Bu sayfayı yazdır

Türk Kimliği

Yazan  06 Temmuz 2007
İnsanlar, renk ve boy farklılıkları dışında, fizyolojik özellikleri itibariyle birbirine benzeyen canlılardır. Bütün canlıklar gibi yemek, içmek, uyumak ve benzeri tabiî ihtiyaçlarını gidermek; olabileceğince uzun, sağlıklı ve varlıklı yaşamak için ç

Ancak, insanı diğer canlılardan farklı kılan başka özellik vardır.Bu özellik düşünme, konuşma, iletişim kurma, akıl yürütme, sosyalleşme, tercih belirleme ve bu tercihler doğrultusunda örgütlenerek tabiatı ve yaşama biçimini düzenlemedir. Bu özelliklerin oluşumu ve kullanılışı insandan insana, toplumdan topluma farklılaşır. Farklılaşmanın temelinde ise, benlik, kimlik ve kişilik yapıları bulunur.

Benlik; kişinin biyo-psikolojik varlığının temelini oluşturan, önceki nesillerden devralınan genetik veraset ile ilk sosyal aktarımların birleşiminden meydana gelir; toplumdaki yöneltici, sosyalleştirici tavırlar ve sosyal kontrol mekanizmalarının etkisiyle şekillenir. Ferdî anlamda benlik, insanın kendisi için biçtiği değer, kendisi ile ilgili özel hükümleridir. Ferdî benliğin sağlıklı veya sağlıksız oluşması; aile yapısının gücüyle ve millî benlik paydasından aldığı pay ile, özgün eğitim kurumlarının ve yaygın eğitim unsurlarının olumlu veya olumsuz yapılanmasıyla doğru orantılıdır. Ferdî benliğin, toplumun değer ve normlarıyla beslenmesi sonucu millî benlik teşekkül eder. Millî benlik; kişinin "ben"inden "biz" şuuruna geçmesi; Millete mensubiyet şuurundan kaynaklanan kollektif duygu, kabulleniş ve hayaller bütünüdür. Milletin, kendisi için biçtiği değerin göstergesi olan özel kabullenişler (duygu, düşünce ve hayaller); sosyal hayattaki algılayış, yorumlayış, tavır ve davranışların yanında, o milletin destanlarına, masallarına, halk hikâyelerine, şiirlerine ve atasözlerine yansır.

Kimlik, "Bir insanın başkaları tarafından nasıl görüldüğü, hangi değerin biçildiği" sorusuna verilen cevaplar sonucundan ortaya çıkan durumdur. Ferdî tanıtan, tanımlayan özellikler bütünü kimliğin göstergesidir. Ferdin, mensup olduğu milletle ilgili mensubiyet şuuru ve kabullenişlerinin dışa yansıyan nitelikleri millî kimliği oluşturur.

Kişilik, bir insanın benlik ile kimliği bütünleştirmesi, ahenkli davranışlar haline getirmesi sonucu ortaya çıkan durumdur. Millî kişilik ise, millî benlik ile millî kimliğin uyumlu hale getirilmesi; millî değer ve normlara şuurlu, akıllı ve ısrarlı bir şekilde sahip çıkılması halidir.

Bütün bu kavramlar ve tanımlarda öne çıkan birkaç hususu ayrıntılandırmak ve açıklığa kavuşturmak gerekir. Bu hususlar şu şekilde sıralanabilir: Ferdin benliği, toplumun değer ve normlarıyla sınırlandırılmadığı, şekillendirilmediği, bir başka ifadeyle toplumun kültürüyle kültürlendirilmediği takdirde kişinin kendini ifade etmesi, kabullenilmesi, sosyal toplumun bir parçası addedilmesi mümkün değildir. Esasen sosyalleşme olgusunun temelinde anlaşma ve iletişim kurabilme, karşılıklı kabullenme ve nihayet iş bölümünü gerçekleştirme bulunduğuna göre; ferdin kendini tanımlamasından çok, toplumun ferdi tanımlayış biçimi ön plâna çıkmakta; bu da "kimlik" unsurunu önemli kılmaktadır. Ferdi, toplum içinde toplumla birlikte var eden; onu, toplumun bir parçası, bir uzvu haline getiren kollektif kimliktir.

Kollektif kimliğin temelleri ve oluşumu konusunda ilk çağlardan günümüze kadar süregelen tartışma, teori ve uygulamalar görülmektedir. Bunların içinde zaman zaman ön plâna çıkanlar cinsiyet kategorisi, mekân veya ülke/toprak kategorisi, sosyo-ekonomik toplumsal sınıf kategorisi, din ve etnik kimlik kategorisidir.

