Bu sayfayı yazdır

Avrupa Bütünleşmesinin Sistem Sorunu Nedir?

Yazan  12 Ekim 2012
Avrupa bütünleşmesi siyasi ve ekonomik meselelerin bürokratik meseleler haline dönüştürülmesinin sıkıntısında.

AB'de yaşanan ekonomik kriz sadece parasal ve mali sonuçlara yol açmadı. Bütünleşmenin başka bir eksikliğinin hatırlanması gerektiğini de ortaya çıkardı. Krizle birlikte devrilen hükümetler yerine alanında uzman kişilerden, yani teknokratlardan oluşturulan hükümetlerin yönetimi ele almaları eski bir sorunu yeniden AB gündemine taşıdı: 'Demokrasi açığı'.

Birlik, kuruluşundan beri, halktan kopuk oluşu ve tepeden inmeci bir yaklaşımla gelişme kaydetmesi nedeniyle zaman zaman Avrupa kamuoylarınca eleştirilir. Bu eleştirilerin kaynağını şu üç faktör oluşturur: İlki, Birlik idaresinin halkın tercihlerini göz ardı etmesidir. İkincisi, yaşanılan ekonomik krizlerin yol açtığı sosyal sorunların, Birlik düzeyinde geliştirilen önlemlerde yeterince dikkate alınmamasıdır. Üçüncüsü de, halkın AB karar alma mekanizmalarını etkileyecek yeterli araca sahip olmamasıdır. Bu noktada meseleye biraz daha derinlemesine bakılabilir.

Vatandaşlar Avrupa'sı

1990'lı yıllara kadar Avrupa'daki bireyler Birlik idaresince adeta 'tüketici' olarak görülmüşlerdi.[1] 1990'lı yıllardan itibaren, özellikle de 1992'de imzalanan Maastricht Antlaşması'ndan sonra bireylere AB vatandaşı statüsü kazandırılmaya çalışılmıştı. Avrupa vatandaşlığı, her ne kadar aitliğin tarihi öğelerine atıf yapılsa da, aitlik hissinin yaratılmasından aitliğin yasal bağlarının yaratılmasına geçildiğinin bir göstergesi olmuştur.[2] Bu, AB için bir yapısal dönüşümün başlangıcıdır. Fakat bu yapısal dönüşüm gerek iç dinamikler gerekse de oluş biçimi nedeniyle demokrasi sorununa zemin hazırlamıştır. AB vatandaşları ile kurumları arasında karşılıklı sorumluluklara dayalı bir ilişki yeterince olgunlaştırılmamıştır. Vatandaşlar Birlik seviyesinde temsil edilememe sorununu değişik ölçülerde yaşamaya devam etmişlerdir. AB kurumlarına ve organlarına erişilebilirlik sıkıntısı çekmişlerdir.

AB vatandaşları, 1990'lı yıllardan itibaren Birlik kararlarını etkilemek için toplu hareket edebilecekleri, seslerini Birlik düzeyinde duyurabilecekleri ve idarecileriyle doğrudan iletişim kurabilecekleri bir sistem arayışına girmişlerdir. 2007'de imzalanan Lizbon Antlaşması'yla bu yönde gelişmeler kaydedilse de yeterli olmamıştır. Lizbon'la, üye ülkelerden en az bir milyon AB vatandaşına, bir araya gelip Avrupa Komisyonu'nu yeni bir mevzuat geliştirmeye davet etme hakkı tanınmıştır. Fakat hala Birlik organlarının karar verme sürecindeki tutumlarının ve siyasi-ekonomik-sosyal amaçlarının Birliğin tüm vatandaşları tarafından anlaşılmasını ve tartışılmasını sağlayacak bir mekanizmaya ihtiyaç vardır. AB düzeyinde faaliyet gösteren ve yine bu düzeyde örgütlenmiş siyasi partilerin oluşturduğu gelişmiş bir parti sistemi gereklidir. Birlik hukukunu oluşturan anlaşmalar tamamen bağımsız ve kendi kendisine karar verme iradesine sahip bir Avrupa vatandaşı figürü oluşturmaktan adeta kaçınmaktadır. AB vatandaşlığı, üye ülkelerin vatandaşlık statülerine bırakılarak tam anlamıyla ulusüstü bir kurum haline gelememektedir.

Bu sorunlar içerisinde belki de en önemli olanı, bireylerin kendilerini AB vatandaşı olarak görüp görmedikleridir. Ülkeler vatandaşlık haklarıyla ilgili yasalar çıkarabilirler veya çeşitli politikaları benimseyebilirler. Fakat bireyler bu normları ve politikaları benimseyip içselleştirmezlerse anlamlı bir sosyal kimlik yapılanması meydana getiremezler. AB, kendi halklarıyla yüzleşirken işte bu problemi yaşamaktadır.

