Az Gelişmişlik Kaderimiz Mi?

Yazan  11 Ocak 2014

İnsanoğlunun var olduğu günden beri temel çelişkisi isteklerinin sonsuz, buna karşılık kaynakların ise yetersiz ya da kısıtlı olmasıdır. Her şey kaynak meselesidir. Ya ihtiyaçlarınızı önceliklendirerek veya sınırlama koyarak kısıtlı kaynaklarınızı optimum kullanacaksınız, ya da yeni kaynak yaratacaksınız. Devlet adamı için yeni kaynağı ülke içinden üretmeniz zordur. Tasarruf kararını hane halkı verdiğinden ve demokratik bir ülkede zorunlu tasarruflara yönelinmesi pek mümkün olmadığından yurtiçi tasarrufların artırılması kolay değildir.  Dışarıdan kaynak yaratmak için ise ya borç alacaksınız ya da yabancı sermayeyi ülkeye çekerek faydalanmaya çalışacaksınız. ABD dâhil, dünyada borcu olmayan ülke yoktur. Devlet adamlığı ise bu borcu iyi idare edebilmektedir. İşte ülkeyi iyi yönetmenin ya da idareci olmanın sırrı buradadır. Devlet çalışanlarının maaşlarını ve borçlarını ödedikten sonra kalan para ile yatırım yapar. Kurulan sağlık, eğitim, enerji vb. gibi bakanlıklar kendilerine ayrılan para ile halka sosyal hizmet götürür ve böylece bu çark yürür. Aksi takdirde meselenin ekonomik kökü unutularak sosyal ve siyasal istikamette içi boş ideolojik çatışmalar ve kutuplaşmalar başlar. Gündem bunların çekişmeleri ile şekillenir ama ülke insanının kaderi değişmez. Türk halkının binlerce yıldır büyük kısmı fakirdir. Türk bankalarında şu anda 850 milyar TL. mevduat bulunmaktadır. 75 milyonluk ülkede bunun %52’si 5.001 kişiye, %90’ı 62.500 kişiye aittir[1]. Gelir dağılımındaki bu dengesizlik devam ettiği sürece Türkiye’de sosyal çalkantılar bitmeyecektir. Mesele bu fakirliği yenecek, zenginliği ve refahı tüm topluma yayacak liderler ve kadrolar yetiştirmek, çareler üretmektir. Gerisi masaldır. Bu makalede Türkiye’nin geri kalmışlığının hikâyesini analiz edecek ve elle tutulur sonuçlar üretmeye çalışacağız.

Neden Dış Kaynak İhtiyacımız Var?

Düşük gelire bağlı olarak ortaya çıkan düşük kaynak ve düşük yatırım döngüsü, az gelişmiş ülkeleri, dış kaynaklara yönlendirmekte, yabancı kaynak arayışlarına sevk etmektedir. Eğer oyunu liberal kurallara göre oynayacak isek içeri kapanma şansınız yoktur. Kaynak ve pazar bulmak için AB üyeliğine sarılınmış olmakla birlikte, Türkiye çeşitli nedenlerle ne AB, ne NAFTA, ne de Transatlantik Yatırım Ortaklığı tarafından istenmemektedir. Türkiye’nin daha hızlı büyümesi için temelde iki yolu vardır. Bunlardan birincisi dış kaynağa başvurmak, diğeri yurtiçi tasarrufları veya sermaye hâsıla-katsayısını yükseltmektir. Verimli kullanılması durumunda, potansiyel büyümeyi yüzde 6-7 seviyesine çıkartabilecek iç kaynaklar, bugüne kadar kısa soluklu büyümelere neden olan, verimsiz yatırım alanlarına harcanmıştır. İç tasarruflar ve Türkiye’nin geleneksel dış tasarruf düzeyleri ile elde edebileceğimiz büyüme oranı sınırlıdır. Marjinal işgücü arzını emmek, yani işsizlik oranının bugünkü yüksek olan seviyesini korumak için bile, Türkiye ekonomisinin ortalama yüzde 7 büyüme gerçekleştirmesi gerekmektedir. İç tasarrufların yetersizliği ortadayken, yüzde 7 civarında sürekli büyümeyi, bütçe ve ödemeler dengesini kötüleştirmeden elde etmenin tek yolu, artan düzeylerde girmesi zorunlu olan yabancı sermaye girişi olarak görülmüştür. Ancak, Türkiye’de 10 yıllık bir zamanda gelen sermayenin yaklaşık olarak yarısının Türkiye’yi terk ettiği görülmektedir. Başka bir deyişle, yabancı sermaye uzun dönemde ödemeler bilançomuza olumlu katkı yapmamıştır. Türkiye’de toplam yabancı sermayenin yüzde 88.79’u OECD üyesi ülkelere ait olup, bunun yüzde 68.97’si AB üyesi ülkelerdir. AB ülkeleri arasında en fazla yatırım yapan ilk beş ülke oransal olarak sırasıyla Hollanda, Avusturya, Almanya, İngiltere, İspanyadır[2].