Bu kategorilerin herhangi bir tanesinin kollektif kimliği oluşturmada yeterli olmadığı; kendi içinde sınırlamalar yarattığı, çelişkiler ve çatışmalar barındırdığı; dolayısıyla modern çağda, kollektif kimliğin kaynağının, millet ve millî kültür olduğu; millet ve millî kültürün oluşturduğu kimliğe de "millî kimlik" adının verildiği, üzerinde ittifak edilmesi gereken bir gerçektir. Bu gerçek üzerinde tartışma bulunmamakla birlikte, tarihî, siyasî ve sosyal gerçeklerle "millet"in tanımı konusunda farklı görüşler ortaya sürülmektedir. İngiliz sosyolog Anthony D.Smith "Millî Kimlik" adlı eserinde batılı anlamda millet kavramının, "tarihî bir toprağı/ülkeyi, ortak mitleri ve tarihî belleği, kitlevî bir kamu kültürünü, ortak bir ekonomiyi, ortak yasal hak ve görevleri paylaşan bir insan topluluğunun adı" olarak tanımlanabileceğini ifade etmektedir. Bu modelde birey, kendi seçebileceği belli bir millete aittir. Halk, ortak yasa ve kurumlara tabi siyasî bir topluluk olarak görülür. Ancak modelin ve tanımın kaynağına inmek bakımından Ernest Gellner ve Elie Kedourie'nin milliyetçilik kavramına yaklaşımlarını zikretmekte de yarar vardır. Gellner, "Thought and Change" adlı eserinde, "milliyetçilik milletlerin öz benlikleri konusunda uyanmış olmaları değildir, milliyetçilik olmadık yerde milletler icat eder, tamamen olumsuz olsalar bile kendisinin işleyebileceği, o milleti farklı kılan –önceden mevcut- bazı emarelere ihtiyacı vardır" der. Kedourie ise "Nationalizm" adlı eserinde, "Milliyetçilik 19.yüzyılın başlarında Avrupa'da icat olunmuş bir doktrindir" demektedir. Bu görüşlerin yanında, milletleşme sürecini Fransa'da le Play, Almanya'da Ratzel coğrafî faktörlere bağlamakta; Kautsky ise, iktisadî faktörle izah etmektedir. Ziya Gökalp milleti, "tarihî ve kültürel menşe birliğine sahip bulunan topluluk" şeklinde tanımlamaktadır. Milli kültür ise Sadık Tural'ın tanımlamasıyla, "Tarih bakımından mevcudiyeti kesin olarak bilinen bir toplumun, sosyal etkileşme yoluyla nesilden nesile aktardığı manevî ve maddî yaşayış tarzlarının temsil ve tecellî bakımından yüksek seviyedeki bir bileşiği olan, sebebi ve sonucu açısından ise, ferde ve topluma benlik, kimlik ve kişilik ile mensubiyet şuuru kazandırma, bütünleşmiş kılma, yaşanan çevreyi ve şartları kendi hedefleri istikâmetinde değiştirme arzu ve iradesi veren, değer, norm ve sosyal kontrol unsurlarının belirlediği bir sistemdir."

Tanımlardaki farklılıkların kaynağında, tanımı kabullenen toplumların milletleşme süreci ve toplumu oluşturan unsurların nitelikleri bulunmaktadır.

Milletleşme sürecine 18.yüzyıl sonlarından itibaren giren ve çeşitli soylardan gelen insanların oluşturduğu batılı toplumlarda milletin yapılırken, teritoryal kimliğe, ortak ekonomiye, ortak yasal hak ve görevlere öncelikli bulunulması tabiidir. Bu unsurlara ek olarak milleti oluşturan değerlerden birisinin, "kitlevî bir kamu kültürü" olduğu ifade edilmektedir. Kamulaştırılarak resmî bir kimlik kazandırılsa da, kazandırılmasa da "kitle kültürü" kavramının uyandırdığı çağrışımlar, milli kültür kavramından farklıdır. Batılı 1800-1900 yılları arasında hızlı sanayileşme ve kentleşme süreci sonunda ortaya çıkan ve Marks'ın "kapitalizmin yedek ordusu" adını verdiği Lumpen Proleterya'nın kentlerde yığınlaşması ve doluluk meydana getirmesiyle oluşan kitle-toplumun kendine has özellikleri, bu özelliklere uygun biçimde oluşmuş bir kültürü vardır. Bu kültürün adı, "kitle kültürü"dür. İspanyol düşünürü Jose Ortega Y.Gasset'in "Kitlelerin Ayaklanışı" (1930) adlı eserinde öne sürdüğü; Nikolay Danilevski, Oswald Spengler, Arnold Toynbee, Nikolay Berdyaev ve Walter Schubart tarafından da desteklenen görüşe göre, 20. yüzyılın bir ürünü olan kitle kültürü uygarlığımızı tehdit edici niteliklere sahiptir.

