Bu sayfayı yazdır

Avrupa Birliği Açısından Schulz mu? Merkel mi?

Yazan  26 Nisan 2017

24 Eylül 2017 tarihinde Almanya’da  Bundestag seçimleri gerçekleştirilecek.

Seçimler öncesinde yapılan anketler sosyal demokrat aday Martin Schulz’u, Hıristiyan demokrat aday Angela Merkel’in birkaç puan önünde gösteriyor.

Anketler haklı çıkarsa, Eylül ayında Almanya’nın şansölyesi Avrupa için savaşmaya hazır bir Eurofil kimliğiyle Schulz olabilir.

Schulz’un Almanya’daki seçimlerden galip çıkması, sadece Alman sosyal demokratları değil Avrupa’da daha derin entegrasyon yanlısı tüm kesimleri memnun edecektir. Schulz’un liderliğindeki Almanya’nın Avrupa entegrasyonunda yeni girişimlere ön ayak olması kaçınılmazdır.

Üstelik  Angela Merkel’in, Avrupa Birliği’ne karşı mesafeli yaklaşımı, Avrupa Birliği’nin bazı yetkilerinin üye devletlere geri verilmesine ve devletlerarasında koordinasyonu, yetki devrine tercih ettiğine dair söylemleri ile Avrupa’da asla siyasi birlik istemediğini belirtmesi dikkate alınırsa, Merkel’in Schulz’a yenilmesi Avrupa’da Eurofil’lerin zaferi olacak; bu açık!

Ancak ne demişler; beterin beteri var!

Yani Eurofil’ler için Almanya kaynaklı tehdit kesinlikle Merkel değil! Merkel Avrupa Birliği’nin siyasi krizlerle yüzleşmek zorunda kaldığı bir dönemde Avrupa’daki en güçlü siyasi figür olarak Birliği bir arada tutmayı başarmış bir isim. Avrupa Birliği için Almanya kaynaklı bir tehdit varsa eğer, bu Almanya İçin Alternatif Partisi’dir (AfD).

Anket çalışmaları AfD’yi, her ne kadar parti iç sorunlarla uğraşıyor olsa da, Sosyal Demokratlar ve Hıristiyan Demokratların hemen arkasında göstermekte; yani AfD önümüzdeki seçimler sonucunda ilk kez Parlamentoya  girebilir.

AfD’nin iç politika öncelikle hedefine koyduğu isim Merkel ve özellikle Merkel’in Almanya’ya sığınmacı kabul ederek sergilediği açık kapı politikası. Merkel açık kapı politikasını “insani bir görev” olarak nitelendirse de, AfD Avrupa’daki terör saldırılarını Avrupa’ya alınan sığınmacılara bağlıyor, İslam değerlerinin Alman değerleri ile uyuşmadığını ileri sürüyor ve Alman ülkesi üzerinde “eğerler” ve “fakatlar” olmadan kesin kontrolün sağlanmasını istiyor. AfD açısından ülkeye kabul edilen göçmenler Almanya’ya ve çıkarlarına zarar vermekte.

AfD’nin dış politikada hedefine koyduğu ise Avrupa Birliği. AfD, Avrupa Birliği’nin siyasi bir yapı olarak sonlandırılmasını ve Birliğin sadece Topluluk adı altında ticaret bloğuna dönüştürülmesini istiyor. Almanların Avrupa Birliği’nin kölesine dönüştüğünü iddia eden AfD, Parlamentoya girerse Almanya’nın Birlik’ten ayrılmasını ifade eden Dexit’i gündeme alacağını belirtiyor. Sloganları net: Daha az Avrupa; daha fazla Almanya!

Dolayısıyla Brexit’in sadece Fransa’da Ulusal Cephe tarafından örnek alınmadığını, Almanya’da da Brexit örneğinden hareket etmeyi planlayan bir siyasi yapı olduğunu görüyoruz.

Almanya’da AfD’nin güçlenmesine sadece güncel bir pencereden bakarak, seçim öncesini, seçim sonuçlarına dair alternatifleri ve sonuçlarının muhtemel etkilerini tartışabiliriz; ancak AfD’nin güçlenmesine daha geniş bir perspektiften, yani Alman milliyetçiliği açısından da bakmak gerekir. Bismarck dönemi savaşları, 1. ve 2. Dünya Savaşları çerçevesinde Alman milliyetçiliğinin Avrupa’nın başına ne işler açtığı malum. Dolayısıyla AfD’nin yükselişi ve söylemleri Avrupa’nın tamamı tarafından yakından izlenmesi gereken bir mesele.

Gelişmelere bir de ters tarafından bakalım! Avrupa entegrasyon hareketini Almanya’nın Avrupa’da sınırlanması çabası olarak okuduğumuzda ve Soğuk Savaş sonrası iki Almanya’nın birleşmesinin yarattığı korku ışığında Avrupa entegrasyon hareketinin daha da derinleştiği gerçeğinden hareket ettiğimizde, özelde AfD’nin, genelde Alman milliyetçiliğinin yükselişini entegrasyon hareketinin daha da derinleşmesi için bir fırsat olarak okuyabilir miyiz? Neden olmasın?

Doç. Dr. Dilek Yiğit

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı