Son Milli Kahraman: Rauf Denktaş

Yazan  13 Ocak 2014
Başta Kıbrıs Türkü ve Balkan Türklerinin Türk varlığının vazgeçilmezliğini Anadolu’dakilerden daha fazla önemsemelerinin sebebi, devletsiz, bayraksız, ezansız kalışın acısını yaşamış olmalarıdır.

Yakındoğu Üniversitesi Hastanesi’nin yoğun bakım servisinde tedavi gören KKTC'nin Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Raif Denktaş, 13 Ocak 2012’de Hak'kın rahmetine kavuştu…

Denktaş, Kıbrıs denilince rahmetli Dr. Fazıl Küçük’le birlikte akla ilk gelen isimdi. Kıbrıs Türkleri Dr. Fazıl Küçük’ün anısını yad etmeye hazırlanırken Denktaş’ın ölüm haberi geldi. Yine bir Ocak günü, 15 Ocak 1984’de hayatını kaybeden Dr. Fazıl Küçük, İngiliz Sömürge Hükümeti’ne karşı Türk okulları ile Evkaf İdaresi'nin Türk halkına devredilmesi için mücadele etmiş; 1943'te Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu’nu (KATAK), 1944’de ana hedefi Enosis’i önlemek olan ve 1949’da KATAK ile birleşerek Milli Türk Birliği Partisi’ne dönüşen Kıbrıs Milli Türk Halk Partisi'ni (KMTHP) kurmuştu. 1955’de partinin ismi kongre kararı ile "Kıbrıs Türktür Partisi" olarak değiştirildi. 27 Kasım 1948’de Kıbrıs Türklerinin Evkaf İdaresi'nin Türk halkına devredilmesini sağlamak amacıyla düzenlediği ilk mitingle Türklerin var oluş mücadelesi, kim bilir kaçıncı turunun kaçıncı dönemecine, Dr. Fazıl Küçük, Faiz Kaymak ve Rauf Raif Denktaş’la birlikte yeniden başladı. Küçük 42, Denktaş 24 yaşındaydı. Bir kahramanın bıraktığı yerden diğer kahraman sürdürdü mücadeleyi, sancak hiçbir zaman yere düşürülmedi. Küçük, Volkan’ın mimarı oldu; Denktaş Türk Mukavemet Teşkilatı’nın. Her bir adım diğerinin adımını sağladı, mücadeleyi ileriye taşıdı.

Kıbrıs'ta Başpiskopos Makarios ve Yunan gerilla harbi uzmanı Albay Grivas’ın adayı Yunanistan'a bağlamak için (Enosis) kurduğu EOKA terör örgütü, 1 Nisan 1955'te tedhiş faaliyetlerine geçerek Türk köylerini yakıp yıkmaya ve  Türklere saldırmaya başlayınca Türk halkının savunmasını yapmak üzere çeşitli mukavemet grupları oluşturulmuştu. Ancak güçlü bir askeri yapıya ve büyük bir kine sahip EOKA’ya karşı dağınık, küçük ve sivillerden oluşan Türk mukavemet grupları yetersiz kalıyordu. 27 Temmuz 1957'de Türkiye Kıbrıs Büyükelçiliği görevlisi idari ateşe Mustafa Kemal Tanrısevdi'nin evinde, Rauf Denktaş, Burhan Nalbantoğlu ve Mustafa Kemal Tanrısevdi tarafından planı yapılan Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT) kuruluşu 15 Kasım 1957’deki bildiri ile ilan edildi. Denktaş, “Toros” kod adıyla bir numaralı TMT mücahidi olarak kaydedilirken, TMT Fazıl Küçük'ün kurduğu Volkan ve Ağrı gibi tüm diğer mukavemet gruplarını bir araya getiren, tüm adaya yayılan ve her Türk köyünü korumaya geçen teşkilat oldu. İlk TMT lideri olarak Rıza Vuruşkan (Ali Conan) atandı ve 5000 gençten oluşan silahlı gücün eğitimine başlandı. Türklerin Kıbrıs’taki Türk varlığını koruma adına sürdürdükleri mücadelenin en önemli dönüm noktalarından birini Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kuruluşu oluşturmuştur. Çünkü Türkiye’nin ikna edilerek Kıbrıs Türkü’ne siyasetiyle sahip çıkmasına ve askeri ile güvenlik oluşturarak barışı sağlamasına dek geçen 16 yılda Kıbrıs Türkü kendini bu teşkilatla savundu.

