Bu sayfayı yazdır

AB ve ABD’nin Türkiye’ye Dayatılmaya Çalışılan Federalleşme Sürecine Katkıları

Yazan  04 Ocak 2005
Ülkemiz dışarıdan ve içeriden stratejik bir kuşatma ile karşı karşıyadır. Bu kuşatmanın ana hedefi, Türkiye Cumhuriyet devletinin milli devlet yapısının imha edilerek, ülkemizin çok milletli federal bir devlete dönüştürülmesi ve uzun vade de parçala

19. yüzyılın başında Batılı emperyalist güçlerin başlattığı ve amacı Türklüğün Anadolu'dan tasfiyesi olan "Doğu Sorunu" 21. yüzyılın başında yeni bir aşamaya taşınmak istenmektedir.

Özü Doğu Sorunu'nun yani Türkiye'nin halli olan bu stratejik kuşatmanın dış temel unsurları,

a)Avrupa Birliği (AB) tam üyeliği süreci ile ve

b)Irak'ta Kürt Devletinin oluşturulması destekleyen ABD'deki Yeni-Muhafazakarların Büyük Orta Doğu Projesidir.

c)IMF ise kötü yönetim ve Gümrük Birliği süreçleri ile çökenTürk ekonomisin kontrol altına almış bir şekilde stratejik kıskacın bir diğer kolunu oluşturmaktadır.

Stratejik kuşatmanın iç unsurlarının başında, milli kimlik krizi içinde ABD ve AB içindeki mevcut yönetim gruplarının desteklediği federasyon projesinin baş destekçisi olan AKP gelmektedir. Türk toplumunun geniş katmanları 1965'ten bu yana ülkemizde devam eden düşük yoğunluklu çatışmanın ve ekonomik sömürünün altında ezilmiş olmalarına rağmen, hiçbir milletin gösteremeyeceği bir direnç gücünü göstermiştir. Ancak, Türk milleti 28 Şubat döneminde yüce dinimizi gayri milli siyasal amaçları için istismar eden çevrelerle mücadele adına gerçekleştirilen yanlış uygulamalar sonucunda devlete olan sadakat bağını büyük bir kızgınlıkla bilinçli bir tepki ile azaltmaya başlamıştır.

Toplam seçmenin % 24'ü AKP adlı etnik yapılanmayı sisteme tepkini bir yansıması olarak iktidara taşımıştır. Türk Milli devletini tasfiye girişimini diğer adı olan AKP hareketi AB sürecinin arkasına gizlenerek büyük bir hızla milli devlet modeline dayanan anayasal düzeni tasfiye etmeye çalışmaktadır.

AKP'ninTürk Milli Devletini etnik merkezli bir federasyona, Türk Milletini, soysuz, tarihsiz, kültürsüz ne olduğu belli olmayan "Türkiyelilere", üst kimlikleri "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı" olan ruhsuz kitlelere dönüştürme projesinin en önemli ayaklarından birincisi ucu açık "AB tam üyelik sürecidir."

Federasyonun ikinci ayağını, Anayasayı değiştirerek devleti Türk milleti gerçeği yerine azınlıkların bir mozağinin oluşturduğu "Türkiyelilik" üzerineoturtma girişimi teşkil etmektedir. AKP'nin ülkemizi federalleştirme girişiminin üçüncü ayağını Kamu Reformu Yasası adı altında federalleşme çalışmalarının alt yapısını oluşturma çabası devam etmektedir.

Federasyon projesinin dördüncü ayağını ise ABD'ninBüyük Orta Doğu Projesi çerçevesinde Kuzey Irak'a yerleştirdiği Kürt devletinin Türkiye'nin Güneydoğusunu ülkemizden koparması süreci oluşturmaktadır.

Aşağıda sıra ile bu süreçlerin mantığını inceleyeceğiz.