Türkiye’nin yurtiçi tasarrufları ile sabit sermaye yatırımlarının GSMH'ye oranı ve marjinal sermaye hasıla katsayılarına ilişkin bilgiler incelendiğinde 1963-2000 arası dönemde sermaye/büyüme katsayısının ortalama olarak 6.08 olduğu görülür. Yani milli gelirin yüzde 6.08’i oranında bir sabit sermaye yatırımı yüzde 1’lik bir büyüme hızı yaratmaktadır. Bunun anlamı uzun dönemde yüzde 6 büyümek için milli gelirin yüzde 36.48’i oranında sabit sermaye yatırımı gerekeceğidir. Türkiye’nin tasarruf oranı aynı dönemde ortalama yüzde 20.32 olmuştur. Aradaki yüzde 16.16’lık fark Türkiye’nin kaynak açığıdır. Diğer bir deyişle olması gereken cari açığıdır. Türkiye kendi kaynakları ile ancak yüzde 3.34 oranında büyüyebilir[3]. Türkiye’ye gelen yabancı yatırımların üretim yapan, ekonominin ihracat artışı beklentilerini karşılayan yatırımlardan daha çok hizmet sektörüne ağırlık vermeye başladıkları, sermaye girişleri finans, bankacılık, iletişim basta olmak üzere enerji dağıtımında toplandıkları ve bunun sonucu olarak Türkiye’de katma değer yaratmaktan ziyade yaratılan katma değeri ülke dışına aktarmaya yönelik oldukları görülmektedir. Yabancı sermayenin Türkiye’nin tasarruf ve yatırım oranını yükseltmediği, zaten mevcut üretim tesisleri satın alındığından üretim kapasitesini artırmadığı değerlendirilmektedir. Bu kapsamda Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin temel özelliği yeni yatırım yapmak yerine mevcutların satın alınması stratejisi olarak ortaya konulabilir.