Kıbrıs Türkü’nün kaderinin ikinci dönüm noktası, 20 Temmuz 1974’deki Türkiye’nin Mutlu Barış Harekatı; üçüncü dönüm noktası ise 15 Kasım 1983’de bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanıydı. Mutlu Barış Harekatı’na dek 11 Şubat 1958'de Zürih Anlaşması ve 19 Şubat 1959'da da Londra Anlaşması imzalanmış, 1960’da iki toplumun eşit kurucu ortaklığıyla Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuş, 1963’de Makarios 1960 Anayasasını ilga ederek Türkleri devletten dışlamış, 20 Aralık 1963’de Kanlı Noel’le Türk soykırımı yeniden ve daha örgütlü şekilde başlatılmış, 15 Temmuz 1974’de Yunanistan’ın Enosis için yaptığı darbeyi ve ardından Türk köylerini kuşatmasını 20 Temmuz 1974 Barış Harekatı izlemişti. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanı Denktaş tarafından yapılıncaya dek de 1967’de Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi, 1971’de Kıbrıs Türk Yönetimi, 1974’de Otonom Kıbrıs Türk Yönetimi. 13 Şubat 1975’de Türk Federe Devleti kurulmuştu. 1974 Barış Harekatı’na dek geçen sürede ise Rumların amansız Türk kıyımı, Türklerin de bir yandan yokluğa karşı bir yandan da varlığını korumak için verdiği mücadelesi durmaksızın sürmüştü.

Mirası: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti

Denktaş (Kıbrıs Türkü) sadece Ada’da değil, Türkiye’de büyük mücadele vermişti. Türkiye, geçtiğimiz yüzyılın başında artık üzerinde söz hakkı kalmayacak şekilde kaybettiğine inandığı Kıbrıs ve Kıbrıs Türkü için açık bir siyaset belirlemek konusunda çekingen davranıyordu. Denktaş ise etkili adımlar atılmazsa Kıbrıs’ın tıpkı Girit gibi Türksüzleşeceğine ve yine Girit gibi bir zamanlar Türk adası olduğunun unutulacağını düşünüyordu. 1950’lerde Faiz Kaymak’ın  başlattığı Türk varlığı için Türkiye’nin ikna edilmesi turlarını, Dr. Fazıl Küçük ve Denktaş sürdürdü. Türkiye’nin 1959-1960 Londra ve Zürih Anlaşmaları’yla Garantörlük Hakkı’nı kazanması ve bu hakkın gerektiğinde gerçekten kullanılabilmesi için Ada’ya belirli sayıda Türk askerinin getirilmesi Denktaş’ın Türkiye’yi, Türkiye’nin diğer tarafları ikna etmesiyle gerçekleşti. 16 Ağustos 1960’da 650 kişilik Türk Alayı Magosa Limanı’nda coşkuyla karşılanırken 12 Temmuz 1878’de Osmanlı askerinin gözyaşlarıyla uğurlanışı hatırlanıyordu. Rauf Denktaş da İngilizlerin Türk bayrağını gönderden indirip yerine İngiliz bayrağı çekişini izleyen dedesi Mehmet Efendi’nin Osmanlı için “Gittiler ama yine gelecekler… Ben göremeyeceğim ama sen göreceksin…”[1] sözlerini anımsıyordu. İşte, başta Kıbrıs Türkü ve Balkan Türkü olmak üzere Anadolu dışında kalmışların Anadolu’daki Türk varlığının önemini ve vazgeçilmezliğini Anadolu’dakilerden daha iyi anlamalarının ve önemsemesinin sebebi aslında budur. Devletsiz, bayraksız, ezansız kalışın acısını yaşamak, Türk varlığının ve devletinin önemini kültürel kodlarına işlemiştir. Denktaş’a “Mr. No” lakabının takılmasının sebebi de budur. Türk askerinin bir kez daha gidişini, Türklüğü yok etmek isteyenlerin yeniden atağa geçmesi ile eşdeğer algılamaktadır ve her Türk askerinde Atatürk’ü görmektedir.