1- Türk Devletini Çözmenin Birinci Ana Dinamiği Olarak AB Süreci

Türkiye'nin içinden geçtiği AB tam üyeliği statüsünü kazanmak, hiçbir AB tam üyesi ülke için çok kolay olmamıştır. İngiltere gibi bir ülke üyelik için verdiği mücadelede iki kez Fransa tarafındanveto edildiği için 10 seneden fazla beklemek zorunda kalmıştır. Türkiye'nin AB üyeliğini destekleyenler son dönemde Türk halkına bunu anlatmaya başlamışlardır. Amaç, Türk halkını gelecek 10 yıllarda AB ile yapılacak ve birçok aşağılanma içerecek olan sürece psikolojik olarakhazırlamaktır.

Ancak, unutulan veya unutturulmak istenen husus şudur. AB tam üye olmak isteyen hiçbir ülkeden devlet yapısını temel esaslarını değiştirmesini istememiştir. Türkiye'den istenen bütün AB üyelerinden farklı olarak, devletin temel yapısının değiştirilmesidir.

AB'nin hedefi, "ucu açık olan" yani "tam üyelikle" mi yoksa "özel statü" ile mi biteceği belli olmayan tam üyelik müzakere süreci içinde Türkiye'nin "üniter-milli devletten" "çok milletli federal" devlete dönüştürülmesidir. AB'ye tam üye olan hiçbir devletten böyle bir talepte bulunulmamışken, AB öncelikle Türkiye'yi nasıl bir devlet olarak görmektedir? Neden Türkiye'den devletin niteliğinin değiştirilmesi istenmektedir? Ve AB'nin bu talepleri gündeme getirdiğini hangi politikalardan anlamalıyız?

Soğuk Savaş döneminin başında kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) yani bugünkü Avrupa Birliği 2. Dünya Savaşı'nda yıkılan ve büyük güç olmaktan çıkan Avrupa ülkelerinin ekonomik işbirliğini geliştirerek yeniden siyasal bir güç haline gelme arzularının bir sonucuydu. Ancak Soğuk Savaş süresinceAET ekonomik bütünleşmesini ilerletmiş ise de bu ekonomik bütünleşme, siyasal bir projeye Soğuk Savaş izin vermediği için dönüşmemişti. Soğuk Savaş'ın1990'daSSCB'nin dağılması ile sonaermesinden sonra AET' den Avrupa Ekonomik Birliğine (AEB) dönüşmüş olan birliğin Maastrich Zirvesi (1992) çerçevesinde siyasal bir nitelik kazanması kararlaştırılmıştır. Böylece Avrupa Birliği oluşmuştur.

Avrupa Birliği'nin önündeki en büyük sorun AB'nin politik karakteridir.Almanya ve Fransa'nın başını çektiği bir grup, AB'nin Soğuk Savaş dünyasında tek kutup olarak kalan ABD'yi dengeleyecek federal bir siyasal güce dönüşmesini istemektedir. Öte yandan İngiltere ve1994'ten sonra Polonya'nın da içinde olduğu bir grup ise AB'nin milli devletlerin varlığını koruduğu ekonomik bir refah alanı şeklini almış konfederal bir yapıya sahip olmasını istemektedirler.

AB içinde federalizm ile konfederalizm arasındaki politik mücadele, AB Anayasasının Fransa ve Hollanda'da yapılan referandumlara reddedilmesi sonrasında da devam etmektedir. Ekonomik, sosyal, kültürel bütünleşme süreçlerinin ve yeni AB tam üyelerinin Birliğe katılma süreçlerinin gelişmesini beslediği bir Avrupa Birliği bürokrasisi de her geçen gün gelişmektedir. AB bürokrasisi güç alanını geliştirmek için sürekli AB tam üyesi ülkelerin milli bürokrasileri ve devletleri ile güç mücadelesi içine girmiştir. AB bürokrasisininbu mücadelede kendisine direnen milli devletleri zayıflatmak için bulduğu araçlardan birisi de AB içindeki etnik gruplar olmuştur. AB bürokrasisi sürekli olarak etnik, dinsel ve dilsel aidiyetleri milli kimliğe karşı onu aşındırıcı ve milli sadakati azaltıcı şekilde kışkırtılmaktadır.

