Bu sayfayı yazdır

İSLÂM DİNİ, ARAP IRKÇILIĞINA İZİN VERİR Mİ?

Yazan  21 Şubat 2020

Özellikle son yıllarda ümmetçilik adı altında örtülü bir Arapçılık yapmak bazı kesimlerde pek revaç bulmaya başladı.

Arap yayılmacılığının bir kısmı doğrudan doğru Araplar tarafından yapılmakla birlikte büyük bir kısmı ümmetçilik ve mehdi beklentisi adı altında emperyalist güçler marifetiyle yürütülmektedir. Bedevi Arapçılığın üçüncü ayağını ise kendi milletine yabancılaşmış kimselerin bilerek veya bilmeyerek yaptığı faaliyetler oluşturmaktadır. Araplar bunu doğrudan doğruya Bedevi Arap asabiyetine, kabileciliğine ve kibrine dayalı zihniyetin gereği olarak yapmaktadırlar. Burada dinî gayretin olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Çünkü bu konuda hem dinî dayanaklarının olmadığının farkındadırlar, hem de Araplar için kabile ırkçılığı tarihin bütün döneminde saf İslâm anlayışının her zaman önünde olmuştur. Fakat bu tür gayretler içinde bulunan Türklerin büyük bir kısmının hareket noktası İslamiyet üzerinden Araplara duyulan özenti ve hayranlıktır diyebiliriz. Bu konuda asıl tehlike özel olarak yetiştirilmiş veya çeşitli bağlantılar sebebiyle İhvanı Müslim benzeri Arap kökenli örgütlerle işbirliği içinde olan kimselerin bilinçli Arapçılık faaliyetleridir. Bunların iktidarla yakın ilişki içerisinde bulunması durumu daha da vahim hale getirmektedir.

Yerli Müslümanların, kendi devlet yapılarını tehlikeye uğratacak şekilde ümmetçi veya mehdici politika gütmelerinin en önemli belirleyici gücü emperyalist odaklar olmuştur. İşlerini her zaman taşeron örgütler üzerinden yürüten bu odakların bu konudaki niyetlerini Arnold Toynbee’nin (Dünya, Batı ve İslam, İstanbul, 2002, s. 26) şu sözlerinde buluyoruz: “Güney Müslümanlığı, Eşarilik (Fas’tan Arabistan’a) bizim için tehlike olmaktan çıkmıştır. Bir şeyh satın alır, hepsini yönetirsiniz. Bizim için Kuzey Müslümanlığı (İstanbul’dan Buhara’ya olan Türk bölgesi), Maturidilik tehlikelidir. Bunlar bilimle barışıktır. Bu nedenle her zaman Atatürk gibi bir âsi çıkabilir. Önlemi şimdiden alınmalıdır.” Toynbee’nin, bu sözlerinden akılcı Maturidî akidesine sahip kuzey Müslümanlarının yani Türklerin nakilci Eşari düşünceye sahip güney Müslümanlarına yani Araplara benzetilmesinin gerekliliği gayet açıktır.    

Türkiye’nin ekmeğiyle büyüyüp, hatta muhtemelen Türk soyundan gelip mevki makam elde etmiş olan bazı kimseler son zamanlarda bu ideolojilerini İslamiyeti de alet ederek Türklük duygusunu tamamen silme gayreti içerisine girdiler. Bunun için milletlerarası konferanslar düzenlemek, anayasa taslağı yapmak, bayrağın şeklini, devletin ismini, başkentini belirlemek ve resmi dilinin Arapça olduğunu ilan etmek cüretini gösterdiler. Elbette bunlar sırf İslamcılık ve Arapseverlik adına yapılmış romantik faaliyetler değildir. Bu toplantılarda, onların siyasal Hristiyanî bir söylem ve eylem biçimi olan “yakında geleceği beklenen “Mesih’in yolunu hazırlamak”la görevli olma” misyonları, bu zümrenin gerçek yüzlerini ve projelerini ifşa etmeye kâfi gelmektedir. Aslında tıpkı Yeni Osmanlıcılık gibi siyasi ümmetçilik de bazı muhteris kimselerin iştahlarını kabartmak için bir tuzaktan ve kitleleri görmez, işitmez, düşünemez hale getirmek için icat edilmiş afyondan başka bir şey değildir.