Anadolu’da ya da genel anlamda devletin merkezinde yaşayanların, siyasi liderlerinin kendileri için en doğrusuna karar vereceğine inanmalarından gelen teslimiyetiyle oluşan itaat kültürü ile isyancı görülme endişesi birleşince ve buna yavaş yavaş ısınan kazanın içinde olmaları nedeniyle kaynamaya gidişin farkına varamamaları eklenince bir sessizlik, kadere rıza söz konusu olmaktadır. Balkan Türklerinin, Kıbrıs Türklerinin yeri geldiğinde otoriteye rağmen direnişe geçmeleri de yine kaybı önce onların yaşamalarından ve merkezi de merkeze rağmen kurtarmak istemelerinden olsa gerek. Denktaş da tıpkı Atatürk gibi Türk’e, kendine biçilmiş, dışarıdan öngörülmüş kaderi mücadele ile değiştirebileceğini göstermiş ve ispatlamış bir liderdir. Denktaş’ın en temel doğrusu: “Türkiye için doğru olan Kıbrıs için de doğrudur” idi. Ama inatçıydı ve Türkiye’yi Türkiye için doğru olduğuna inandığı adımlar için ikna etmeye çalışmaktan vazgeçmedi. “Denktaş”, “Kıbrıs Türkü” demektir ve aynı direniş Kıbrıs Türk’ünde de olduğu için Denktaş mücadelesini başarıya ulaştırmıştır. Giderken ardında bağımsız bir Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, güçlü bir Türk varlığı ve 50 yıllık müzakerelerden de zekası ve ikna kabiliyetiyle Türk lehine çok önemli kriterleri müzakere zemini olarak bırakmıştır. Denktaş’ı farklı kılan da önüne konulan metinlerde kurulan oyunları görüp, müzakereyi zedelemeden karşı oyununu başarıyla kurabilen dehası ve suyun yönünü değiştirebilecek ikna kabiliyetiyle Türklük lehine yeniden yoğurduğu metinleri karşı tarafa ve BM’ye kabul ettirebilmesiydi. Denktaş’ın çabaları Türklüğün Kıbrıs’ta yok edilişinin önüne geçerken Türkiye’ye de “Kıbrıs’ın hiçbir stratejik önemi yoktur” diyenlerin de bugün Doğu Akdeniz’de yaşanan krizle anladığı, Türkiye’nin Akdeniz’e çıkışını engelleyebilecek oyunlara karşı bir karşı-oyun bırakmıştır. Ne var ki bunu çoğu zaman Türkiye’ye rağmen yapabilmiştir. Mesele cesareti aşıp, farklı bir rota çizilmesine dönünce de Türkiye’nin önünde durmamış, geri çekilmiştir.

Vasiyeti: Akritas Planı

Denktaş, vefatından hemen önce gerçekleştirdiği bir röportajda[2]En büyük kırgınlığımgörüşmelerde atmış olduğum adımların Türkiye ile birlikte atıldığını bilen kıdemli büyükelçi dostlarımın bile hâlâ Rum-Yunan siyasetinin Kıbrıs’a sahip çıkma siyasetini görmezlikten gelerek, ‘Denktaş şöyle yapsaydı, şöyle deseydi uzlaşma fırsatı kaçırılmazdı’ noktasında diretmeleridir.” diyordu. Denktaş, kendisini uzlaşmazlıkla suçlayanların Türkiye’den özellikle tüm gelişmelere ve sürece vâkıf isimlerden gelmesini yaralayıcı buluyordu. Daha önemlisi ise bunun sebebinin Rum-Yunan siyasetinin görmezden gelinmesi olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle vasiyeti, Akritas Planı’nın okunması oldu. “1960-1963 olayları zincirini değerlendiremeyenlerin 1963 sonrasını tanımlamaları olanaksızdır. Bu savaş Kırmızı-Beyaz bayrağın adada kalması veya Mavi-Beyaz bayrağın adanın tümünde dalgalanması savaşıydı. Akritas Planı’nı bilenler, gelecekte her dönemin tehlikelerle dolu olduğunu da bilmektedirler.” sözleri, Enosis amacıyla başlatılan savaşın devam ettiğini ifade etmektedir.