AB bürokrasisi, etnik grupların haklarını ön plana çıkararak, milli kimliği zayıflatmanın, Avrupa Birliğini yöneten bürokrasiyi güçlendirmek için bir yol olduğunu görmüştür. AB bürokrasisine göre, Avrupa kimliğinin güçlenmesi, AB bürokrasisinin güçlenmesi için milli kimliklerin zayıflaması gerekmektedir. Özetle, AB bürokrasisi etnik, dini ve dinsel kimlikleri güçlendirmeyi ahlaki nedenlerle değil, Brüksel'in merkezi gücünü arttırmak ve milli kimliklerin yerine bir üst Avrupa kimliği inşa etmek için seçilmiştir.

Bu AB içindeki ve AB tam üyesi olmak isteyen ülkelere yönelik"etnikleştirme" politikasının birinci dinamiğidir. Anılan politika, "Kopenhag Kriterleri" adı ile Varşova Paktı üyesi Doğu Avrupa ülkelerinin ABtam üyesi olmaları sürecinde gelişmiştir. SSCB'nin çökmesi ile birlikte, Soğuk Savaş dengelerinin yaşattığı Yugoslavya etnik bir savaşa sürüklenmiştir.

Yugoslavya'da başlayan savaş, AB üyesi ülkelerin başkentlerini benzer etnik merkezli bir savaşın Doğu Avrupa'da da çıkacağı konusunda endişelendirmiştir. Doğu Avrupa'da çıkacak bir etnik savaşın AB'ye insan göçü ile sonuçlanacağını düşünen AB'nin çözümü jeopolitik bir genişleme yaparak Doğu Avrupa'yı içine almak olmuştur. Doğu Avrupa'nın AB ile bütünleştirilmesi sürecinde Doğu Avrupa'da yaşayan azınlıkların haklarının güvence altına alınması süreci "ikincietnikleşme dinamiğini" oluşturmuştur.

AB'nin Türkiye'ye yönelik etnikleştirme politikalarında bu iki dinamiğin büyük etkisi olduğu şüphe götürmez. Nitekim Türkiye'den de Doğu Avrupa ülkeleri için ortaya atılan "Kopenhag Kriterlerini" uygulamasının istenmesi bu etkinin somut bir göstergesidir. Ancak AB'nin Türkiye'ye yönelik etnikleştirme politikasının başka dinamiklerinin de olduğu görülmektedir. Bu husus da AB'ninTürkiye'ye yönelik politikalarının nihai hedefinin anlaşılması açısından büyük önem taşımaktadır. AB'ninetnik merkezli Türkiye algılamasının ne olduğuna bakmak gerekir.

Avrupa oriyantalizminde(Doğu Bilimi) bir süreden bu yana Alman oriyantalizmindenkaynaklanan bir yaklaşım hakim olmaktadır. Bu yaklaşımın temelinde Türkiye'nin"Yugoslavya gibi yapay bir ülke olduğu", "Türk Milleti diye bir milletin olmadığı" tezi bulunmaktadır. Bu tezin tarihsel kökenleri de vardır. 19 yüz yılda yaşayan Fransız tarihçi Albert Sorel, "Bir Türk Milleti asla mevcut değildir. Sade düşman ahali ortasında çadır kurmuş bulunan fatihler vardır. Türkler bir devlet değildir, fakat yalnız fütuhat için bir değeri bulunan ve durmaya mecbur olur olmaz dağılmaya meyil gösteren bir ordu teşkil ederler" demektedir. Sorel'in bu anlayışının sonucu Sevr Anlaşması olmuştur.