Ülkeler geçmişte kaynak sorunu için önce vergi politikaları ile iç kaynaklardan ve gümrüklerden para topladı. Yakın zamana kadar ise para politikaları üzerinden kaynak yaratılmaya çalışıldı. Bugünün paradigması, girişimci-yenilikçi (innovasyon) anlayışı ile uygulanan sanayi politikalarıdır. Yani güçlü bir Ar-Ge ile desteklenen sanayiden umut beklenmektedir. Türkiye gibi ülkeler dış kaynağı genellikle dışarıdan alınan borç ile sağlarken, büyük güçler ya da güçlü ekonomiler finans oyunları yanında diğer ülkelerin kaynaklarına çeşitli yollardan el koyma yöntemlerine başvururlar. ABD’nin parası tüm dünyada geçer akçe olduğu için fazladan dolar basarak borçlardan doğan açığını bastırma imtiyazına sahiptir. ABD Federal Rezerv Bankası, özel bir bankadır, her ay karşılıksız 75 milyar dolar basmaktadır. ABD, bu para ile dünya üzerinde çeşitli finans oyunları oynamaktadır. Uluslararası piyasadan dolar çekecek gibi yapıp, bazen parasının değerini artırarak paranızı çalmakta, bazen değerini düşürüp malınızı ucuza kapatmaktadır. Geçmişte Batılı emperyalistler çaldıkları hammadde ve sömürge işgücü ile 4’e üretip, 30’a satarken bugün pahalı hammadde ve işgücü nedeni ile 30’a üretip, 31’e satamamaktadırlar. Ekonomilerini kurtarmanın en önemli parametresi gene başta petrol olmak üzere diğer ülkelerdeki enerji kaynaklarını ve hammaddeleri ucuza getirmek ve sahiplenmektir. Bugün Ortadoğu, Avrasya ve Afrika’daki askeri operasyonların ve iç karışıklıkların temelinde de ülke kaynaklarına el koymak için rejim kurgulamaları vardır. Bu yüzden ekonomi, siyaseti belirlemektedir. 2050 yılında Batı Blokunun dünya üretimindeki payı % 35’e düşerken, Uzak Doğu’nun % 65’e çıkacağı anlaşılmaktadır. Türkiye için çıkarılacak bir sonuç ise; AB’nin üretim payı sürekli düşerken, Türkiye’nin AB ve Uzak Doğu arasındaki ekonomik dengelerde önemli üretim potansiyeli ve bulunduğu coğrafyanın sağladığı ekonomik kapasiteleri, ticari ve lojistik trafiği yönlendirme avantajı ile güçlü bir aktör olma şansına sahip olduğudur.

Fakirlik Kaderimiz mi?

Yurt edindiğimiz bu topraklara, büyük çoğunlukla göçebe-hayvancı-savaşçı bir topluluk olarak geldik. Giderek kentleşme, sanayileşme ve nihayetinde kendine özgü bir modernleşme yolunda devam etmekteyiz[4]. Osmanlının külleri arasından uygarlaşma umudu olarak Türkiye Cumhuriyeti çıktı. Fütuhat olgusu bitip, toprak kayıpları başlarken Osmanlı insanı maddeden bilgi üretecek bir bilimsel anlayışa uzaktı. Osmanlı ekonomisi 1585’lerden başlayan ‘fiyat ihtilali’ ve Akdeniz’in iktisadi bir merkez olarak önemini kaybetmesi gibi iki ciddi çokla sendeleyip çözülmeye başladı. Osmanlı zihniyeti sürekli durgunluğu aşacak, ekonomide içe çekilmeyi kıracak iktisadi yaklaşımları üretemedi. Osmanlı ekonomisinin bu şokları atlatamaması ekonominin giderek daha fazla içe kapanmasına ve Ortaçağlaşmasına sebep oldu[5]. 16. yüzyıl sonlarından 18. Yüzyıla kadar devam eden tımar sisteminin çözülmesi, kırsal kesimin daha da yoksullaşmasına ve tarımın bir türlü gelişememesine yol açtı. Kırsaldaki bu büyük bunalımın sonucu olarak taşradan büyük şehirlere, özellikle de İstanbul’a yönelen göç artık buraların da sosyal düzenini bozacak boyuta ulaştığından isyanlar başladı. Lale devrinin yaşanmaya başladığı bu dönemde İstanbul’da artan göç baskısı nedeni ile lonca sistemine dâhil olmadan izinsiz turşucu, işkembeci, kebapçı, saraç gibi esnaf sayısı artarken, umutsuzluk halkı mistik tarikatların kucağına itti[6]. İstanbul’da bile mehdi bekleyenler ve asr-ı saadete dönmek isteyen yobaz grupları türedi. Fakir sınıfların üstüne yıkılan ve 18. yüzyılda sayısı bulan vergi çeşidi iktisadi bir yıkım oldu[7].

