Bu sayfayı yazdır

Bosna-Hersek Zirvesi: Beşinci “Üçlü Danışma Toplantısı” Ankara

Yazan  10 Şubat 2010

Bosna-Hersek’teki siyasi istikrarsızlığa son verme amacıyla taraflar bir kez daha 9 Şubat 2010’da bir araya geldi. Türkiye, Bosna-Hersek ve Sırbistan’ın beşinci kez bir araya geldiği bu toplantıya Ankara evsahipliği yaptı. Böylece Bosna-Hersek Dışişleri Bakanı Sven Alkalaj ve Sırbistan Dışişleri Bakanı Vuk Jeremiç bir kez daha Türkiye’nin girişimiyle bir araya geldi.

Toplantının görünen tek somut sonucu, Bosna-Hersek’in Sırbistan’a bir büyükelçi atama kararının duyurulması oldu. Ama zaten bu toplantıyı önemli kılan ve görüşmeden beklenen anlaşma metinlerinin oluşturulması değil süreğen bir diyolog sağlanmasıdır. Dolayısıyla yapılan ortak basın açıklamasında verilen Üçlü Danışma Toplantıları’nın devamı ve dostluk mesajları toplantının olağan sonucuydu. Sırbistan Dışişleri Bakanı Jeremiç’in Bosna-Hersek ve Sırbistan arasındaki diplomatik çözümsüzlüğü çözüm haline getirdiği için Türkiye’ye ve Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na özel olarak teşekkür etmesi ise sadece Davutoğlu’nun başarı hanesine eklenecek bir artı değil aynı zamanda Türkiye’nin bölgesel girişimlerindeki başarısının teyit edilmesidir.

Bosna-Hersek’teki üç etnik grup arasında süre gelen ihtilafları gidermek ve ülkede üniter bir yapı oluşturulmasına katkıda bulunarak hem Bosna-Hersek’in toprak bütünlüğünü korumak hem de bölge istikrarını sağlamak amacıyla daha önce bir seri görüşme yapılmıştı. Özellikle Bosnalı Sırpların ikna edilememesi nedeniyle bu görüşmelerden herhangi bir sonuç alınamadı. Türkiye, Sırbistan’la Kosova’nın bağımsızlık ilanı sonrasında iyice gerginleşen ilişkilerini yumuşattıktan sonra Bosna-Hersek’te yaşanan siyasi istikrarsızlıkta da daha aktif bir rol oynamaya başladı. Bosna-Hersek’teki istikrarsızlığın giderilmesinde başat rol oynayabilecek olan bölge ülkelerinden Sırbistan ve Hırvatistan’la başlatılan “diyalog” çalışmaları, tarafların bir araya getirilebilmesi, soruna ve muhtemel çözüme katkılarının tartışılabilmesi bakımdan önemlidir. Bu tabloyu oluşturan ise Türkiye’nin girişimleri ve yapıcı politikaları olmuştur.

Tarafları Bir Araya Getiren Girişim

Bosna-Hersek’teki üç etnik grubu temsil eden yedi önemli siyasi partiyle ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı James Steinberg ile AB Dönem Başkanı İsveç’in Dışişleri Bakanı Carl Bildt’in girişimiyle başlatılan görüşmelerde herhangi bir ilerleme kaydedilememişti. 21 Ekim 2009 tarihli kritik görüşme de umutları yok edici bir şekilde bitmişti. Bu görüşmeden hemen önce 10 Ekim 2009’da, Türkiye, İstanbul’daki Güneydoğu Avrupa Ülkeleri İşbirliği Süreci toplantısında, Bosna-Hersek ve Sırbistan Dışişleri bakanlarının bir araya gelmesini sağladı. Bu toplantıda üç ülkenin dışişleri bakanı Balkanlar’daki güncel gelişmeleri değerlendirmek ve Bosna-Hersek’teki soruna katkıda bulunmak üzere her ay buluşma kararı aldı. İkinci üçlü görüşme yine İstanbul’da 8 Kasım 2009’da gerçekleştirildi. Böylece uluslararası toplum adına Bosna-Hersek’teki üç etnik grup arasında başlatılan ama sonuçsuz kalan görüşmelere paralel bir şekilde Bosna-Hersek’te etkisi olabilecek ülkeler arasındaki görüşmeler de başlamış oldu. Nitekim Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 12-13 Aralık 2009’da Hırvatistan’da gerçekleştirdiği ikili ziyaret sonrasında bu mekanizmaya Hırvatistan’ı da dahil etti. Türkiye, Bosna-Hersek, Hırvatistan arasındaki “üçlü danışma süreci”nin ilk toplantısı da 14 Ocak 2010’da Zagrep’te düzenlendi. 14 Ocak Zirvesini ise Belgrat’ta 15 Ocak’ta gerçekleştirilen Türkiye, Bosna-Hersek, Sırbistan Dışişleri Bakanları toplantısı izledi. “Üçlü Danışma Toplantısı” adını alan görüşmelerin beşincisi, Ankara’da 9 Şubat 2010 tarihinde gerçekleşti.