Sorel'in 19. yüzyılda Fransa'da söylediklerini 21. yüzyılda Almanya'da Orient Enstitüsü müdürü Prof. Dr. Udo Steinbach, "Sorun, Atatürk'ün bir paşa fermanıyla kurduğu yapay ürün olan Türk Devleti ve Türk Ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizm'in ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk Milletidir. Böyle bir millet yoktur. Olmadığını Türkiye'de yaşanan Türk-Kürt, Müslüman-Laik, Alevi-Devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk milleti Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonrada Rumları" diyerek ifade etmektedir. 2002 senesinde İsveç devleti tarafından eski bir İsveçlidiplomata yazdırılan bir kitapta da "Araştırmacılar, Türk sözcüğünün bir halk grubu veya milletin değil de bir dil grubunun adı olduğunu ileri sürmektedirler. Atatürk milli bir devlet olan Türkiye'nin sınırları içinde yaşayan herkesin Türk olduğunu kararlaştırmıştır" denmektedir.

AB'nin "2004 yılı İlerleme Raporu"nda yer alan ifadeler ise "Türk diye bir millet yoktur" tezinin teknik ifadesidir. Raporda Türkiye'de azınlıklar kavramından ısrarla bahsedilmektedir. AB, Türkiye'de azınlık olarak nitelediği Kürtlerin sayısının 15 ile 20 milyon arasında olduğunu, Alevilerin ise 12 ile 20 milyon arasında olduğunu ileri sürmektedir. Bu açıdan azınlıkların toplamı 27 ile 40 milyon arasında değişmektedir. Çerkezler 3 milyon, Boşnaklar 1 milyon, Romanlar 500 bin olarak nitelendirilmektedir. Diğer azınlıklar iseErmeni Ortadoks (60 bin), Yahudi (20 bin), Süryan Ortodoks (20 bin), Rum Ortodoks (3 bin), Protestan (2,5 bin), Süryani Katolik (2 bin), Ermeni Katolik (2 bin), Ermeni Protestan (500), Keldani Katolik (300) olarak verilmektedir.

Bu açıdan bakıldığında Türkiye'de "sunni Türkler", haksız yere devleti elinde tutan azınlık konumundadırlar. Sunni Türkler, çoğunluğu oluşturmamalarına hatta "azınlıkta" bulunmalarına rağmen devleti kontrolünde tutarak haksız yere egemenliği gasp etmiş olarak gösterilmektedirler. Bu bakış açısı, sunni Türkleri "Yugoslavya'nın Sırpları" veya Irak'ın sunni Arapları" konumuna itmektedir.

AB, azınlık olarak tanımladığı gruplarla ilgili olarak bazı haklar talep etmektedir. Hangi grupların azınlık olarak tanınacağı konusu tamamen AGİT'in 1975 tarihli Helsinki Bildirisine göre devletlerin karar alanına bırakılmasına rağmen AB Türkiye'ye bu hakkın tanınmasına karşıdır. Kopenhag Kriterlerinin kabul edilmesinin grup hakları değil, bireysel haklar doğuracağınıileri süren ve Türkiye'den bunun dışında bir şey talep etmeyen AB şimdi devletler ve anayasal hukuku tarafından tanınan azınlık gruplarının kabul edilmesini talep etmektedir. AB, bireysel hak ve özgürlükler alanını aşarak azınlıkların grup hakları alanına girmiştir.

AB, Mart 2004'te kabul edilen raporda Türkiye'nin yeni bir anayasayı yürürlüğe sokması ile "Lozan Anlaşmasında tanınan azınlıklarla ilgili düzenlemenin değişeceğini" ve "Ankara'nın Lozan'ın ilgili maddelerini farklıyorumlayacağını" ileri sürmüştür. Keza AB daha önce hiçbir ülkeden talep etmediği "İkiz Yasalar" diye de anılan "BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi" ne Türkiye'nin koyduğu çekinceleri kaldırmasını talep etmiştir. Bazı AB üyelerinin imzalamayı reddettiği "Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi"ni Türkiye'nin kabul etmesi talep edilmektedir.

AB'nin azınlık olarak kabul etmesini istediği grupların çoğunluğu oluşturması gibi sakat bir yaklaşımın yanında Türkiye'de azınlık olarak kabul ettiği Kürtlerin"kendi kaderini tayin hakkını" Avrupa Parlamentosununkabul etmiş olması bir başka tehdit ortaya çıkarmaktadır. Şöyle ki, BM 2625 sayılı kararı ile kendi kaderini tayin hakkı, "Hükümeti, halkının tümünü teslim eden ülkelerin toprak bütünlüğü ve siyasi birliğini bozucu hiçbir eylem yapılamaz" denilerek sınırlandırılmıştır.