Ayrıca, batılı toplumlar gözden geçirildiğinde, millet kavramını tanımlamalarındaki farklılıkların fiilî gerekçeleri bulunduğu da söylenebilir. Mesela, İsveçliler için millet, ortak vatanda yaşayan insanlar topluluğudur. Zira bu ülkede farklı diller ve kültürler mevcuttur. Romanyalılar için, milletin temeli dildir; zira oluşumları dil esasına dayanmaktadır. Avusturyalılar, kendilerini Almanlardan ayıran, farklılaştırıcı temel unsurun mezhep olduğunu düşündüklerinden milliyetlerini mezhebe dayandırırlar, zira Almanlar protestan, Avusturyalılar katoliktir.

Bütün bu açıklamalar sonucunda şu hükme varmak yanlış olmayacaktır: Toplumların kimliği, onların milliyetidir. Dolayısıyla milliyet ve kimlik kavramları birbirinden ayrı düşünülemez. Ancak kimliği (veya milliyeti) oluşturan unsurlar azalıp çoğalabilir, bazen bu unsurlardan biri veya birkaçı ön plâna çıkabilir. Dolayısıyla millet ve kimlik tanımı farklılaşabilir.

Konuya "Türk Kimliği" açısından bakıldığında, Türk tarihinin her döneminde milliyetin ve kimliğin oluşumunda dil, din, kültür ve devletin bir bütün halinde öne çıktığı görülür.

Devlet, bir vatana bağlı olarak ortak egemenliği sağlayan siyasî teşkilatlanmanın adıdır. Türk tarihinde ortak egemenlik altında yaşamak, toplumdaki hareketliliği ve geçişgenliği sağlayan ana unsur olarak kabul edilmiş; bu egemenlik alanında serbestçe dolaşıp ticarî ve sosyal ilişkiler kurularak kültürel hareketlilik, değişme, etkileşme ve benzeşme gerçekleştirilmiş; ortak dil, kültürel ve kimliğin oluşumu ve sürekliliği sağlanmıştır. Ata yurttan koparak Avrupa'ya ve Doğu'ya açılan Türk toplulukları, kurdukları devletler sayesinde kimliklerini ve varlıklarını korumuşlardır. Bu sebeple Türk tarihinde "il tutmak" (devlet kurmak, devlet sahibi olmak) ifadesinin önemli bir yeri vardır. Türk tarihinde 103 devlet kurulmuş olmasının sebebi budur. 8.yy'dan günümüze gelen Göktürk Bengü Taşları'nda "Türk Milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, Kağan yaptığı kağanını kaybetmiş. Çin Milletine beylik erkek evladını kul, hanımlık kız evladını cariye kılmış. Türk beyleri Türk adını bırakmış" sözleri, bu önemin göstergesidir. Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadolu toprakları üzerinde her türlü imkânsızlığa rağmen ve yüz binlerce can pahasına kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu bakış açısının ürünüdür.