Tanzimat dönemine kadar insanımızı dünya ve iktisadi madde karşısında hantal ve hareketsiz kılan bir zihniyet kalıbı ile karşı karşıya idik. Batı’da sanayi devriminin sürüklendiği ucuz, bol ve kaliteli mallar, önce Osmanlı tüketicisinin tüketim alışkanlıklarını sarstı, daha da önemlisi Osmanlı insanının dünya anlayışı ve maddeye bakışında yeni bir ufuk getirdi. Bu maddenin bilim yoluyla yükselişine ve ekonomik hayatın yaptırım gücünün düşüncelere girmesine işaret ediyordu[8]. Ekonomide kıpırdanma, başta İngiltere olmak üzere Osmanlı kaynaklarına göz diken ülkelerin dış baskısı ile meydana geldi. Hazinenin iflası nedeni ile vergi kaynaklarına el koyan dış çevreler Türk köyünde ikinci sömürücü güç olarak ortaya çıktılar. Köylere makineleşme, süthane, mandıra, damızlık hayvan gibi yenilikler gelmedi. Osmanlı bankacılığını örgütlemekte İngilizlere kalmıştı. 1856’da Osmanlının dış borçlanma işlerini ayarlamak için Londra’da kurulan Osmanlı Bankası, 1863’de devlet bankası oldu[9]. 18. yüzyıla gelindiğinde sanayi anlamında birkaç küçük imalathane bulunmaktaydı. 19. yüzyıl başında Osmanlı devlet adamları sanayileşme girişiminde bulundular, Batıdan örnek alarak fabrika yapımına teşebbüs edildi. Ancak bunların bir kısmı iflas etti, bir kısmı da önce devlet desteği sonra devletin mülkiyetine geçerek yaşayabildiler. Üretilen malın başlıca alıcısı ordu idi. Özel sermayenin önemini anlayan II. Abdülhamit, ancak lokumcu Hacıbekir ile sabuncu Hacışakir’e vesile olabildi. Osmanlı İmparatorluğu, küresel sermaye tarafından belirlenen liberal ekonomi politikaları ve operasyonları ile dış borç bataklığına saplanarak parçalandı. Atatürk döneminde hiç borçlanmadık ve en büyük büyüme oranını yakaladık. Üstelik 1923-1939 döneminde yabancı yatırımların Türkiye’ye gelişi son derece sınırlı olmuştur. Atatürk’ün başarısının temelinde girişimciliğe verdiği önem yatmakta idi.

II. Dünya Savaşı sonrasında geri dönen küresel sermaye, Türkiye’yi bir tüketim toplumu olarak, çalışmadan, öğrenmeden, üretmeden bir yaşam biçimine yöneltti. Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk dış borcu 1947 yılında İnönü döneminde 200 milyon dolar ile başladı. Küresel sermaye Türkiye’ye altı noktadan sızdı; bankacılık, sanayi, medya, eğitim, istihbarat ve bürokrasi. Bu döneme damgasını vuran Amerika güdümünde tarımda makineleşme, tarıma dayalı küresel entegrasyon ve köyden şehir varoşlarına göç oldu. ABD, Türkiye’nin bugünkü zengin kesimini ve sermaye dağılımını, kendi deyimiyle kalkınmasını sağladı. Türk ekonomisini bu dönemde planlayan Amerikalıların meşhur kalkınma kuruluşu AID idi.1960’ların ithal ikameci politikaları ile dışa bağımlılık ve borçlanma artmaya başladı. 24 Ocak 1980 kararları ile uygulanan sıkı maliye ve para politikaları neticesi borçlar nispeten azalmışken, 1989’da sermaye hareketlerinin serbestleşmesi ile borçlar tekrar artmaya başlamıştır. 24 Ocak 1980’de odak değişikliği ile Türkiye’de kapitalizm, kendisini güdecek iktisadi liberalizme teslim edildi. Böylece yerli sermaye ile küresel sermayenin entegrasyonuna dayanan yeni sisteme geçildi. Yeni modelin istikrar senaryosu IMF’ye yapısal dönüşüm, uyum senaryosu ise Dünya Bankası’na havale edildi. Ticaretin liberalleşmesi ve ithalata dayalı ara malları ve hammadde Türk sanayiini iyiden iyiye girdi ve bağımlılığa dönüştürdü. Küreselleşmeci, özelleştirmeci, piyasacı neo-liberal birikim rejimi, kendisine uygun dünya işbölümleri, hâkim sermayeler arası güç değişimleri inşa etti. Devlet küçültülürken, sanayi ve enerji gibi alanlarda devlet sektörü neredeyse sıfırlandı. Holdingleşme ve bankacılık yolu ile özel sermaye, sürekli devleti soyarak içini boşalttı. Böylece, 2001 krizi geldi ve sonrasında Derviş-IMF iktidarı ile özelleştirmenin önü iyice açıldı.