Denktaş haklıdır çünkü Akritas Planı hala yürürlüktedir. Denktaş’ın haklılığı, sadece Makarios’un Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmasından sonra tüm devlet ve kamu görevlerine EOKA’cı katilleri getirmesiyle ya da  5 Ocak 1962’de Lefkoşa’da yaptığı konuşmasındaki “Kıbrıs Rum halkının mücadelesi sürecektir. Zürih ve Londra anlaşmaları bu mücadelenin seyrinde bir dönüm noktasıdır. Aynı zamanda elde edilenlerin değerlendirilerek daha büyük zaferler için bir başlangıç noktası ve bir kale burcu teşkil edecektir” sözleri ya da 15 Ağustos 1962’de Cikko Manastırı’ndaki ayinde sarf ettiği “EOKA kahramanlarının başlattığı işi bitirmek için Kıbrıs Rumları yürümeye devam etmelidir. Esas hedefimize varıncaya kadar devam edecektir.” sözleri veya 19 Mart 1963’de “Kıbrıs mücadelesinin hedefi bir cumhuriyetin kurulması değildi. Kıbrıs Rumlarının ENOSİS arzularına bir cumhuriyet kurmakla son verilemez.” demesi ya da 1963’de soykırımı başlatmasıyla anlaşılmamıştır. Aynı zamanda 2005’in Papadopulos tarafından EOKA yılı ilan edilmesiyle; 2008’de iktidara geçen (EOKA’nın hedeflerinden biri olan) Hristofyas döneminde de her 1 Nisan’ın "1955-59 EOKA ulusal kurtuluş mücadelesinin başlama" (tedhiş hareketlerine başlama) yıldönümü olarak kutlanmasıyla da anlaşılmıştır. Rum Meclis Başkanı Karoyan’ın “Kıbrıs Helenizmi mücadeleye devam edecek” sözleri, EDEK Onursal Başkanı Lissaridis’in “Rum halkı, siyasi lideri Makarios, askeri lideri de Grivas olan EOKA ile yeniden dirilmiştir” söylemi, Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu II. Hrisostomos’un “Halkın 1955-59 mücadelesinin mantığı içerisinde yıkanması” ve mücadeleye devam edilmesi çağrısı da Denktaş’ın haklılığını ortaya koymaktadır. Akritas Planı önemlidir çünkü hala yaşamaktadır.

Akritas Planı önemlidir çünkü devlet eliyle oluşturulmuştur. Makarios’un kurduğu teşkilatın sorumluları 7 Şubat 1967 tarihli “PATRİS” gazetesinde açıklanmıştı. Bu açıklamaya göre Rum halkını silahlayanlar şunlardır: İçişleri Bakanı Polikarpos Yorgacis (Başkan), Çalışma Bakanı Thasos Papadopullos (Başkanvekili), Milletvekili Nikos Koççis (Kurmay), Temsilciler Meclisi Başkanı Glafkos Kleridis (Kurmay Daireleri Müdürü), Polis Komutanı Nikos Yuannu (Lefkoşa Bölge Başkanı),  Yüksek Rütbeli), Petros Kondopirgu (Yardımcı), Kıbrıs Ordusu Yüzbaşısı Thasos Marku (Yedekler Komutanı), Spiros Nikolau (Lefkoşa Şehir Komutanı), A. Angeldis (Lefkoşa Kaza Komutanı).