Dil unsuru, tarihin bütün dönemlerinde Türk milliyetinin ve kimliğinin ana temellerinden birisini oluşturmuştur. Avrupa'da yazı dillerinin meydana geldiği dönemlerle Göktürk Bengü Taşları'nda kullanılan dil kıyaslandığında, Türk yazı dilinin çok eski dönemlerde teşekkül ettiği görülmektedir. Dile verilen önemli yansıtması bakımından M.S. 581 yılında Doğu Göktürk Hakanı Işbara Hanın, yardımını istediği Çin İmparatoru'nun ileri sürdüğü şartlara karşı verdiği cevap dikkate değerdir. Işbara Han, "Oğlum sarayınıza gelecek ve her yıl haraç olarak, ilahî bir soydan gelen atlar takdim edecek, her gün sizin emrinizde olacaktır. Fakat elbiselerimizin önünü kesmeye, omuzlarımızda dalgalanan saç örgütlerimizi çözmeye, dilimizi değiştirmeye ve sizin törelerinizi kabul etmeye gelince, bizim adetlerimiz ve geleneklerimiz o kadar eskidir ki, ben şimdiye kadar bunları değiştirmeye cesaret edemedim; bütün milletim de aynı kalbi taşıyor…". Anadolu sahasında 1277 yılında Karamanoğlu Mehmet Bey'in "Divanda dergâhta ve bârigâhta bundan böyle Türk dilinden başka lisan kullanılmayacağı"na dair fermanı ve nihayet Türk dünyasındaki toplulukların "Türk Dilli Halklar" şeklinde isimlendirilmesi; Anadolu, sempati duyulan insanların, "dili dilime, dini dinime uygun" olarak tanımlanması, dil konusundaki hassasiyetin sadece birkaç örneği niteliğindedir.

Din unsuru, İslamî anlamda Türk kimliğinin özellikle son 10 yüzyıllık değerlerinden birisidir. Türk dünyasının %95'i müslümandır. Ancak Türk'ün dinî hayatında İslâm, en yoğun şekliyle iman sahasına hükmetmekle; İslâm'ın yardımlaşma, güzel ahlâk, temizlik gibi emirleri sosyal hayatı düzenlemektedir. İbadet ve muamelat sahasında ise zaman zaman değişkenlik gösteren yorum ve uygulamalar mevcuttur.

Türk toplumunun dinle ilgili telakkîlerinde daha önceki dinin ritüelleşmiş izlerini bulmak her zaman mümkündür. Bilge Kağan'ın Göktürk Bengü Taşları'ndaki "Men tengri tez tengride bolmış Türk Bilge Kağan" ifadesi, destanlara "mavi ışık içinde gelen kurt veya kız" şeklinde yansımış; ilahî kaynakla münasebet, Osmanlı padişahlarından "Zıllullah=Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" olarak ünvanlaştırılmıştır. Azerbaycan'da bir ailenin ağır bir şekilde hastalandığı zaman çocuğun yakın bir dost evine götürülmesi ve çocuk yaşadığı takdirde, evine götürülen dostun manevî evladı olması; eski dinden gelen bir ritüeldir. Bu ritüeller, ateşe su döküp söndürmemek, ocağı kutsal kabul etmek, ağaca bez bağlamak, kurban bayramında ateşe yağ döküp evi yağ kokutmak… gibi uygulamalarla Türk dünyasının değişik coğrafyalarında yaygın biçimde yaşamaktadır.

Dolayısıyla gerçekte dinde bulunmayan fakat zaman zaman dinî bir tavır ve uygulama gibi algılanan bu ritüeller, Türk toplumunu diğer Müslüman toplumlardan farklılaşmakta ancak kendi aralarında özel bir kimlik oluşturmada etkili olmaktadır.

Kültür; başka toplumlardan farklılaşmış ancak bir milletin mensupları arasında ortak nitelik kazanmış algılama, yorumlama, tavır, davranış ve yaşayış şekillerinin genel adıdır. İnsanlar en çok anladıkları ve anlaştıkları, iletişim kurabildikleri, benzeştikleri insanlarla bir arada bulunmayı, yaşamayı ve paylaşmayı arzu ederler ve bunu gerçekleştirirler. Bu unsurlar müşterek bir kültürel kimliğin göstergesidir.

Millî kimlik, siyasî ya da coğrafî gerekçelerle ayrı düşmüş insanları birbirini aramaya, birleşmeye, bütünleşmeye yönlendiren bir güç, bir vakıadır. Nitekim, Türkçülük hareketinin Orta Asya ve Kafkasya sahasında başlaması; bu hareketin temsilcilerinin Anadolu sahasıyla irtibat kurarak etkili olmaları bir tesadüf değildir. Kazan'lı Şehabettin Mercanî'nin, Kırım'lı İsmail Gaspıralı'nın, Azerbaycan'lı Mirza Feth Ali Ahundzade'nin, Kazan'lı Yusuf Akçura'nın, Karabağ'lı Ahmet Ağaoğlu'nun, Azerbaycan'lı Hüseyinzade Ali BEY'in Anadolu'daki faaliyetleri ya da Enver Paşa'nın Türkistan'daki şehadeti bu arayışın ve buluşmanın sonuçlarıdır.

Dursun DAĞAŞAN

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Yönetim Kurulu Üyesi