Avrupa Parlamentosu, 15 Aralık 1994 tarihli kararında "Türk Hükümetinin ülkelerin tamamını temsil etmediği kararını alarak Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı olduğunu kabul" etmiştir. Avrupa Parlamentosu, 2004 senesi içinde iseA.Öcalan'ın tekrar yargılanmasını, azınlık partilerinin %10'luk seçim barajından muaf tutulmalarını ve Kürtçenin Kürtlerin yoğunlukta olduğu bölgelerde ikinci resmi dil olmasını talep etmiştir. Azınlık partileriiçin barajın düşürülmesi talebi Avrupa Komisyonu İlerlemeRaporunda da tekrar edilmiştir.

3 Ekim 2005'de başlayan AB ile müzakere süreci Türkiye'deki etnikleşme sürecine kurumsallaştırılmasının sağlanması için kullanılacaktır. Bu süreçte AB ülkemizi azınlıklar olarak kabul ettiği grupları kabul etmeye ve bunları anayasamıza almamız için Türkiye'yi zorlayacaktır.

2-TürkMilli Devletini Çözmenin İkinci Ana Dinamiği Olarak Yeni Anayasa

AB,Türkiye'den azınlıklarınhaklarını kabul etmesini talep ederken, AKP'nin denetimindeki Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu'nun hazırladığı rapordaAB'nin azınlık oluşturma taleplerinin karşılanması için Türkiye'nin yaptığı çalışmalarıortaya koymaktadır. Raporda "TürkiyeCumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı herkes Türk'tür" şeklinde ki vatandaşlık anlayışının değiştirilmesi, tek kültürlü (Türk Kültürü) ulus modelinden çok kültürlü, çok kimlikli, özgürlükçü ve çoğulcu bir toplum modeline geçmesi" istenmiştir.

Raporda Lozan Anlaşması'nın yeniden yorumlanması gerektiği ileri sürülmüştür. Raporda, PKK'nın da istediği gibi Anayasanınazınlık ve kültürel hakları sınırlayan "Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe'dir" şeklindeki 3. maddesinin değiştirilmesi istenmiştir.Raporda Anayasanıntekrar yazılması, yeni Anayasada etnik grupların haklarının güvence altına alınması, merkezi ve yerel yönetimin şeffaf hale getirilmesi ve insan hakları ile ilgili uluslar arası belgelerin imzalanması istenmiştir.

R.T. Erdoğan'da"Türkiye'de Türklerin diğer milletlerle birlikte yaşayan bir millet olduğunu", "Hakim kültüre (Türk Kültürüne) karşı olduğunu" , "ırk devletine (Türk Devletine) karşı olduğunu" , "1940 model millet anlayışının aşılandığını", "Türklüğün değil, Türkiyeliliğin geçerli olduğunu", "Türk Milliyetçiliğinin bölücülük olduğunu" ileri sürmektedir.

Bu anlamda"Milli kimlik sorunu" içinde olan başbakan, sanki Türk Milli Devletine başbakan değilmiş de"Ahirette başbakanmış" gibi "dedesinin kendisinebize öbür dünyada Türk müsün diye değil, Müslüman mısın?" diye sorulacağını ifade ederek, Türk olmaktan utanırmış gibi bir tavır sergilemektedir. Bu anlamda AB'nin ortaya koyduğu Türk milli kimliğini dağıtmayı hedefleyen yaklaşım ile Erdoğan'ın politik projesi zaten büyük bir uyum içindedir.

Milli kimlik krizi içinde olan Erdoğan'ın bu yaklaşımı aklımıza Ziya Gökalp'in şu satırları gelmektedir.