Bu düşüncenin lokomotifi durumunda olan kimseler trenlerinin hedefini ve ara istasyonlarını bilseler de tren katarının gövdesini meydana getiren vagonlarının bunları bilmesi mümkün değildir. Onlar başlarına geleceklerden habersiz bir şekilde taşıdıkları yükle ve tekerleklerin, makasların çıkardığı gıcırtıların yankılarıyla huşu içinde şen ve mesrurdurlar. Çünkü bunlar kendilerini Kuran’ın kendileri hakkında söylediklerinden habersiz bir şekilde Allah’ın kutsal beldeleri Kudüs, Medine ve Mekke’nin yolcusu ve İslam’ın kolu, kanadı olarak görmektedirler. Oysa İslâm dini ne Mehdi inancına izin verir, ne de siyasi ümmetçi bir anlayışa sahiptir. Bu sebeple konuya bu iki açıdan bakmak doğru olacaktır:

1- Mehdilik açısından

Her şeyden önce Kuranıkerim’e göre Mesih’in (Hz. İsa’nın) veya / yani Mehdi’nin gelmesi diye bir haber veya en ufak bir işaret söz konusu değildir. Bazı kimseler Kuran’daki “Allah’ın; Hz. İsa’yı kendi katına yükselttii” şeklindeki bir ifadeyi (Nisa, 159), onun ölmeyip tekrar gökten yeryüzüne ineceği şeklinde anlamışsalar da durum hiç de onların zannettikleri gibi değildir. Çünkü diğer pek çok ayette bütün insanlar ve peygamberler gibi Hz. İsa’nın da öldüğü gayet şekilde beyan edilmiştir (Al-i İmran, 55; Maide, 116; Enbiya 8-9). Bu sebeple mehdi inancıyla ilgili rivayetlerin ana kaynağı hadis külliyatına hulul eden Yahudi kökenli rivayetlerdir. Bunlara Hıristiyanlıktaki Mesih inancını da ekleyebiliriz. Zira Yahudilikte halen de devam eden inanışa göre bir kurtarıcı gelecek ve bütün Yahudileri bir araya toplayıp Kudüs’teki Süleyman mabedini tekrar inşa edecektir. Hristiyanlıkta ise Mesih insanların günahlarını kendi omuzuna almak için çekildiği gökyüzünden tekrar yeryüzüne inerek insanları hidayete davet edecek, böylece yarım kalan misyonunu tamamlayacaktır. Esasen hangi kültürde olursa olsun bir kurtarıcı beklemek, çaresizliğin ve süfliiğin ikrarından başka bir şey değildir. Böyle bir pasiflikten kurtulmak, ideoleojilerine dinamizm ve meşruiyet kazandırmak isteyen bazı Hristiyan kiliseleri (Evangelistler) 1846 yılında “Mesih’in gelişini kolaylaştırmak için hazırlık yapma” kararını almıştır. Evangelistlere göre bu aşamada Ortadoğu’da oluk oluk kan akacak ve sonunda yapılacak olan Armageddon savaşı ile iyiler yani Mesih galip gelerek bin yıl hüküm sürecektir.

Şia inancında mehdilik beklentisi dinin iman esasları arasında yer almakla birlikte Sünnilikte bu inanç asla akide konusu değildir. Hatta yakın zamana kadar kültürümüzde de fazla bir yer tutmazdı. Fakat iç içe yaşadıkları Yahudi ve Hristiyanlardan ve hadis olarak kabul edilen sözlerden etkilenen bir kısım Sünni Müslüman okuryazarlar ve bunlara uyan avam arasında mehdi inancına rastlandığı da doğrudur. Ana hatları ile söylemek gerekirse bir kısım Müslümanlar arasındaki bu inanışa göre, kıyamete yakın bir zamanda zuhur edecek olan deccalı (Hristiyanlıkta Anti Christ) yok etmek için bir mehdi gelecektir. Hatta bir inanışa göre bu kimse İsa olup, Şam’daki meşhur Emevi Camii’nin Hz. İsa adı verilen minaresine inecek, kılıç kuşanıp beyaz bir ata binerek göreve oradan başlayacaktır. Kuran açısından tamamen hurafe olan bu inancın ülkemizde yaygınlık kazanması daha çok Saidi Nursi sayesinde mümkün olmuştur. Bunda onun, Kuran’daki bazı ayetlerin bu görev için kendisini işaret ettiği yolundaki iddialarının payı olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Onun güdümünde gidenlerin yaptığı 15 Temmuz kalkışması tam da böyle bir zihniyete ve gayeye matuftur.   

Bu tür hurafeler karşısında bir Müslümanın sorması gereken ilk soru şu olmalıdır:

“Âhir zamanda geleceği iddia edilen mehdi (hidayete erdiren, rehber), Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslâm ve onun kutsal kitabı Kuran ile mi, yoksa bunlardan başka bir şahıs ve kitapla mı amel edecektir?”