Akritas Planı önemlidir çünkü planın amacı, “Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmak” olarak belirlenmiştir. Esasen sadece bu bile Kıbrıs Türküne dönük izolasyonların haksızlığını ve ayrılıkçı olmakla suçlayan BM Güvenlik Konseyi kararlarının yanlışlığını ispatlamaktadır. Kıbrıs Türkünün yıllarca müzakere masasında uzlaşmak üzere Türkleri yok etmeyi planlayan Akritas Planı’nın baş aktörleri ile  baş başa bırakılması da adaletsizliğin en açık yüzüdür. Nitekim soykırım planlayıcısı olan gerek Klerides gerekse Papadopulos’un devlet başkanı olmaları sebebiyle gittikleri her yerde kırmızı halılarla karşılanması da soykırımdan yargılanan Sırp Kasabı Miloşeviç’in nerede yanlış yaptığını düşündürmektedir.

Akritas Planı önemlidir çünkü uygulanmıştır. Ada’da yaşanan tüm gelişmeler adım adım bu planda yer almaktadır. Planda dış cephe için izlenecek harekât hattı, “Anayasanın olumsuz maddelerini tadil etmek ve bunun sonunda “Garanti ve İttifak anlaşmalarını” de facto olarak ortadan kaldırmak” maddesiyle başlamakta ve bundaki muradın Garantör devletlerin müdahele etme ihtimalini ortadan kaldırmak olduğu ifade edilmektedir. Planın iç cephe için öngördüğü harekât hattı ise “Türkler şiddetli reaksiyon göstererek olaylar ve çatışmalar yaratabilirler veya çarpışmalar yaratarak Rumların kendilerine hücum ettiği ve bu yüzden can ve mal emniyetleri için müdahalenin kaçınılmaz olduğu intibaını yaratmaya çalışabilirler” gerekçesi ile (Garanti ve İttifak Anlaşmalarını geçersiz kıldıktan sonra olmak şartıyla) Türklere ani hücum şeklindedir. Planın iç cephe hârekatını düzenleyen bölümün “Uygulanacak Yöntem” kısmı şöyledir:

4/a m.:  “Türklerin içten gelen bir direnmesine karşı bizim karşı hücumumuz ani olmazsa Rumlar arasında -özellikle kasabalarda- panik yaratılması tehlikesi vardır. O zaman geniş ve çok önemli bölgeleri Türklere kaptırmak tehlikesi de doğacaktır. Halbuki Türklere ‘hücum gücümüzü’ ani olarak ve etkili bir şekilde gösterebilirsek kendilerine gelecek ve hareketleri önemsiz, tecrid edilmiş olaylara insihar edecektir.” 

4/b m.: “Türklerin planlı veya plânsız herhangi hücumu karşısında -bu hücum bir gösteri olsun veya olması- hemen harekete geçmek ve şiddet kullanarak böyle bir hücumu en kısa bir zamanda bastırmak zorundayız. Çünkü durumu bir iki gün içinde tam olarak kontrol edebilirsek dış müdahale mümkün olmayacağı gibi haklı da görülmeyecektir.”

4/c m.: “Herhangi bir Türk teşebbüsünün kuvvet kullanarak katı olarak bastırılması bizim sonradan girişeceğimiz ve anayasada yeni tadilata matuf hareketlerimizi kolaylaştıracak ve aynı zamanda tatbikatta bir Türk reaksiyonunu önleyecektir. Çünkü Türkler, gösterecekleri herhangi bir reaksiyonun toplumları için ciddi sonuçlar doğurabileceğini kavramış olacaklardır.”

4/d m.: Çatışmaların yayılıp büyümesi halinde plandaki (a) ve (d) safhalarını uygulamaya ve ENOSİS’i derhal ilan etmeye hazır olmalıyız. Çünkü o zaman diplomatik faaliyete ihtiyaç kalmamış olacaktır.

Anlaşılmaktadır ki planda “azınlık” oldukları vurgulanan Türkler sadece gösteri için toplanacak olsa dahi ani bir hücuma geçilmesi ve Türklerin sonrasındaki muhtemel direnişini de kırmak için katı ve iki günde tamamlanacak bir şiddet sergilenmesi planlanmıştır. En dikkat çekici olanı, planın yürürlüğe sokulmasındaki önceliğin Garanti ve İttifak Anlaşması’nın geçersizliğinin sağlanmasına verilmiş olmasıdır. İşte Annan Planı’nı Rum tarafının kendi tezleri ile neredeyse birebir örtüşmesine rağmen kabul etmemelerinin arkasında yatan da budur.