"Karacık Dağından Kıpçak Çölünden,

Gelen Atalarım gibi Türküm ben,

Bana yol gösteren benden olmalı,

Olamaz Türk'e baş, Türküm demeyen"

Bütün bunlar gerçekleşirken Alevi-Bektaşi grupların önderleri AB İlerleme Raporunu ağır bir şekilde mahkum etmiş, AlevilerinTürk Milletinin ayrılmaz bir parçası olduğunu söyleyerek azınlık statüsünü kabul etmemişlerdir. Öte yandan PKK anlısı grupların temsilcileri de AB İlerleme Raporundaönerilen azınlık statüsünü kabul etmeyerek kendilerininasli kurucu unsur olarak "Cumhuriyetin Türklerle birlikte kurucu ortağı" olduklarını ileri sürmüşlerdir. AKP iktidarı, Başbakanlık çatısı altında ve Başbakanlık tarafından mali olarak desteklenen bir gruba hazırlattığı rapor ile Türk Devletinin bütün temel niteliklerine ve her şeyden önce devletin Türk niteliğine saldırmaktadır.

AKP iktidarının hedefi, anayasanın ilk dört maddesini değiştirebilmek için anayasanın tamamını değiştirecek bir süreci başlatmaktır. Yeni anayasada "Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür"şeklindeki tanım değiştirilecektir. Bunun yerine AB'nin İlerleme Raporunda azınlık olarak saydığı bütün gruplar tek tek anılarak hakları azınlık hakkı olarak güvence altına alınacaktır. Nitekim, AKP milletvekili ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclis üyesi Zekeriya Akçam şöyle demektedir : "Avrupa Konseyindeki tartışmalarda en çok azınlıklarla ilgili üzerimize geliyorlar. Lozan'daki azınlık kavramımızın artık eskidiği, Türkiye'ye artık dar geldiği iddiaları var. Biz sadece dini azınlıkları tarif etmişiz. Halbuki artık kültürel, dilsel, dinsel ve her türlü azınlık olabileceği, sadece dini azınlık diye bir kavramın olamayacağı söyleniyor.(...) Diyelim ki, Alevi, Kürt yada Arap vatandaşlarımıza Romanya ve Macaristan'daki gibi ayrı bir statü verilmesi istenebilir.(...) Biz 1990'larda, bu atılımları, reformları yapmış, kültürel hakları vermiş olsaydık, bu azınlık meselesi uzun vadede çözülürdü ve Türkiye tüzel statü verilmesi anlamında bir azınlık noktasına gelmeyebilirdi. Ama Türkiye gecikti. Geçen süreçte Orta Avrupa ülkeleri azınlık haklarını çok etkiledi. Mesela Romanya, Bulgaristan ve Macaristan'da azınlıklar var ve bu azınlıkların mecliste temsili için kotaları var. Ama Fransa'da farklı bir model uygulanıyor. O, vatandaşlık temelinde, kendi milletvekilini de seçebilmesi anlamında kültürel haklar verdi. Türkiye'nin modeli ise ne Fransız modeli nede Macar yada Romen modeli. Türkiye'ninşu anda ne yapmak istediği belli değil. Bir an önce bir model tercih etmesi gerekiyor."

Aslında her şey çok açık. AKP yapmak istediklerini milletvekillerinin ağzından ilan ediyor. Türkiye azınlıklar için bir model geliştirmeli. Ancak Türkiye'de AB'nin azınlık diye nitelendirdikleri çoğunluk kadar çoğunluk olunca Türkler dışında Kürtler, Aleviler gibi Türk'ün dışında görülen "yeni kurucu unsurlar" ortaya çıkacak. Bu ise Türkiye'nin modelinin federal model olması sonucunu doğuracak.

Federasyonun doğrudan gündeme getirilmesi yerine ise dolaylı bir yönetimin seçildiği görülüyor. Anayasada Türkiye'nin değişik kurucu halklardan oluştuğu tespiti yapıldıktan sonra sözde "milli" devlet modeli muhafaza ediliyor görülse de ortaya çıkan yetkilerini yitirmiş bir milli devlet olacaktır. Gerçek yetkiler ise etnikleşmiş ve federalleşmiş bölgelere/vilayetler birliklerine aktarılmak istenmektedir. Bu ise kamu reformu yasası ve "Kalkınma Bölgeleri" gibi ekindeki yasalar manzumesi ile sağlanmaya çalışılmaktadır.