Eğer bu sorunun cevabı “evet, beklenen mehdi Hz. Muhammed’den başka bir resul ve Kuran’dan başka bir kitap ile amel edecek” şeklindeyse, hükmü sonsuza kadar devam edeceğine inandığımız Kuranın bu kimselere verdiği cevap sonsuza değin sürecek şiddetli bir azaptır.

Eğer bu soruya verilecek olan cevap, “Hayır, o gelecek kişi Hz. Muhammed’in ve Kuran’ın izinden gidecek” şeklindeyse Kuran günümüze kadar hiç değişmeden gelmiştir ve muhtevası da herkes tarafından bellidir. Bu sebeple böyle ne olduğu belirsiz, her türlü istismara açık bir mehdi inancının İslam’da yeri olamaz. Görüldüğü üzere her iki halde de mehdilik, boş bir inançtır.

Aslına bakılırsa yüce Kitabımızın kendisi hakkında Mehdi kelimesi ile aynı kökten gelen “huden” (hidayet rehberi) (Bakara, 2) sıfatını kullanmış olması, artık başka bir mehdiye gerek olmadığını gayet açık şekilde ortaya koymaktadır. Zaten kitaplı veya kitapsız elçilik (hidayete davet etme) görevi Hz. Muhammed ile bitmiştir. Bu sebeple Allah resulünün görevini üstlenmek için birisinin geleceğini söylemek veya bizzat kendisinin mehdi olduğunu iddia etmek sahte peygamberlikten başka bir şey değildir. Böyle bir sav, din ve devlet için fitneden, terörden başka bir şey değildir. Nitekim FETÖ kalkışması da aslında bir yönüyle mehdilik iddiasının sadece acı neticesidir. Bu tür safsata kabilinden inanışların görünen hedefi İslâm’ın ihyası olmakla birlikte asıl hedef milli devletin yok edilerek emperyalizmin güdümünde misyonerlik emellerine açık, değerlerini yitirmiş halklar yığını oluşturmaktır.

2- Ümmetçilik açısından

Ümmetçiliğin nasıl bir zihniyetin ürünü olduğunu sorguladığımızda karşımıza şuuraltında bireyi hor görüp otoriteyi kutsayan bir psikoloji çıkar. Bunun ailedeki karşılığı ataerkil aile yapısıdır, Yani bütün fertler ancak üst bir otorite sayesinde varlıklarını sürdürebilirler. Aksi takdirde ailenin fertleri hayat şansı bulamazlar. Bunun bir adım ötesi kabilecilik, daha ilerisi ise ümmetçiliktir. Bu tür bir zihniyette öncelikli olan husus “ötekinin” karşısında kendisini güven içinde hissetmektir. Refah, hürriyet ve insanın kendisini keşfedip gerçekleştirmesi gibi ileri kavramlar bu tür otoriter yapıda öncelikli yere sahip değildir. Ya da bunlar ancak ümmet birliğinin gerçekleşmesi ile mümkündür. Hatta bireyler çoğu zaman bunların ne anlama geldiğini dahi bilmezler. Onlar için önemli olan, hangi yöntemle olursa olsun, “ötekine” üstün gelmektir. Bundan dolayı bu toplumlarda idareci çoban, diğerleri ise sürüdür. Hatta aslında idarecilerin, halka karşı sorumluluğunu dile getirmek için söylenen “hepiniz çobansınız ve sürülerinizden mesulsünüz” hadisi (Buhari, Nikâh, 91) bu otoriter yapıyı pekiştirmek için delil olarak kullanılır. Oysa Kuran’daki, “bizi güt demeyin, bizi gözetin” ayeti (Bakara, 104), bu denetimin “çoban-sürü” değil, “adil ve bilge yönetici-hür insan ilişkisi” çerçevesinde olması gerektiğini işaret etmektedir.

Kuran’a göre insanlar bir tek millet veya ümmet halinde değil, kabile kabile, millet millet (Hucurat, 13), ümmet ümmet yaratılmıştır. Bu arada Kuran’daki ümmet kelimesinin asıl anlamının toplum demek olduğunu da belirtelim. Allah, kendi eliyle yarattığı insanların yeryüzünde din ve kan birliğine bağlı tek bir toplum değil, pek çok toplum ve kültürler halinde (Hucurat, 13) yaşamasını murat etmiş, fakat yanlış yaptıkları takdirde bunun hesabını verecekleri belirtilmiştir. İnsanların farklı toplumlar halinde yaratıldıklarının delili şu ayetlerdir:

Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet (toplum) yapardı” (Maide 48).