Akritas’tan Annan Planı’na; Makarios’tan Hristofyas’a

50 yıl önce başlayan müzakerelerin bugün hala sürmesinin ve 22 Ocak 2012’deki NewYork Zirvesi’nin de umutsuz olmasının nedeni Rum Yönetimi’nin öncelikli nitelemesiyle öne sürdüğü şu talepleridir:

1- Türk askeri çekilmeli,

2- Rumlar kuzeydeki evlerine ve taşınmaz mallarına geri dönmeli,

3- Türkiye'den gelen göçmeler geri gitmeli.

Çünkü bu taleplerin arkasına gizlenen başka talepler bulunmaktadır. Aslında Rumların ne istediği, sekiz yıl öncesine bakıldığında açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim 24 Nisan 2004 referandumunda, Rumlar da çoğunlukla “evet” demiş olsalardı bugün iki bölgeli, iki toplumlu, federasyona dayalı Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sekizinci yılı da kutlanacaktı. Kabaca belirtmek gerekirse Maraş, Güzelyurt, Türklere ait toprakların 682.56 kilometrekaresi Rumlara verilmiş, Rumlar kuzeydeki taşınmazlarına dönmüş, yerleşiklerin 45.000’i geri dönmüş, 40 bin Türk askerinin 34 bini daha Ekim 2006’da çekilmiş ve askersizleşme süreci sürüyor olacaktı. Hatta plana göre Türk askerinin Ada'daki varlığının devamına gerek olup olmadığına dair üç yılda bir gerçekleştirilecek toplantının üçüncüsü de önümüzdeki yıl yapılacaktı, tabi ilk toplantıda “gereksizliğine” ilişkin bir karar alınmadıysa… Ne var ki, Rumlar AKEL’in de desteklediği bir çoğunlukla referandumda “hayır” diyerek gerçekte istediklerinin, gündeme getirdiklerinden ibaret olmadığını gösterdiler.

Nitekim bugün de “Annan Planı” çerçevesinde bir çözüm istemediklerini beyan eden Hristofyas, “Latinler ve Maruniler’e verilenden daha fazla hakkın Türklere verilmesinin söz konusu olmadığı” yönündeki açıklamalarıyla da Türklerin azınlık olduğuna ilişkin tezlerini 1960’dan bu yana sürdürdüklerini açıkça söylüyorlar. Bunun anlamı, her vatandaşın tek bir oy hakkının bulunacağı, dolayısıyla parlamento ya da hükümet yapılanmasında 1960 Anayasa’sında hükme bağlanan yüzde 70 Rum - yüzde 30 Türk şeklindeki dengenin yer almasının da mümkün görünmediğidir. Dolayısıyla “iki eşit statüdeki devletin eşit politik hakları sahip halkları arasında Federal bir devlet kurulması” söz konusu olmadığı gibi 1959-1960 Anlaşmaları ile ortaya çıkan “iki kurucu eşit toplum” kriteri de “siyasal eşitlik”, “egemenliğin paylaşımı”, “iki kesimlilik”, “iki kurucu halk” kriterleri de reddedilmektedir. Tıpkı Akritas Planı’nın öngördüğü gibi…