3-TürkMilli Devletini Çözmenin Üçüncü Ana Dinamiği Olarak Kamu Reformu

Mevcut bürokratik yapılanmanın etkisizliği, halka yabancılaşması ve gayri milliliği ortadadır. Halk, statükonun en önemli temsilcisi olarak gördüğü bürokratik yapılanmadan bıkmıştır. AKP, bu yapılanmanın milli devlet modeli çerçevesinde radikal bir reformdan geçirilmesi yerine, milli devletin tasfiyesininbir aracı olan bir kamu reformu yasa tasarısı hazırlanmıştır. Ancak kamu reformu yasa tasarısı büyük tepki görünce iktidar partisi bu tasarıyı geri çekerek aynı sonucu almak üzere "İl Özel idareleri Yasası" , "Belediyeler Yasası" ve "Büyükşehir Belediyeleri Yasasını" "Ekonomik Kalkınma Bölgeleri Yasasını" devreye sokmuştur.

Anılan yasalar demeti ile merkezin yetkileri nerede ise tamamen ortadan kaldırılarak belediyelere devredilmektedir. Merkezin illerdeki temsilcisi olan Valilik kurumunun ya tamamen etkisizleştirilerek ortadan kaldırılması ya da seçimle gelmesi sağlanarak merkezin temsilcisi olması niteliğinin ortadan kaldırılması hedeflenmektedir.

İktidar, devletin organı olarak değil de rakibi olarak gördüğü Türk silahlı Kuvvetlerini de dışlayarak siyasallaşmış bir polis mekanizması ile denetimden tamamen uzak yerüstü ve yer altı dünyalarının oluşmasını sağlayacaktır. Bunun için büyük şehirlerden jandarma güçlerinin çıkarılması kararını almıştır. Bu çerçevede İstanbul ve Sakarya gibi iki il tamamen büyük şehir ilan edilmiş ve bu iki ilden jandarmanın tamamen çıkması sağlanmıştır.

Öte yandan, Türkiye. "Bölgesel Kalkınma Ajansları Kanunu" ile 12 ekonomik kalkınma bölgesine ayrılmıştır. Ekonomik bölgeler içindeki belediyelerin kendi aralarındaişbirliği yapmaları imkanları sağlanmıştır. Bu Irak Geçici Anayasasının illerin kendi aralarında eyalet oluşturmalarına izin veren dördüncü maddesine benzemektedir.

4-Türk Milletini Çözmenin Dördüncü Ana Dinamiği Olarak Kürt Devleti

Gelecek on yılda yani Cumhuriyetimizin en uzun on yılında Orta Doğu'daki en büyük proje, Türkiye'nin federalleşmesi ve Irak'ta kurulan federal Kürt devletinin bağımsızlaşarak, Türkiye'deki federalleşmeyi hızlandırarak teşvik etmesidir. ABD, Afganistan ve Irak'a demokrasi için değil, Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu'nun doğal gaz ve petrol kaynaklarını denetimi altına almak için gelmiştir. Amerikan ordusu, Irak'taki direnişi ezecek güçte olduğu halde ezmemiş, direnişi Irak'ın bölünmesinin gerekçesi haline getirmiştir. Kuzey Irak'ta ABD'nin müttefiki haline gelen ajan Barzani ve Talabani sırtlarını ABD'ye dayayarak bütün bölge milletlerine yönelik düşmanca bir tavır izlemişlerdir.

AKP hükümetinin Irak'ta izlediği korkak, milli menfaatleri savunma konusunda tavizkar politikaları neticesinde kurulan Barzani devleti, Kerkük'ü kontrolü altına almış, Türkmenler Anakara tarafından terkedilmiş ve ezilmeye bırakılmışlardır. Kuzey Irak artık Türkiye'nin milli varlığı için bir tehdittir.