Küresel Sermaye Kıskacındaki Türkiye

2003 yılından sonra ‘özelleştirme’ adı altında cumhuriyetin 80 yıllık kazanımlarının küresel sermayeye satılması, ‘şirketlerin, bankaların, arazi, mesken ve arsaların yabancılara satılması ile Türkiye’deki sermaye hareketleri içinde doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının payı hızla arttı. Borç niteliğinde Türkiye’ye gelen yabancı sermaye 2003’ten sonra rekor düzeyde yükseldi. 77 yılda Türkiye’ye 20 milyar dolar para gelmişken, 2002’den sonra her sene ortalama 20 milyar dolar geldi[10]. Türkiye’de toplamı 485 milyar dolara ulaşan 2002 sonrası yabancı sermaye girişi ülkede yıllık ortalaması yüzde 5’e yaklaşan bir büyüme yarattı.Ülkeyi yönetenlerin öncelikli işi ekonomiyi “sürdürülebilir bir büyüme” içinde sağlıklı bir yapı kazandırmaktadır. Türk ekonomisi sürdürülebilir bir büyüme ile değil dışarıdan gelen sıcak paraya dayalı olarak gelişmektedir. Son yıllarda sağlanan büyümeyi tersine çevirecek şekilde bir yılda %50 gerilememiz mümkündür. Türkiye’nin 2002 sonundaki toplam iç ve dış borç stoku 221 milyar dolar iken 2012 sonunda bu rakam 640 milyar dolara çıktı.Başka bir ifade ile son 80 yılda oluşan borç stoku 100 kabul edilirse, on on yılda buna 160 daha eklenmiştir[11]. Yaşanan son iç çalkantılar ekonomiye darbe vurmaya devam ederken, kısa vadede ödenmesi gereken borç 200 milyar dolardır. IMF’ye borcumuz bitti denilmesine rağmenbu dönemde özel sektör dışarıdan, devlet ise özel sektörden (52 bin gerçek ve tüzel kişiden) borçlanmıştır. Bugünkü hükümetin tek gurur kaynağı Merkez Bankası’nın elindeki 130 milyar dolar rezervdir. Merkez Bankası, bugünkü haliyle yüzde 30’a yakın aşırı değerlenmiş döviz kurunu korumaya çalışmaktadır. En ufak bir kur şokunun, sadece kur farkı yüzünden şirketler âlemini alabora etmesi işten bile değildir.