Üçlü Danışma Toplantıları, Bosna-Hersek’teki siyasi kriz ortamını dağıtmaya yetecek olmasa da sorunun gerçek taraflarının bir araya getiriliyor olması, bundan sonraki süreçte sorun hangi yöne doğru meylederse etsin bir şekilde gelişmeleri kontrol altında tutma, olabilecekleri öngörebilme inisiyatifini tüm taraflara sunmaktadır. Bu görüşmeler Bosna-Hersek’te yaşanan sorunun bütünlüklü bir şekilde ele alınmasını da sağlıyor. Çünkü Bosna-Hersek’teki etnik gruplara inildikçe çözüm imkansızlaşıyor ama o etnik gruplar üzerinde etkisi olan güçlerle yapılan görüşmeler çözüme ilişkin fikirlerin biraz daha berraklaşmasını sağlıyor.

Bosna-Hersek’i oluşturan üç etnik grubun tutumu, sorundan bir çıkış yolu bulmanın imkansız olduğunu gösteriyor. Anayasa ve Bosna-Hersek’teki kurumlarla ilgili olan ve esasen Dayton Anlaşması’nı revize etmeyi amaçlayan ABD-AB girişimli süreç tıkandı ve ilerleyemiyor.  Bosnalı Sırplar, anayasa değişikliğini de öngören paketi reddediyor ama aslında Bosnalı Hırvat ve Boşnaklar da paketten memnun değiller. Demokratik Hareket partisinin lideri Boşnak Süleyman Tihic, bazı düzeltme ve ekleme taleplerinde bulunurken Bosnalı Sırp lider Milorad Dodik öneri paketini görüşme zemini olarak dahi kabul etmediklerini bildirmişti. Tihic’in aslında tatmin edici bulmamasına rağmen paketi kabul etmesindeki temel etken, görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanmasını engellemekti. Çünkü böylesi yüksek düzeydeki bir girişimin de başarısızlığı, radikal eğilimleri arttıracak ve bölünmeyi hızlandıracaktı. Dodik’in itirazlarının altında ise yeni tür düzenlemelerin Bosna-Hersek merkezi hükümetini güçlendirirken Sırpların mevcut pozisyonunu Dayton gerisine düşüreceği ve dolayısıyla yönetimdeki paylarının zayıflayacağı düşüncesi bulunuyor. Bosnalı Hırvatlar’ın olumsuz tavrının ardında da Sırpların ülkeyi bölünmeye götürmekte olduğunu düşünmeleri yatıyor. Basitçe, eğer ülke bölünecekse,ülke topraklarının geri kalan yarısında Boşnaklarla birlikte bir devleti ayakta tutmaya çalışmaktansa Boşnaklardan tamamen ayrılmayı ve bağımsızlaşmayı daha mantıklı buluyorlar. Nitekim Bosnalı Sırpların hedefinde başından bu yana Sırbistan’la birleşmek, eğer bu olamıyorsa Kosova gibi bağımsızlığını ilan etmek bulunuyor. Böylesi bir hedefin ortaya konuluşu, Sırpların neden mevcut sistemi işlevsiz kılmakta direttiklerini de açıklıyor. Hırvatların da Hırvatistan’la birleşme arzularının canlanmasında mevcut sistem tıkanıklığının giderilmesi konusunda da herhangi bir umudun bulunmaması yatıyor. Bosnalı Sırplar da Hırvatları bu konuda teşvik ediyor. Bu şekilde kendi hedeflerine ulaşmaları konusunda içerideki bölünmeye hız kazandırmış olacaklar.