Hristofyas, 28 Şubat 2008’de devlet başkanlığı görevini devralırken “Kıbrıs Sorunu”nu açık ve net bir şekilde tanımlamıştı: Sorun, Türkiye’nin Ada’yı işgal ve istila etmesinin bir sonucuydu. Papadopulos gibi Hristofyas da Türk askeri çekilmeden, Türkiye liman ve havaalanları Rum bandıralı gemi ve uçaklara açılmadan ve Türk yerleşiklerin geri dönüşü kabul edilmeden herhangi bir çözümün söz konusu olamayacağını ilerleyen günlerde de dilinden düşürmedi. Çözüm ancak Türkiye’nin garantörlüğü ortadan kalktığında kalıcı olacaktır aksi takdirde tehdit baki kalacaktır. Çözüm ile kastedilen de “Kıbrıs Cumhuriyeti” çatısı altında toprak, egemenlik ve bağımsızlık birliğinin yeniden tesis edilmesidir. Ancak bu 1960 Anayasası’nın canlandırılması anlamına gelemez zira işleyebilir bir formül yaratmış olsaydı bölünme gerçekleşmezdi. Anayasa’da Makarios’un varlığına karşı çıktığı ve Türklerin Rumlar karşısındaki hukuki eşitliğini güvence altına alan 13 madde -özellikle “Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı Muavini’ne tanınan veto yetkisi” ile “hükümet ve orduya katılımın nüfus oranlarına göre değil de olmayan bir eşitliği varmış gibi gösteren maddeleri-[3] istikrarsızlıktan başka bir şey getiremez. Dolayısıyla Rum bakış açısına göre yeni dönemde birlikteliğin işleyebilir olması adına toplum düzenini bozan bu tür maddelere yer verilmesi mümkün değildir. Buna göre iddiaların ve Rum istencinin temelini şunlar oluşturuyor:

1- Yüzde 20 nüfusa sahip azınlık Türkler, yüzde 80 nüfusa sahip Rum çoğunluk ile eşit politik haklara sahip değillerdir.

2- Kıbrıs'ta üniter bir devlet olmalı ve kim fazla oy alırsa devleti o idare etmelidir.

Rum mantalitesine göre eğer Türk askeri Ada’ya çıkmamış olsaydı ve iki toplumun ayrı ayrı yaşamasını sağlayan ikinci bir devlet kurulmuş olmasaydı Ada’nın Rumlaştırılması amacına bugüne kadar çoktan ulaşılmış olacaktı. Günümüz koşullarında Rum Yönetimi’nin müzakeresini ve hesaplaşmasını yapmak istediği şey, yitirdiği bu topraklar ve Rum egemenliğini Ada’nın tamamına yaymaktaki gecikmesinden başka bir şey değil. Sonuçta Denktaş haklıydı: Bu savaş Kırmızı-Beyaz bayrağın adada kalması veya Mavi-Beyaz bayrağın adanın tümünde dalgalanması savaşıydı. Savaş bitmemiştir.

Hiç bir ülke yoktur ki, iktidara gelen lideri o ülkenin yıllarca korunmuş temel politikalarını test etmek gibi bir lükse sahip olsun. Rum Yönetimi açısından bu iki kez doğru bir tespittir.  Rum Yönetimi, bundan 10 yıl, hatta 60 yıl önce de aynı politikayı takip ediyordu. Üstelik Komünist Hristofyas dahi mevcut Makarios/devlet Politikası’nı değiştirmek bir tarafa buna yan bir yol açmak girişiminde dahi bulunmadı. Hristofyas,  tüm selefleri gibi Makarios’un ülküsünün yani ENOSİS’in peşindedir ve Türkiye’nin askeri ve siyasi olarak Ada’dan uzaklaştırılması ve Kıbrıs Türklerinin tamamen Rum inisiyatifine terk edilmesi hedefini izlemektedir.

Denktaş Sonrası

Kıbrıs Harekatı'nın başladığı 20 Temmuz 1974’de TMT üyesi 17,151 mücahit bulunuyordu. Dolayısıyla Kıbrıs’taki Türk varlığının tek temsilcisi Denktaş değildi. Annan Planı’na “hayır” diyenler de bu kez ABD, AB, İngiltere, Rum yanında Türkiye’den gelen yönlendirmelere rağmen de direnmiş olanlardı. “Referandum sürecinde bizler, KKTC’ye gönül vermiş insanlar, tüm silâhlarına el konulmuş, lojistik imkânlardan yoksun bırakılmış birer asker gibiydik. İşgali görüyorduk ancak hareketsiz bırakılmıştık, ‘evet’ demeye hazırlananlar artık Türkiye’den daha iyi mi bileceksiniz diyorlardı[4] diyen Ahmet Ötüken de haklı, Türkiye vazgeçtiğinde dahi kendi vatanlarından vazgeçmeyecek önemli bir nüfus var Kıbrıs’ta. KKTC’nin Kurucu Cumhurbaşkanı ve lideri mücahit Rauf Raif Denktaş, tüm ömrünü Kıbrıs Davası’na vakfetti ama yolcuğunun hiçbir noktasında yalnız değildi. Yanında ömürlerini bu davaya veren Kıbrıs Türkleri vardı.