Allah isteseydi sizi bir tek ümmet yapardı” (Nahl, 93¸ Hud, 118).

Eğer Allah dileseydi, onları herhalde tek bir ümmet kılardı” (Şura, 8).

Biz her ümmete bir ibadet tarzı verdik, onlar bu tarz üzere ibadet ederler” (Hac 67).

Her ümmete kendi elçisi geldiğinde onu yalanladılar” (Mü’minun, 44)

O gün sen, her ümmeti diz üstü çökmüş (toplanmış) olarak görürsün. Her ümmet, kendi kitabına çağrılır” (Casiye, 28).

Yine Kuranıkerim’de insanların farklı dillerde ve renklerde olması da Allah’ın ayetlerinden biri olarak gösterilmiştir (Rum, 22).

Fakat insanlar farklı toplumlar, kabileler, milletler ve ümmetler halinde yaşasalar da Allah’ın varlığına, birliğine inanmak, başka bir şeyi eş koşmamak, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmamak ve salih amel işlemekle yükümlüdürler.

Bu sözlerimizden de anlaşılacağı üzere Allah’ın belki de hiç istemediği şeylerin başında yeryüzündeki insanların tamamının tek tip zevke, kültüre, ideolojiye ve hayat tarzına sahip olmasıdır. Bu sebeple insanların kendi değerlerini yaşaması ve tanıtması teşvik edilmekle beraber, başka insanlara bunları zorla kabul ettirmek hoş karşılanmamıştır. Bu konuda bilinen en meşhur ayet “dinde zorlama yoktur” âyetidir (Bakara, 256). Yine Kuran’da Peygambere “sen sadece bir uyarıcısın, tebliğcisin” (Fâtır, 23) hitabını da hatırlamak gerekir. Nitekim Hicretten sonra Hz. Peygamber’in Medine^deki farklı farklı kabilelerle yaptığı antlaşmada yani Medine Sözleşmesinde Yahudi kabilelerinin müminlerle beraber “ümmet” diye anılması bu ayetlerin canlı uygulaması olarak görülebilir.

Sözün özü şu ki yeryüzünde nasıl ki ağaçlar, çiçekler farklı farklı ise insanlar da kendilerine verilen düşünme, hissetme, hayal etme ve yaratma yeteneklerini kullanarak çoklu ve çoğulcu bir hayat süreceklerdir. Din adına söz söyleyecek kimselerin önce bu Kuran hakikatlerini bilmesi gerekir. Hem ayetler, hem de bizzat İslâm Peygamberinin uygulamaları ümmet kavramının dinsel ve siyasal bir kavram olmaktan çok, sosyolojik bir kavram olduğunu işaret etmektedir. Yine bunları dikkate aldığımızda, ümmetin, ümmetçilik adı altında dinî bir ideoloji olarak piyasaya sürülmesi mümkün değildir.

Sözün burasında “Müslümanlar niçin bir tek merkezden yönetilmesin, bir bütün olmasın da parçalar halinde yaşasınlar?” sorusunun da cevabını aramak gerekir.

Bu soruya cevap vermek için önce Müslümanları yönetecek olan o “bir tek merkez”in ne olduğuna bakmak gerekir. Müslümanları idare edeceği varsayılan bu merkez ilmi, aklı, adaleti, maslahatı (halkın menfaati) hoşgörüyü, ihsanı, dürüstlüğü, işi ehline vermeyi, liyakatı, ileri görüşlülüğü, istişareyi, güzelliği (estetik anlamda), zorluklara karşı cesareti, direnmeyi, sürati ve teknolojiyi esas almak durumundadır. Bunları terk edip hurafeyi, kini, nefreti, şatafatı, yalancılığı, çıkarcılığı, adam kayırmayı, rüşveti, tutarsızlığı, zorbalığı, emperyalistlere teslimiyeti, ilkelliği ve çirkinliği din haline getirmiş bir ŞAHIS mı, yoksa şahıs değil de İLKELER ve KURUMLAR mıdır? Kuran hiçbir zaman şahısları merkeze alan bir kitap değildir. O her zaman ilkeleri esas alır. Hilafet, saltanat, mehdilik ve ümmetçilik yanlısı kimselerin yüzyıllardan beri anlamadığı, anlamak istemediği şey budur. Ve bu durum niteliği değil niceliği, özü değil şekli yüceltmektir. Aynı zamanda soyut düşünceyi kavrayamamış, benliğini yenememiş, şahısları, zümreleri yücelten, somuta dayalı kısır Bedevi zihniyetin ürünüdür. Oysa uygar zihniyette ve toplumlarda olduğu gibi Kuran’da da durum bunun tam tersidir.