2003 sonrası Türkiye’de başta ilaç sanayi olmak üzere pek çok sektör yabancıların kontrolüne geçti.Bu dönemde Cumhuriyet döneminin bütün kazanımları kamuya yük oluyor diye satıldı ve kamuya iç kaynak olarak kullanıldı. Türkiye’deki üretimin %75’den fazlasının arkasında yabancılar vardır. Bankalarımızın 70’inden fazlası yabancılara aittir, borsamızın %85’den fazlası yabancı girişli paradır. Bankacılığın Almanlarda %11’i, Fransızlarda %18’i yabancılara aittir. Sigortacılığımızın %80’i yabancıların elindedir. Bankacılık sisteminin yabancıların eline geçmesi demek, bütün Türk ekonomisinin yabancıların kontrolüne geçmesi demektir. Çünkü bankaların kredi verdiği reel sektör şirketlerinin kaderine, yabancılar el koymuş olacaktır. Daha somut bir anlatımla, finans sektöründe hâkimiyeti ele geçirmiş olan yabancı sermaye; ekonomide hangi sektörün öne çıkartılacağı, hangi sektörün ihmal ve tasfiye edileceği konusunda söz sahibi olmuş demektir. Bugün ekonomimiz, halen dışarıdan gelen sıcak paraya dayalıdır. Pek çok fabrika Türkiye’de gibi gözükse de mülkiyeti yabancılara aittir. Türkiye’de 15.000 Avrupalı yatırımcı şirket var. Türkiye’nin her yanını saran yabancı şirketler kendi ekonomik hedeflerinin dışında Türkiye’nin siyasi ve ekonomik dönüşümü, istihbarat ve kültürel amaçlı pek çok misyona da sahiptirler. Milli gibi gözüken pek çok ekonomik örgütlenme için sızmışlardır. Küresel sermaye ülkemizde önemli bir yere ve paya sahip konuma gelmiştir. 2010 yılı rakamlarına göre Türkiye’den götürülen faiz tutarı 12 milyar dolar, işletme kârı ise 8 milyar dolar civarındadır. Bugün Türkiye’nin petrol ithal ettiği miktarın yılda 21 milyar dolar olduğu düşünülürse, ülkemizin ne ölçüde küresel sermaye tarafından sömürüldüğü çok daha iyi anlaşılacaktır. Türkiye’de son yıllarda asgari ücret altında dahi çalışmaya razı büyük topluluklar meydana getirildi.

Dünyanın üç temel ekonomik güç aracı para, petrol, altındır. Dünya ülkelerinde iktisaden ne oluyorsa bu üçü yüzünden olmaktadır. Sonrasında da önemli olan yatırım, üretim ve ihracattır. Bunların Türkiye’de nasıl olduğunu soran, merak eden yoktur çünkü herkes iş ve aş yani karnını doyurma peşindedir. Küresel sermayenin elindeki 10 banka dünya banka sistemini kontrol etmektedir. Dünya ulus ötesi 100 şirketin cennetidir. 500 şirket dünya ticaretinin %87’ini kontrol etmektedir. Küresel sermaye, ulus devletleri ve dünya halklarını yeni yönetmelerle sömürüp daha da zenginleşme yolunda elit kişiler tarafından oluşturulan, dünyamızı kuşatma ve ona tümüyle egemen olma yolunda emperyalist bir kuşatma ağıdır. Kimse son 10 yılda ülkeye neden çok para geldiğini, neden bu kadar inşaat yapıldığını merak etmedi. AKP hükümeti 11 Eylül 2001’den sonra Batı’dan kaçan Arap sermayesini Türkiye’ye çekmeyi ve bu para ile rejimin dönüşümü projesinin finansman sorununu aşmayı planladı. ABD’nin önde gelen stratejistlerinden Michael Rubin, AKP hükümetinin Arap sermayesini illegal yollardan Türkiye’ye getirdiğini açıkça yazıyordu[12]. Buna karşılık İstanbul, Arap sermayesine peşkeş çekiliyordu.Taksim Gezi Parkı’ndaki paylaşım İstanbul rant pazarı haline gelmesinin bir yansımasıdır. Küresel sermayenin yeni bir finans merkezi ve para ekonomilerini canlı tutacak, sıcak geçişleri sağlayacak, bir mekân olarak ülkemizde İstanbul seçilmiş ve bunun alt yapısı hazırlanmıştır. İstanbul, yeşil sermayeye peşkeş çekilirken, her yeri saran AVM ve site inşaatları hükümete yakın olanlara ihale edildi. İstanbul gibi bir şehrin sırf yabancı sermayenin yatırımı için projelendirilip, parsellenmesi, ülkemizin milli ekonomisi ve ulusal stratejilerini baltalamaktadır[13].

Sonuç; Yeni bir ekonomi modeline ihtiyacımız var..