Devletsiz olmak demek aciz kalmak demektir. Başkalarının desteğine ihtiyaç duyarak yaşayan toplumlar “Devlet” olamazlar. Dünyada üzerinde Devletsiz yaşayan bir halk olamaz…” diyen Denktaş’ın en büyük zaferi 20 Temmuz 1974 idi. En büyük mirası Kıbrıs’ta korunmuş Türk varlığı değil, bu Türk varlığını “kaderini tayin edebilecek” halk haline getirerek kurduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir. Bundan sonrası için hukuki zemini olan bir yol aranıyorsa, KKTC’nin ciddi bir ekonomik kalkınma programı ile güçlendirilerek tanınması çalışmalarını başlanması ve BM’nin gözetimi talep edilerek “Rumlarla Federasyon modeliyle birleşmek”, “Rumlarla Konfederasyon modeliyle birleşmek”, “Türkiye’ye ilhak” ve “tam bağımsız bir ülke olarak tanınmak” seçeneklerinin de sunulduğu gerçek bir referandum yapılması ve sonuçlarının BM’ye iletilmesi yolu izlenmelidir. Kuşkusuz ki KKTC’nin bir önceki Cumhurbaşkanı ve “evet”çilerin lideri Mehmet Ali Talat’ın da ifade ettiği gibi Kıbrıs Türkü’ne Annan Planı döneminde de eğer bağımsızlık seçeneği sunulmuş olsaydı, referandum sonucu yüzde 100 bağımsızlık olurdu. 

Denktaş’ın KKTC ve Kıbrıs’ta Türk varlığı mirasına, "Türkiye burada olacaktır. Şehidim var, gazim var. Kıbrıs'ta Yunanistan'ın ne işi varsa, Türkiye'nin Kıbrıs'ta stratejik olarak o işi var." diyen Türkiye Başbakanı Erdoğan da sahip çıkacaktır. Ama herkes yalnız bıraksa da Kıbrıs Türkü, Rum’a teslim olmayacak dirayet ve inadı, Denktaş gibi yüreklerinde taşımaktadır. Yine de Türkiye’ye gönülden bağlı olanların ve tek güvencelerinin Türkiye olduğuna inananların yaşadığı hayal kırıklığı giderilmelidir. Türkiye, 2004 referandumu öncesinde dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı’nın Kıbrıslı Türklere “Siz “Evet” deyin, Rumlar “hayır” derse, çantamı alıp, kapı kapı tanınma için çalışacağım, gerekirse kişisel bağlantılarımı da kullanacağım” ifadesiyle verdiği sözü tutmalı ve Annan Planı’nın tek amacının Türklerin devletlerinden vazgeçtiği imajını yaratmak olduğu farkındalığıyla Akritas Planı’nı kalıcı olarak bozmalıdır.

 

 


[1] Nur Batur, Rauf Denktaş: Yeniden Yaşasaydım, Doğan Kitap, 2007 İstanbul, s.30-35

[2] ‘Herkes Akritas Planı’nı okusun’, Cumhuriyet, 15 Ocak 2012

[3] Zürih ve Londra Anlaşmaları çerçevesinde oluşturulan Kıbrıs Anayasası’nda; parlamento, hükümet, kamu yönetimi yapılanmasında yüzde 70 Rum, yüzde 30 Türk, Polis ve Jandarmanın yapılanmasında yüzde 60 Rum, yüzde 40 Türk oranları esası getirilmiştir.

[4] Kamu-Sen eski Genel Başkanı Ahmet Ötüken’le 9 Temmuz 2007’de gerçekleştirilen söyleşiden. 

Gözde Kılıç Yaşın

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Balkanlar ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Başkanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display