İşte bu sebepledir ki Kuran’ın hiçbir yerinde devletin şekli, adı, sistemi ve yapısı hakkında en ufak bir işaret yoktur. Hadislerde de böyle bir ipucu gösterilemez. Çünkü önemli olan bunlar değil, ilkeler ve toplumu meydana getiren insanların bu yüce değerleri benimseyip uygulama yeteneğine ve gücüne kavuşmasıdır. Diğer bir deyişle esas olan şekil değil özdür. Bu anlayış Kuranın evrensellik ilkesine de uygundur. Çünkü zaman içinde toplumlar da değişmekte ve evrim geçirmektedir. Bu sebeple devlet gibi bir kurumun şeklini ve yapısını dondurmak, bilhassa da şahıs, şekil ve gelenek zeminine oturtmak asla gerçekçi bir çözüm olamaz. Çünkü önemli olan insanların huzuru, güveni, refahı ve insanca yaşamasıdır. Elbette aynı inanca, ülküye, tarih ve vatan şuuruna sahip olan insanların birlikte dayanışma halinde yaşaması esastır. Fakat yukarıda belirttiğimiz ilkeleri hayata geçirmedikten sonra, ümmetçilik fikri önce hayale, sonra da dışarıdan gelecek ağır saldırılarla hayalete dönüşebilir.

Kuran’ın bu mesajının Emevilere kadar doğru anlaşılıp doğru uygulandığını görüyoruz. Gerçekten de Hz. Peygamber, kendisinden sonra İslâm toplumunun nasıl yönetileceği, idare şeklinin ne olacağı ve kimin yönetici olması gerektiği yolunda herhangi bir yönlendirme yapmamıştır. Hz. Ebu Bekir, Ömer’in tavsiyesi üzerine kabile ileri gelenlerinin biatını almak suretiyle seçilmiştir. Ömer, vefatından önce Ebu Bekir’in tavsiyesi üzerine emir olmuş, Hz. Osman, Hz. Ömer’in tavsiye ettiği altı kişi arasından seçilmiş, Hz. Ali ensarın ve muhacirinin onayları ile Müslümanların başkanlığına getirilmiştir. Görüldüğü üzere her halifenin seçiliş yöntemi farklıdır. Üstelik Ebubekir ve Ömer halife değil, “müminlerin emiri” sıfatını kullanmışlardır. Çünkü bunlar halifeliğin ve saltanatın İslamla bağdaşmayacağını, Allah’ın, her kim olursa olsun, insan türünü yeryüzünün halifesi olarak yarattığını çok iyi bilmekte idiler. Halifeliği saltanat haline dönüştüren Muaviye’dir. Dolayısıyla ümmetçiliğin en temel iddialarından biri olan hilafeti ve saltanatı İslâmî bir kurum olarak kabul etmek mümkün değildir.

 Ümmetçi zihniyete sahip olan kimseler ya tarih bilmediği, ya da onu okuma, yorumlama becerisine sahip olmadığı için 1920’lere gelinceye kadar yeryüzündeki Müslümanların halifenin müşfik kanatları altında kardeş kardeşe yaşadığını düşünmektedir. Bu romantikten de öte fanatik anlayışa göre Atlas okyanusundan Çine kadar olan geniş İslam coğrafyasında hiçbir Müslüman diğerini incitmemiş, haksızlık yapmamış, haksızlığa uğramamış, acıkmamış, susamamış, herkes ibadetini tam yapmış, hiç suç ve günah işlememiş; ne olmuşsa cennetmekân Sultan Abdülhamid Han’dan sonra olmuştur! Ama tarih bize hiç de öyle demiyor.  

Bir defa, Hz. Ömer’den sonra, bilhassa da Osman’ın son yıllarından itibaren Müslümanlar kendi aralarında önce kırılmalar, sonra da parçalanmalar yaşamıştır. Ve bu parçalanmalar çatışmalara, çatışmalar husumete dönüşmüştür. Emevilerin, aynı ümmetin parçası olan halklara uyguladıkları kabile esasına dayalı zulüm, sonlarını getirecek olan sosyal patlamalara sebep olmuştur. Hatta onlar, Müslüman olmayanlardan alınan cizye ve haraç vergisinin azalmaması için başka halkların Müslüman olmalarını istememişlerdir. Bunların hepsi de “ümmetin” halife tarafından idare edildiği zamanlarda meydana gelmiştir.