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Anadolu’ya sıkışmış Türk halkının yaşadığı bölgesel gelişme farkı, ülkenin laik ve dini bakımdan kutuplaşması yanında çorak topraklar, kuru iklim ve dağlık arazi, nehirlerin azlığı ve doğal kaynakların nispi azlığı halkın ekonomiye katılımını etkilemektedir. Bir zamanlar Süleyman Demirel tarafından dünyanın kendi kendine yetebilen 7 ülkesi olarak tanımlanmasına rağmen, Türkiye bugün ıspanak ve elma ithal eden bir ülke haline geldi. Enerjide başta Rusya olmak üzere dışa bağımlıyız. GSMH’a göre dünyada 16. sıradayız ama Kalkınmışlık Endeksi’nde 92. sıradayız. Türkiye, kişi başı reel milli gelirde hala 1960 Hollanda’sının bile gerisindedir[14].2012’de Türkiye’nin kamu ve özel toplam Ar-Ge yatırımları 6 milyar dolar ilen Güney Kore’nin sadece Samsung firmasının 8 milyar dolardır. Dünyada şu anda 72 trilyon dolar dolaşımdadır. Türkiye, kaynak ihtiyacını gidermek için bu paradan her yıl 40-50 milyar dolar ülkeye çekmek ihtiyacındadır. Türkiye, dünyadaki yabancı sermaye yatırımlarına ilişkin eğilimler ve politikalar dikkate alınarak hazırlanacak bir yabancı yatırım stratejisine ivedilikle ihtiyaç duymaktadır. Ülkeye gelen yabancı kaynakların, bunların niteliğinin ve yarattığı hassasiyetlerin izlenmesi ve tedbir alınması da acil bir güvenlik ve istihbarat görevi olarak önümüzde durmaktadır. Paranın borca gitmesi ve diğer bakanlıklara para kalmaması en çok sosyal boyutta çöküntü ile kendini göstermektedir. Borcumuzun en tehlike kısmı 350 milyar TL ile hane halkı borcudur. Ev, oto kredisi vb. gibi borçları Arjantin’de olduğu gibi bizim toplumumuzu da bitirecektir. Hane halkının kredi kartı borçlarının vadesi artırılarak sosyal kriz geçiştirildi ama bugün artık bu borçlar içinden çıkılamaz hale geldi. Bugün taksit sayısını 9 aya indirerek sorunu frenlemeye çalışıyoruz. 7.8 milyon kişi kredi ve kredi kartı borcunu ödeyememiş durumdadır.

2001’de dibe vurmuş bir ekonomi tam düzelme yoluna girmişken iktidara taşınan AKP, özelleştirmeler yolu ile ülkeye gelen yabancı paraların mirası ile bugüne geldi. 2001’e kadar devlet borçlanırken, borç özel sektör ve hane halkının üzerine yıkıldı. Bu arada ülkeye kaynağı belli olmayan paralar gelmeye başladı. Yurt dışından bulunan fonlar ile bankalar sözde küçük yatırımcıya kredi vererek borcu artırdı. Önümüzdeki yıl bizi büyük bir ekonomik kriz beklemekte, muhtemelen ekonomimiz üçte bir küçülecek. Bunun yanında hane halkı açısından icra davalarının öne çıktığı sosyal patlama ihtimali var. On yılda Cumhuriyetin tüm birikimlerini ve tüm kaynaklarını tükettik, ekonomi çarkı dönemez hale geldi. Türkiye’deki ekonomi ülke çıkarları yerine belirli kişilerin sıcak para ihtiyacının karşılandığı bir kleptokrasi yani hırsızlar rejimidir. Nitekim rüşvet ve yolsuzluk operasyonları ile girdiğimiz 2014’de bizi bir yandan ekonomik kriz, diğer yandan iç savaş tehlikesi beklemektedir. Türkiye’nin tüketim toplumundan üretim toplumuna geçebilmesi ve montaj sanayiden kurtulabilmesi için Ar-Ge ile desteklenen rekabetçi sanayi politikalarına dönmesi gereklidir. Yabancılara talan ettirilen kamu varlıklarımızın da bir an önce derlenmesi acil bir görevdir. Türkiye’yi yönetecekler, II. Dünya Savaşı’ndan beri uygulayageldiğimiz, belirli kesimleri zengin ederken, ülkeyi yabancılara talan ettiren fırsatçıların liberal ideolojisine mi, ya da halkın geniş kesimini düşünen daha eşitlikçi ve devletçi bir ekonomi politikasını mı seçeceğini yeniden düşünmelidir. Nitekim dünya özelleştirmenin çare olmadığını anlamaya başladı. ABD’nin sağlık sistemi örneğinde olduğu gibi sosyal güvenlik konularında devlet kontrolüne dönülme eğilimi başladı. Devletçi anlayıştan kastımız özel sektörün yok edilmesi değil, ekonomik ve sosyal refahın tüm topluma yayılmasında devletin elini taşın altına sokmasıdır. Fakirlik, Türk insanının kaderi olmamalıdır.