Teknokratlar Avrupa'sı

Bireylere içselleştirme sorunu yaşatan en önemli faktörler maddi ve manevi açıdan kitlesel etkiler yaratan siyasi, ekonomik ve sosyal krizlerdir. Yaşanan son ekonomik kriz İtalya ve Yunanistan gibi üye ülkelerin bütçelerinin dahi istikrar gerekçesiyle siyasetin etki alanından uzak teknokrat idarecilerle yönetilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu sonuç, siyasetin, ulusal hükümetlerin kontrolünden çıkmasına zemin hazırladığı gerekçesiyle Avrupa kamuoylarınca eleştirilmektedir. AB'de, özellikle kriz dönemlerinde, seçilmiş yöneticiler yerine teknokrat yöneticilerin irade sahibi olması, siyasi temsilcileri, teknokratların hakimiyetinde olan karar alma mekanizması içerisinde etkisizleştirmektedir. Hatta bunun da ötesinde iktidardakileri kriz sorumluları olarak itibarsızlaştırıp seçim yenilgisi yoluyla siyaset sahnesinden çekilmelerine zemin hazırlamaktadır. Bu hususlar ışığında 'AB teknokrasisinin', yerini 'AB demokrasisine' bırakması gerektiği yönünde tartışmalar yapılmaktadır.

Yunanistan'ın içinde bulunduğu kriz koşullarındaki durumunun, son dönemde demokrasi açığının önemli örneklerinden biri haline geldiği ileri sürülebilir. Bunu birkaç durumla açıklamakta fayda vardır. Almanya Başbakanı Angela Merkel Yunanistan'ın Avro bölgesinde kalıp kalmamasıyla ilgili ülkede referanduma gidilmesini önermiş, hatta Fransa'nın eski cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy ile birlikte Yunanistan'ın eski başbakanı George Papandreou'yu referanduma gitmeye teşvik ederek adeta iktidardan düşmesine zemin hazırlar bir tutum sergilemişlerdir. Siyasi sürecin işlemesine fırsat vermek Papandreou için AB ile yapılan anlaşmalara bağlı kalma yönünde bir zorunluluk olabilirdi. Fakat durum böyle olmamış, siyasi süreç askıya alınarak teknokratik bir hükümet iktidara taşınmıştır. Referandum önerisinde olduğu gibi Merkel, bu sefer de Yunanistan'da siyasetin meşruluğuna zarar veren müdahalelerle teknokratik hükümetin gözetmenliğini yapmıştır. Yunanistan'da Haziran ayında gerçekleştirilen seçimlerle iktidara gelen Antonis Samaras hükümeti Almanya ve Fransa'nın isteklerini göz önünde tutmak durumunda kalmaktadır. Bütçesinde 14 milyar avroluk açık bulunan Yunanistan ekonomik durumunu iyileştirmek için AB'deki demokrasi açığını genişleten bir aktör konumuna gelmiştir. Bunun sorumlusu tek başına Yunanistan değildir elbette. Yunanistan'ın bu konumu Avrupa'daki bütünleşme sisteminin de bir sonucudur. Bu noktada sistemle aktörler arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusudur.[3]

Avrupa bütünleşme sisteminin geleneksel metodu siyasi ve ekonomik meselelerin bürokratik meseleler haline dönüştürülmesini içermektedir. Buna 'Monnet Metodu' da denebilir. Bu metodun temel özelliği üye ülkelerdeki siyasal alanların, Avrupa düzeyinde geniş çaplı bir siyasal alan yaratılmadan daraltılmasıdır. Bir başka deyişle, üye ülkelerdeki siyasi ve ekonomik meseleler bürokratik meseleler haline getirilmekte ve bu siyasi meselelerin Avrupa düzeyinde temsil edilmesine zemin olacak bir siyasal alan yaratılmamaktadır. Piyasalar, liderler bütünleşme yönünde gerekli adımları atmadıkları takdirde AB'nin dağılabileceği yönünde korkuya sahiptirler. Bu korku hükümetlerin kendilerine kabul ettirilen kurallara uymalarını gerektirir. Bunun paralelinde, siyasal alan eksikliğinin de teşvikiyle ilgili kamuoylarında hakim olan alternatifsizlik algısı ya da kaygısı tepkisel hareketlerle birlikte meşruiyet sorununu beslemektedir.[4]

Avrupa'da demokrasi açığı, bir başka deyişle bütünleşme sisteminin zayıflığı, ekonomik krizle öne çıktığı gibi sadece harcamalar meselesi ve büyümenin nasıl sağlanacağıyla ilgili değildir; meşruiyetle ilgilidir. Avrupa genelinde yapılan seçimler ve referandumların demokrasinin güçlendirilmesi için tek başlarına yeterli olup olmadıkları yönündeki bir sorunun cevabı olumlu olmayacaktır. Bunun belirtilerini 1992 yılından 2008 yılına kadar geçen sürede gerçekleştirilen referandum sonuçlarından anlamak mümkündür. Maastricht Antlaşması'na 1992'de Danimarka'da yapılan referandumda %50.7'yle; Nice Antlaşması'na 2001'de İrlanda'daki referandumda %53.9'la karşı olunmuş; AB Anayasası 2005'te Hollanda ve Fransa tarafından sırasıyla %61.5 ve % 54.7'lik karşı oylarla reddedilmiş, Lizbon Antlaşması'na 2008'de İrlanda halkı tarafından %53.4'le karşıt duruş sergilenmiştir. Sonrasında ise hükümetlerin yönlendirmeleriyle, tekrarlanan oylamalarda sonuçlar olumlu hale getirilmiştir.[5]