Ne gariptir ki bütün dünyadaki Müslümanların lideri konumunda olan bu halifeler kendi tahtlarını korumak için çoğu zaman başka birilerine muhtaç duruma düşmüşlerdir. Bunların en meşhur örneği Abbasi halifesinin, Büveyhoğulları vezir ailesinden kurtulmak için Selçuklu sultanı Tuğrul Beyden yardım istemesidir. Ya da devlet yönetiminde asıl söz sahipleri vezirler ve kadın sultanlar olmuştur. Halifenin emirleri altında bulunan sultanlar, beyler, aşiret reisleri efendilerini dinlemedikleri gibi birbirleriyle amansız mücadeleye girişmişler, hatta rakiplerine karşı Hristiyan devletlerle, krallıklarla işbirliği yapmaktan çekinmemişlerdir.  Daha da beteri, başta Emevi halifeleri (Ömer bin Abdülaziz hariç) olmak üzere sarayda işlenen İslamla bağdaşması mümkün olmayan fısku fücurun haddi hesabı yoktur. Tabii ki bunların çoğundan zavallı halk haberdar değildi. Çünkü onlar “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” sıfatını taşıyan padişahları ve halife efendileri için çalışmak ve dua etmekle meşgul idiler.

Elbette bütün halifeler ve sultanlar böyle değildi. İçlerinde ülkelerini yukarıda saydığımız ilkeler çerçevesinde yöneten idareciler de vardı. Fakat bu tip yöneticilerin bile ümmetin kendileri gibi değerli diğer yöneticileri ile mücadele içinde olduğu da bir hakikattir. Ne kızıktır ki bu kanlı mücadelelerin büyük bir kısmı da “ümmetin birliğini sağlamak” adına yapılmıştır. Fakat bu ümmet birliği hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Çünkü artık ne Hz. Muhammed gibi bir peygamber, ne Hicaz ve çevresiyle sınırlı küçük homojen bir toplum, ne de hayattan beklentileri kısıtlı insanlar vardır. Zaten halkın da böyle bir ümmet birliği özlemi ve düşüncesi olmamıştır.

1789 Fransız İhtilâli’nden sonra Batı’da ortaya çıkan milliyetçilik fikirlerine sadece ulus devlet arayışları ile sınırlı kalmadı. Dinsel alanda da bilinçlenmelere yol açtı. Amerika Protestanlığın koruyucusu ve misyoneri olurken Rusya da Ortodoks kilisesinin ve cemaatinin gelişmesini kendisine gaye edindi. Ayrıca Yahudiler de Arz-ı Mevutta bir devlet kurmanın çabası içerisine girdiler. Bütün bu gelişmeleri derinden yaşayan Osmanlı imparatorluğu aydınları arasında böylece ümmet ve ümmetçilik fikri şekillenmeye başladı. O zamana kadar “toplum” ve “topluluk” anlamında sadece sosyolojik kavram olan “ümmet” ideolojik bir mahiyet kazanmaya başladı. 1946 yılında İsrail’in kurulup Araplarla girdiği savaşları kazanarak mukaddes Kudüs şehrini işgal etmesi Müslümanlar arasında yakınlaşma ve işbirliği yapma duygularını harekete geçirdi. Böylece ümmet ve ümmetçilik kavramları siyasal İslamcılığın en önemli sloganı haline geldi. Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesi ve onu takip eden gelişmeler bu ümmetçilik fikrinin bazı kesimlerde daha da radikalleşmesi doğurdu.

Batılı emperyalistlerin menfaatleri doğrultusunda tamamen bedevi bir dünya görüşü ve eylem tarzıyla hareket eden bu gruplar büyük bir kesimde nefret uyandırdıysalar da bazı ülkelerde tutunmayı da başardılar. Yaşanan bazı olaylar millet ve milliyet karşıtı, medeniyet ve medeni kavramlarla kavgalı bu zihniyetin en yaygın olduğu ülkeler arasında ne yazık ki Türkiye gibi bir ülkenin de olduğunu göstermektedir..

Ümmetçilik fikrini savunanlar İstanbul’daki son ASSAM toplantısı kararlarında olduğu gibi Arapçayı ümmetin dili olarak görmek suretiyle Arap kültürü etrafında bir oluşumu planlamaktadırlar. Kendilerince İslam toplumlarında bunun alt yapısı da mevcuttur. Çünkü her şeyden önce Hz. Muhammed Araptır ve Kuran’ın dili Arapça’dır. Yine yaygın kanaate göre Melekler kabirde soruları Arapça sorup cevapları Arapça isteyecek, mahşerde duruşma Arapça olacak, Cennette Tanrı ve melekler insanlarla Arapça konuşacaktır. Ve yine onlara göre Arapça kelime hazinesi ve soyut kavramları ifade etmek bakımından en zengin dildir.

İlk başta haklıymış gibi gözüken bu savların Araplık ve Arapçılık lehine hiçbir inandırıcılığı yoktur. Şöyle ki: Kuran’ın ifadesine göre diğer kavimlere kendi içlerinden nasıl ki bir yalvaç gönderilmişse, Araplara da kendi içinden. Hz. Muhammed görevlendirilmiştir. Bu durumda, şayet Araplar kendi akrabası olan bu resul ile kavimlerine bir pay çıkarma hakkına sahip iseler, Keldaniler, Asuriler, İbraniler vs de aynı gerekçeyle aynı hakka sahiptir demektir. Bu durumda Arap soylu olmanın hiç de bir imtiyaz olmadığı görülecektir. Araplar için söylendiği varsayılan “kavm-i necip” (temiz, asil kavim) ifadesinin ne kadar boş bir yakıştırma olduğu, özellikle yakın zamanlarda yaşanan İslâm’la bağdaşması mümkün olmayan ihanetler, cinayetler, ilkellikler ve aymazlıklar bir tarafa, Kuran’ın incelenmesiyle hemen anlaşılacaktır. Çünkü Kuran’da pek çok yerde doğrudan doğruya isim zikredilerek “Araplar” hakkında çok ağır ifadeler vardır (Tevbe 90, 97-99, 101; Fetih 16; Hucurât 14.). Bunlardan en ağırı olan Tevbe suresinin 97. âyeti şöyledir:

(Bedevi) Araplar küfür ve nifak yönünden

daha beterdir (şehirlilerden.)

Ve yine, Allah'ın resûlüne indirdiği hükümlerin

sınırlarını bilmemeye daha yatkın.

Allah bilendir ve hüküm, hikmet sâhibidir lâkin

Benzeri itirazlar Arapça için de geçerlidir. Çünkü Allah’ın gönderdiği vahyin, muhatap halk tarafından anlaşılması açısından bu bir zarurettir. Dolayısıyla bir kutsal kitabın dilinin ve onu konuşan kimselerin seçilmiş ve kutsal olduğu anlamına gelmez. Bu gerçek, Kuran’da (Fussilet, 44) şu şekilde dile getirilmiştir:

Eğer Kur'an'ı indirseydik, başka bir (dilden),

deyivereceklerdi hemen:

"Anlaşılır olması gerekmez miydi âyetlerin?

Muhatapları Arap, lâkin

kendisi Arapça olmayan bir kitap, öyle ha?"

De ki: "O, bir rehber, o bir şifa

inanalar için doğru yolu gösteren.

Arapçanın üstün özelliklere sahip olması da en çok dillendirilen bir mevzudur. Elbette her dilin kendine has bazı özellikleri vardır. Mesela Türkçe fiil zenginliği, yeni kelime türetme kabiliyeti bakımından hep takdire edilmiştir. Bizce Türkçenin bunlardan daha önemli özelliği, gramer yapısının cinsiyet ayırımı yapmaya imkân vermemesi ve böylece zihinleri cinsiyet ayrımına kapatmasıdır. Yani diğer belli başlı bütün dillerin aksine erillik ve dişiliğin (maskülin - feminin; müzekker - müennes; muşski rod - jenski rod - sridni rod) olmamasıdır. Aslında Arapçanın cahiliye devrinde soyut kavramları ifade etmede hiç de o kadar zengin olduğu söylenemez. Hatta onun eril ve dişil (müzekker, müennes) gramer yapısı Allah gibi soyut bir kavramın mutlak surette erkek olarak düşünülmesi gibi bir sonuç doğurmuştur. Oysa Allah kavramı Türkçede çok daha soyut biçimde ifade edilir.

Aslında Arapça, soyut kavramlar bakımından zengin olmasını İslam öncesindeki durumuna değil, Kuran’a borçludur. Çünkü Kuran’da kelimeler cümle içinde çok farklı ve tekrar tekrar kullanılmak suretiyle somut anlam ifade eden sözlerin soyut anlam kazanır h3ale gelmiştir.  Kuran’da geçen bazı kelimeler, bilinen anlamın dışında veya ilk kez kullanıldığı için sahabe bunların anlamlarını Hz. Peygambere sormak zorunda kalmışlardır. O da gerekli izahatı yaparak bu soyut kavramların Müslümanlar arasında doğru şekilde anlaşılmasını sağlamıştır. Pek çok kelimenin Arapçaya girmesi, yaygınlık kazanması ve soyut anlama dönüşmesi bu şekilde Kuran sayesinde mümkün olmuştur.