 

 


* İstanbul Aydın Üniversitesi Öğretim Üyesi, @DocDrSaitYilmaz

[1]BBDK: Finansal Piyasalar Raporu, Aralık 2013.

[2]Hazine Müsteşarlığı: Yabancı Sermaye Genel Müdürlüğü, Yabancı Sermaye Raporu, Hazine Müsteşarlığı, (Ankara, 2005), s.2-6.

[3]Gökhan Narin: Türkiye’ye Gelen Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımlarının Özellikleri ve Türk Ekonomisi Üzerindeki Olası Etkileri, Gazi Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, (Ankara, 2007), s.27.

[4]Erol Göka: Türklerin Psikolojisi, Timaş Yayınları, 3. Baskı, (İstanbul, 2008), 73.

[5]Ahmed Güner Sayar: Osmanlı’dan 21. Yüzyıla Ekonomik, Kültürel ve Devlet Felsefesine Ait Değişmeler, Ötüken Yayınları, (İstanbul, 2008), 30.

[6]İlber Ortaylı: Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi, Cedit Neşriyat, 2.Baskı, (Ankara, 2008), 159.

[7]Selim Somçağ: Osmanlı ve Batı, 2. Baskı, Bengi Yayınları, (İstanbul, 2008), 79.

[8]Ahmed Güner Sayar: Osmanlı’dan 21. Yüzyıla Ekonomik, Kültürel ve Devlet Felsefesine Ait Değişmeler, Ötüken Yayınları, (İstanbul, 2008), 195.

[9]İlber Ortaylı: İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Timaş Yayınları, 27. Baskı, (İstanbul, 2008), 256.

[10]2008 ve 2009 yıllarında küresel ölçekte yaşanan finansal krize bağlı olarak Türkiye’ye yapılan doğrudan yatırımlarda da azalma olduğu görülmektedir. 2012 yılında, net yabancı sermaye girişi ve piyasa fiyatı ve kur farkı değişimlerinin lehte etkisiyle, yurt içi doğrudan yatırım stoku yüzde 37,6 oranında artarak, 177,7 milyar ABD dolarına çıktığı gözlenmektedir. (Merkez Bankası: Uluslararası Yatırım Pozisyonu Raporu, Ankara, Aralık 2012, s.15.)

[11]Bahar Aşçı: IMF’ye Borç Bitti Ama.., 21. Yüzyıl Enstitüsü, (13 Mayıs 2013).

[12]Michael Rubin: Green Money / Islamist Politics in Turkey, The Middle East Quarterly, Winter 2005, p.13-23.

[13]Nusret Kebapçı: Küresel Sermaye Kazandı, Milliyet, (04 Ekim 2010).

[14]Barış Balcı: Türkiye’nin Asıl Açığı İnsan Gücü, Hürriyet, (7 Kasım 2013) içinde Harvard Üniversitesi Ekonomi Profesörü Ricardo Hausmann’ın açıklaması.

Sait Yılmaz

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...

Error: No articles to display