermektedir. Bu girişimin arka planını iyi okumak gerekmektedir. Gerçekten de İran, uluslar arası oyunu Türkiye’den hem daha iyi hem de daha üst seviyede oynama kabiliyetine sahiptir. En azından her dönemde dış politika tutumundan ödün vermemekte ve Türk dış politikası gibi gelen rüzgâra göre çark etmemektedir. İran bu iyi niyetli girişime yanaşması, bir anlaşma zemini oluşmasına neden olacaktır. İki açıdan önemlidir. Birincisi kendi üzerinde yoğunlaşan baskıları azaltacaktır. İkincisi ise gündemi değiştirecek ve Esad’a zaman kazandıracak ve bu girişim ile bölgesel aktivitelerini perdeleyecektir. Diğer taraftan da İran bu girişim ile uzun zamandır kendisine tehdit teşkil eden İsrail’i sahip olduğu nükleer ve kitle imha silahları ile masaya yatırabilecek, uluslar arası ortamda gündeme bir tehdit göstergesi olarak çıkarabilecektir. Bu günümüzdeki en iyi satranç oyunu gibi görünmektedir.

Türk Dış Politikası Bakış Açısı

Ne yazık ki, son gelişmeler, Türkiye’nin dış politikasının iflas ettiğini göstermektedir. Türkiye, bütün bölgesel güç merkezlerinin Suriye’deki gelişmelere göre konumlarını yeniden belirleme aşamasındayken iç politika üzerinde oyalanmış, PKK’nın oyalama taktiklerine kanmış, demokratik açılım gibi sonuçsuz kalan projelerin içinde boğulmuştur. Suriye konusunda şartlar değişim gösterirken yeni duruma ayak uyduramamış ve Esad ile savaşan muhalif unsurlar kendi aralarında bölündüğü halde hala muhaliflerin Esad rejimini devirme politikasını yani hayal bir politikayı yürütmeye çalışmıştır. Günümüzde ise bu politikanın karşılığı boşta kalmıştır. Türkiye dış politika konusunda tıkanmış ve kendisine yeni bir yol haritası çizememiştir. Kimyasal silah kullanılmasına ve yüzlerce insanın ölmesine rağmen (işin ilginç tarafı bu silahlar kimin tarafından kullanıldığı da netlik kazanmamıştır.) ABD’nin askeri harekât seçeneğini rafa kaldırması, RF’nun BM’de baskın çıkması, İran görüşmeleri gibi gelişmeler Suriye’nin kaderi üzerinde önemli rolü olmasına rağmen, direk olarak 1000 Km. ye yakın bir sınıra sahip olan Türkiye, hala başlangıç politikaları üzerinden kendisine bir yol çizmeye çalışmaktadır. Aslında yol da çizememektedir. Tıkanmış haldedir. Hâlbuki en fazla açılım yapması gereken ülke Türkiye olmalıdır, çünkü sonuçta ortaya çıkacak yeni konjonktürden en fazla etkilenecek olan ülkedir.

O halde ne yapmak gerekmektedir. Öncelikle çevre ülkelerle kopuk ve farklı çizgilerdeki ilişkiler düzenlenmelidir. Bu da güncel bakış açılarını okuyabilecek yeni bir dış politika çalışma grubuna ihtiyaç göstermektedir. Çünkü mevcut ekip tükenmiş ve gelişmeleri ve seyrini değerlendiremeyecek durumdadır. Suriye konusunda Türkiye’ye ve dış politikasına fayda sağlayacak iki ülke vardır. Bunlardan ilki İran’dır. Yeni yönetimin bakış açısı Orta Doğu’nun yeniden şekillenmesine yardım edecek tarzdadır. Bu nedenle İran günümüzde ortak hareket edilmesi gereken özelliktedir. İkinci ülke ise Suriye’dir. Uzun sınır, tarihi ilişkiler, akrabalık bağları, sığınmacıların korunması, iki ülkenin arasındaki sorunları çözmeye yardım edebilecek niteliktedir. Fakat mevcut Esad karşıtı tutumun önce yumuşatılması, sonra da Esad yönetimi ile bazı alanlarda görüşmeler yapılarak mevcut kaos ortamının dağılması sağlanmalıdır. Özellikle Türkiye dış politika algılamasını mezhep, kabile kimlikleri gibi kaygan zeminlerden uzaklaştırarak devlet yönetimi boyutuna taşımalıdır. Unutulmamalıdır ki, uluslar arası toplumda halen Suriye’de savaşan karşıt gruplar tanınmamakta bir güç olarak tanımlanmamaktadır. Fakat bu görüşmeler kapalı kapılar ardında yapılmamalıdır. Kapalı kapılar ardında yapılan her türlü görüşme devletlerarasında mevcut olan uçurumun kapanmasından ziyade daha da açılmasına hizmet etmektedir.      

 

(1)   “Urgence Humanitaire en Syrie”, Le Monde Diplomatique, 17 Septembre 2013

(2)   http://www.thelancet.com/journals/lancet/article/PIIS0140-6736(13)61938-8/fulltext

(3)   Alain Gresh, “Syrie, Déplorable Veillée D’Armes”, Le Monde Diplomatiqu, 3 Septembre 2013.

(4)   Alain Gresh, “Pourqoi le Hezbollah Participe-t-il aux Combat en Srie?”, Le Monde Diplomatique, 25 Mars 2013.

(5)   Karim Emile Bitar, “Guerre Par Procuration en Syrie”, Le Monde Diplomatique, Juin 2013

(6)   “Changer de Pays, Changer DHistoire, Le Monde Diplomatique, Septembre 2013