Bu sayfayı yazdır

Stratejik Kıskaçtaki Ülke

3 Ekim 2005 yeni bir zafer, Avrupa’nın yeniden fethi, yeni bir viraj olarak sunuldu. Türk halkı Avrupa Birliği ile ilişkiler sürecinde kaçıncı zaferi kazandığını dahi unuttu.

3 Ekim'de Türk halkının sevinmeye ikna edilmeye çalışıldığı şey 17 Aralık 2004'de AB'nin 25 üyesinin Türkiye'ye gerçekleştirmeye söz verdiği şey değil midir? AB ülkelerinin yalan söylemek için ellerinden geleni yaptıktan sonra nihayet yalan söylememelerine mi bu kadar seviniyoruz. Neresinden bakarsak bakalım Türk milletinin moral değerlerini ve yüksek menfaatlerini tehdit eden stratejik bir kıskacın içerisine sıkı sıkıya yerleştiriliyor.

3 Ekim neyin müjdecisi, niye bu kadar seviniyoruz acaba diye kendi kendimize sorduğumuz zaman mesele Milliyet gazetesinden aldığımız cevap, "1)Çöp dağlarına son, 2)Eğlence yerlerinde yüksek sese sınırlandırma, 3) Atık suların temizlenme zorunluluğu, 4)Gıdaların pakete gireceği, 5)Çiftçi kadınların sigortalanacağı, 6)Taksi ve dolmuşlara makyaj yapılacağı (Milliyet, 5 Ekim 05) 7) Örgütlenme özgürlüğü gelişecek, 8) Hava ve su daha temiz olacak, 9) Açıkta yiyecek satılmayacak, 10) Otoyollar daha dayanıklı olacak, 11) Yükler demiryoluyla taşınacak, 12) Yollara akustik duvar çekilecek, 13) Yabancı dil eğitimi gelişecek, 14) Kayıt dışı ekonomi dönemi bitecek, 15) Köyler cazip hale gelecek (Hürriyet, 5 Ekim 06)

İşte Türkiye'nin en fazla satan iki gazetesinin AB tam üyeliğinin Türkiye'ye hediye edeceğini düşündüğü ve ön plana çıkardığı hususlar bunlardır. Bunların gerçekleşmesinin için Türkiye'nin AB tam üyesi olmasının gerekip gerekmediği sorusu bile sorulmamıştır. Dış İşleri Bakanı Abdullah Gül'ün yorumu ise Türkiye'nin artık çok daha öngörülebilir bir ülke haline geldiğidir. Bir yazar bunu "istikrar ve refah" olarak yorumlamaktadır. Oysa öngörülebilir olmanın ilk özelliği istikrar ve refah değil, "kontrol edilebilirliktir."

3 Ekim tarihi otuz sene sonra incelendiğinde Türkiye'nin aslında 17 Aralık 2004'de sona eren tam üyelik macerasının sona erişinin çok boyutlu olarak teyit edildiği tarihtir. Tam üyelik sürecinin sona ermesinin açığa kavuşması ile birlikte, önümüzdeki günlerde/aylarda ve yıllarda AB'nin Türkiye'ye karşı yaşama geçireceği saldırgan tavır, ülkemize "istikrar ve refah" değil, aksine huzursuzluk getirecektir.

Sonunda üye olup olmayacağı belli olmayan bir sürecin içine itilen Türkiye'den Avrupa Birliği önümüzdeki 15 yıllık süreç içinde Türkiye'nin geri adım atması mümkün olmayan adımlar atmasını istemektedir. Yani Türkiye kendisinden istenen bütün şartları yerine getirecektir. Bu çerçevede örneğin bütün hukuk sistemini değiştiren, Ermenistan sınırını aşan, sözde soykırımı kabul eden, Kıbrıs Rum kesimini tanıyan, KKTC'nin yok olmasına ses çıkarmayan, Türkiye'nin politik-idari düzenini üniter devlet yapısı dışına iten bunu kabul eden, NATO'da Rumlarla ortak olan ve daha bir çok geri dönülmez konuda adım atan bir Türkiye'ye sonunda "kusura bakmayın, biz sizi hazmedemeyeceğiz" dendiğinde bu ülkenin nasıl bir tepki vermesi beklenmektedir.

Üstelik AB yetkililerinin mesela "Türk dostu" Alman şansölye Schröder'in "Türkiye'ye kapıyı açık tutmak ulusal çıkarlarımız açısından gereklidir. Türkiye'yi tam uzaklaştırarak başkalarının kucağına, bize karşı kullanılmaz üzere düşmesini engelleyelim, tam üyeliğinin de bir felaket olduğunu unutmayalım" derken, tam üyelik masallarını AB'nin Türkiye'ye attığı kazıkları Türk halkına affettirecek bir tarzda anlatan eski büyükelçiler, gazeteciler ve akademisyenler içlerine nasıl sığdırıyorlar? Bu vatana karşı duydukları sevgi bu kadar mı az? Yoksa hayatta sürekli yanılanlar sınıfına mı giriyorlar? Öyle ya AB'cilerin % 90'ının eski sosyalistler olduğu ve sosyalizm konusunda ne kadar yanılmış olduklarını düşününce bu sefer haklı olmaları için hiçbir gerekçe bulamıyorum. Ve tarih kendisini akılı zannedip sürekli yanılan ahmakları affetmiyor.

Son ekleyen 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Editörü