Barzani, Türkiye'de gazete ve gazeteci satın almakta, parti kurmakta, bazı aşiretlerin mensuplarını "gazi maaşına" bağlamakta, terör örgütünü desteklemekte, gerektiği zaman doğrudan terör eylemi düzenlemekte, sigara başta olmak üzere büyük çaplı kaçakçılığa hakim olmaktadır. Son seçimlerde Türkiye'den Kuzey Irak'a geçerek oy kullanan insan sayısı 40 bindir. Türkmenlerin İstanbul'da kullandığı 19 bin oy ise Irak Yüksek seçim kurulu tarafından reddedilmiştir.

Bütün bunların ABD'nin izni hatta desteği olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir. Sonuç olarak, önümüzdeki on yılda Kuzey Irak'taki federe Kürt devleti Federal Irak devletinden ayrılarak (ki, hiç kimse kendisini kandırmasın ortada federe değil konfedere bir Irak vardır) bağımsızlığa adım atmayı hedeflerken,AB ve ABD'nin mevcut politikalarının amacı,Türkiye'yi milli devletten federal devlete dönüştürmektir.
Alaettin Parmaksız

1951 yılında Karaman Ermenek kazasında doğdu. İlk ve orta öğrenimi orada tamamladıktan sonra o dönemde Ermenek kazasında lise olmadığı için Liseyi EDİRNE'de okudu. 1970 ylında Kara Harp Okulu'na girerek, 1973 yılında Kara Harp Okulu'ndan, 1974 yılında Piyade Okulu'ndan mezun oldu. 1975 yılında Komando İhtisas Kursu'nu bitirdikten sonra tayin olduğu Erzurum'da 1980 yılında Kara Harp Akademisi'ni kazanarak, 1982 yılında Kara Harp Akademisi'ni bitirdi. 1992–1993 yılında NATO Savunma Koleji'ni, 1996 yılında Silahlı Kuvvetler Akademisi'ni bitirdi.

Kara Harp Akademisini bitirdikten sonra1982–1984 yıllarında KIBRIS'ta, 1984–1990 yıllarında Genelkurmay Karargâhı Harekât Başkanlığı'nda görev yaptı 1990–1992 Yıllarında HAKKARİ'de Dağ ve Komando Tabur Komutanlığı, 1992–1993 Yıllarında Genelkurmay Karargâhı Anlaşmaları İzleme Şubesi'nde proje subaylığı, 1993–1995 yıllarında Güney Kore Askeri ataşeliği, 1995–1996 Dağ Komando Okulu ve Eğitim Merkez Komutanlığı Kurmay Başkanı ve AZERBAYCAN 887 Tugay Eğitim Komutanlığı, 1996–1997 Kara Kuvvetleri Psikolojik Harekat Şube Müdürlüğü, 1997–1999 Gökçeada 5. Komando Alay Komutanlığı görevlerinde bulundu.

1999'da Tuğgeneralliğe terfi ederek Dağ ve Komanda Tugay Komutanlığına atandı. Hakkâri'de iki yıl tugay komutanlığını müteakip, 2001 yılında Edremit'te bulunan 19. Piyade Tugay Komutanlığı'na atanarak, iki yıl bu görevi yaptı. 2003'te Tümgeneralliğe terfi eden ve Genelkurmay İstihbarat ve İstihbarata Karşı Koyma Daire Başkanlığı görevine atanan Emekli Tümgeneral Parmaksız, 2004 yılında Tümgeneral rütbesindeyken istifa ederek emekli oldu. 

4 yıl boyunca görev yaptığı Hakkari anıları ile bitirilemeyen terörün nedenleri, çözüm için uygulama modelleri ve terörle mücadelenin analizinin yapıldığı “BURASI HAKKARİ ANKARADAN GöRüNDüĞü GİBİ DEĞİL” adlı kitabı yayınlanmıştır. Parmaksız, evli ve iki erkek çocuk babasıdır.