Mesele sadece AB içerisinde de değildir. Birlik, üye ülkeler dışında, başta Türkiye olmak üzere AB üyeliğine aday tüm ülkelerle ilişkilerini belli ölçülerde teknokratik bir nitelikle yürütmektedir. Bu da taraflar arasında ihtiyaçların ve tercihlerin değil, teknik koşulların ya da yeterliliklerin ön plana çıktığı adeta suni bir ilişkiye yol açabilmektedir. Birlik idaresinin halkın ihtiyaç ve tercihlerini göz ardı ederek yönetim işlevini yerine getirmesinden kasıt budur. Bunun diğer bir ayağı da, kararlaştırılan politikaların sosyal etkilerinin yeterince dikkate alınmamasıdır. AB, ihtiyaçlarla teknik koşulları uyumlaştırdığı ölçüde teknokrasiden demokrasiye kayacaktır.

Sonuç

Avrupa vatandaşlarının demokrasi açığı ve teknokrasi sorunuyla karşı karşıya kaldıkları açıktır. Ulusal düzeylerde vatandaşların sahip olduğu siyasi-sosyal hakların ve vatandaşlık hissinin AB düzeyinde sağlanamadığı bellidir. AB, bütünleşme sürecinde sınırların kaldırılmasına dayalı 'negatif yaklaşıma' uzunca bir süre ağırlık vererek, ortak bir sosyal alanın yaratılmasına dayalı 'pozitif bütünleşmeyi' geri plana atmasının sıkıntısını hala yaşamaktadır.[6]

AB'nin, değerlerine aykırı birçok uygulamaya içten içe sahip olması onu yeni haklar temelinde geliştireceği dönüşümlere itmektedir. Karar verme süreçleri yetki ikamesi veya paylaşımı ilkesiyle insanlara daha yakınlaştırılmakta ve şeffaflık ilkesiyle de daha görünür kılınmaya çalışılmaktadır (şeffaflık ilkesinin Bakanlar Konseyi ve üye ülkeler tarafından pratiğe yansıtılamaması veya gizliliğin gerektiği konuların olduğunun düşünülmesi nedeniyle yansıtılmak istenmemesinin söz konusu olabileceği de göz ardı edilmemelidir). Fakat bunlar sistem sorununun büyüklüğü karşısında küçük adımlar olarak kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

AB düzeyinde siyasi bilgi donanımını ve siyasi katılımı sağlamak için karşılıklı etkileşime dayalı bir iletişim ağının kurulması, Avrupa vatandaşları ve Avrupa siyasi sistemi arasındaki kopukluğu bir ölçüde gidermeye katkı sağlayabilir. AB'nin resmi otoritelerinin çeşitli kurumlarla, çıkar gruplarıyla, halk temsilcileriyle, uzmanlarla fikir alış verişi yapabilecek, onların Avrupa politikalarını ve yasama sürecini etkileyebilecek bir danışma-diyalog platformunun oluşturulması benzer bir katkıda bulunabilir. Avrupa vatandaşlarına Birlik düzeyinde bir siyasal alan sunacak bir parti sistemi de kurulabilir. Demokrasi, teknokrasi ve meşruiyet sorunlarının kaynaşmasından oluşan koşullar ancak halk tercihlerinin sunulabileceği siyasal alanın ve karar alma mekanizmalarını etkileyecek araçların varlığıyla dönüştürülebilir. Bu sayede bürokratik meselelere dönüştürülmeye çalışılan hususlar aslında ait oldukları siyasal alanda kalabilir. AB'nin üçüncü ülkelerle ilişkilerinde ihtiyaçlar ve tercihler odaklı değil, teknik koşullar ya da yeterlilikler odaklı yaklaşımının suniliği de böylece giderilme fırsatı yakalayabilir.

 


 

[1] Brigid Laffan, "The Politics of Identity and Political Order in Europe", Journal of Common Market Studies, Cilt 34, No 1, 1996, s.94.

[2] Antje Wiener, "Assesing the Constructive Potential of Union Citizenship - A Socio-Historical Perspective", European Integration Online Papers, No 17, 1997, http://eiop.or.at/eiop/pdf/1997-017.pdf (Erişim:20.07.2012)

[3] Mark Leonard, "The Dark Flip-side of European Technocracy", 01.06.2012, http://ecfr.eu/content/entry/commentary_the_dark_flip_side_of_european_technocracy (Erişim: 02.08.2012)

[4] A.g.m.

[5] "The Euro Crisis: An Ever –deeper Democratic Deficit", The Economist, 26.05.2012, http://www.economist.com/node/21555927 (Erişim: 09.07.2012)

[6] Richard Kuper, "The Many Democratic Deficits of the European Union", Albert Weale, Michael Nenthwitch (Ed.), Political Theory and European Union: Legitimacy, Constitutional Choice and Citizenship, Routledge, London, 1998, s.148.

 

 

 

Dr. Sezgin Mercan

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Avrupa Birliği Araştırmaları Merkezi Başkanı