Kuran’ın, ibadet dilinin Arapça olması ve ilk fetihlerin Araplar vasıtasıyla gerçekleşmesi bazı yerlerde Araplaşmayı da başlatmıştır. Hz. Ömer zamanına kadar Arap yarımadasından öte geçemeyen Arap dili ve kültürü İslâmın öncülüğünde yetmiş-seksen yıl içinde güneybatı Asya’ya, Kuzey Afrika’ya ve hatta İspanya’ya kadar ulaşmıştır. Bugün Arapça; Bahreyn Krallığı Batı Sahra, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Cibuti, Çad, Eritre, Fas, Irak, İsrail, Katar, Komorlar, Kuveyt, Libya, Lübnan, Mısır, Moritanya, Somali, Sudan, Suriye, Suudi Arabistan, Tunus, Umman, Ürdün, Yemen birinci veya ikinci resmi dil olarak kabul görmektedir. Bu ülkelerin büyük bir kısmı kök olarak Arap olmadıkları halde bugün kendilerini Arap olarak nitelendirmektedirler.

Burada dikkat çekmesi gereken husus, Arap dilinin aslen Arap olmayan Suriye ve Irak gibi Asya ülkeleri ile Afrika’da hâkim dil haline geldiği halde diğer yerlerde tutunamamasıdır. Bunun sebepleri başlı başına ayrı bir makale konusudur. Bu tespitimiz, Türkçe’nin Arapçadan çok sayıda kelime alması karşısında Türkçenin Arapçalaştığını iddia edip küçümseyenlerin dikkate alması gereken bir noktadır. Kuzey Afrika ülkeleriyle hemen hemen aynı tarihlerde Arap dili ve nüfuzuyla karşılaşan Türklerin İslâmlaştığı halde Araplaşmayıp milli benliğini korumasının bir takım dinamiklerinin olması gerekir. Bunun birincil sebebi Türkçenin farklı ses, söz ve gramer yapısı ile Türklerin istilacılara karşı milli tarih ve devlet bilinci ile direnme refleksidir. Bunlara gelişmiş sözlü edebiyatı, farklı hayat felsefesini, hayat tarzını, sözlü hukuk olan töreyi ve sosyal yapıyı ekleyebiliriz. Bu sebeple Türklerin, Arap kültürünün tesirlerini en az zayiatla atlatmışlardır diyebiliriz. Buna karşılık, Türkçe en büyük yarayı Slav ve Orta Avrupa dillerinden almıştır.

Arapların I. Dünya Savaşı sırasında emperyalistlerle bir olup Türk askerinin kanını dökmesi, bütün uluslararası konularda Türkiye’nin karşısında yer alması, aşırı kibirli olmaları, yaşantılarının İslam ile bağdaşmaması düşüncesi, mezhep farklılıkları gibi aleyhteki pek çok sebebe rağmen Türkler arasında Araplara karşı yine de sempatinin olmasının diğer bir sebebi de Arap kültürünün din zannedilmesidir. Bunların en başında musiki, çalgı aletleri, giyim kuşam, sakal, bıyık, misvak ve hurma gibi şekle ait uygulamalar gelmektedir. Bunlara evlenme boşanma, kölelik ve cariye gibi konuları da ilave etmek gerekir. Aslında bunlar Kuran’ın genel mesajı bakımından evrensel olmayıp Kuran’ın, indiği toplumun kültürlerini yok saymaması olarak kabul etmesinden ibarettir. Osmanlıların son zamanında çıkan Mecelle Kanunu’n ilk temel 100 ilkesinden biri olan “zamanın değişmesiyle ahkâmın değişmesi kaçınılmaz olur” ilkesi bunların zamanın şartlarına göre yorumlanması gerektiğini göstermesi bakımından anlamlıdır. Dolayısıyla İslâm öncesi Araplarda da mevcut olan ve işlenen suça karşı uygulanan diyet, fidye gibi kavramlar dâhil, Arap örfüne ait huşuların din olmadığının bilinmesi, Arap hayranlığını ve Araplaşmayı engelleyecek hususlardır. Yine bu arada (Arap dışındaki milletlerin) örflerinin de dinî delil sayıldığını aydınlarımızın bilmesi gerekir. 

Prof. Dr. Nusret Çam

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Teostrateji Araştırmaları Merkezi Başkanı