Bosna-Hersek’i oluşturan üç etnik grup bu denli farklı yaklaşımlar sergilediği için sorunun çözümü imkansızlaşıyor. Bu nedenle de Sırbistan ve Hırvatistan’ın takınacağı tutum önem kazanıyor. Sonuçta Sırpların ayrı bir devlet ya da Sırbistan’la birleşmek hayalini söndürebilecek yegane güç bizzat Sırbistan’dır. Aynı şekilde Bosnalı Hırvatların dikkatlerini Saraybosna yerine Zagrep’e yöneltmelerini de ancak Hırvatistan engelleyebilir. Sırbistan’ın, Bosnalı Sırpları “Büyük Sırbistan” hayalinden vazgeçirici ciddi önlemler alması, sorunun çözümüne en büyük katkıyı sağlayacaktır. Sırbistan Dışişleri Bakanı Jeremiç’in 9 Şubat 2010’daki basın toplantısında sarf ettiği “Sırbistan’ın Bosna-Hersek’in toprak bütünlüğüne ve hükümranlığına saygı duyduğu” yönündeki açıklamanın samimiyeti ise ancak Sırbistan ile Bosnalı Sırpların ilişkisinin seyrinde ortaya çıkacaktır. Jeremiç’in aynı toplantıda dile getirdiği “Bosna-Hersek’teki problemler, diyalog, üç halkı temsil eden gruplar arasındaki müzakere ve Bosna Anayasası çerçevesinde çözümlenmelidir. Bu, Sırbistan’ın gelecekte de destekleyeceği pozisyondur” açıklaması da Bosna’da Sırpları bertaraf eden bir çözüm projesine destek vermeyecekleri şeklinde anlaşılmalıdır. Yani Sırbistan, Bosnalı Sırplar üzerinde açık bir baskı oluşturmak niyetinde değildir. Gerçekte ise Sırbistan’dan beklenen Sırplara baskı yapmaları değil onların Sırbistan’la birleşmek ya da bağımsız olmak hayalini Kosova’nın intikamı adına canlı tutmamaları, bu hayale destek vermemeleridir. Sırbistan ya da Hırvatistan’ın ellerindeki böylesi güçlü kozları kullanmaktan gerçekten vazgeçmesi mümkün görünmüyorsa da Bosna-Hersek sorununun çözümünde bu iki ülkenin duruşu ve verdikleri mesaj yine de önemli olacaktır. Bu nedenle çözüme Bosna-Hersek’teki etnik gruplarla yapılan görüşmelerden ziyade Türkiye’nin de parçası olduğu “Üçlü Danışma Toplantıları”nın uzun vadede daha fazla katkısı olacağı düşünülmektedir. Bu toplantıların sadece Bosna-Hersek reform sürecine ve toprak bütünlüğünün korunmasına değil aynı zamanda bölgenin güvenliği ve istikrarına da katkıda bulunması hedefleniyor.

Sorunda ve Çözümünde Batı’nın Rolü

Türkiye bu noktada bir yandan arabulucu rolünde iken bir yandan da Boşnakların temsilcisi konumundadır. Bosna-Hersek için ise iki çözüm ihtimali söz konusu. Bosna ya üç milletin federasyonu olarak tutularak tek bir devlet olarak varlığını koruyacaktır ya da Müslüman, Hırvat ve Sırp olarak üçe bölünecektir. Türkiye, tıpkı Boşnaklar gibi, ülkenin bölünmesinin önüne geçmek istiyor. Sorunun çözümünde ise sadece bölge ülkelerinin değil başta AB olmak üzere Batı’nın önemli bir rolü var. Batılı güçler Bosna-Hersek’in toprak bütünlüğünün korunmasını istiyor görünüyorlarsa da sorunu iyi yönetemediler ve 1995 tarihli Dayton Barış Anlaşması’ndan bu yana gerçek barışı tesis etmek için yeterli çabayı göstermediler.   

Türkiye’nin yürüttüğü Üçlü Danışma Toplantıları’nı bir tarafa bırakırsak AB ve ABD’nin girişimiyle ülkeyi bir arada tutma, parçalanmasını önleme niyetiyle Bosna-Hersek içinde başlatılan girişim birkaç sebeple gerçekçi ve inandırıcı görünmüyor:

 

  • Balkanlardaki istikrarı Sırbistan’ı merkez alarak koruyacağını düşünen AB, Kosova ve Bosna-Hersek’teki düzensizliği salt Sırbistan’ın demokratikleşmesini destekleme adına görmezden geldi. Hatta Kosova sorununa öncelik verildi, Bosna-Hersek’teki istikrarsızlık uzunca bir süre görmezden gelindi. Bugün artık Bosna-Hersek için geç kalınmıştır.
  • Bir uzlaşı ortamı yaratarak sistemi işlevsel kılacak değişikliklerin yapılması imkansız görünüyor. Çünkü uzlaşı mümkün olsaydı zaten Sırplar sistemin işlemesini bugüne dek engelliyor olmazdı. Sırpların uzlaşmaz tutumunda Dayton sisteminin ve haliyle Batı’nın tutumu da etkilidir.
  • Bosna-Hersek’te girişilen soykırım hedefine ulaştı çünkü bugün Bosna-Hersek’in yüzde 49’u Sırp’ların elinde, bu bölgede Sırp olmayan unsur neredeyse hiç yok ve Srebrenitsa da bu topraklara dâhil. Toprak düzenlemesi de Dayton’un ürünüdür. Soykırım hedefine ulaştı çünkü Avrupa’nın ortasında Müslüman bir devletin kurulması engellendi. Bugün merkezi hükümeti güçlendirecek girişimlere karşı çıkarken Bosnalı Sırpların hala bu argümanı kullanıyor olması da konunun bir başka yönüdür.
  • Sırbistan’daki yakın tarihli geçmiş seçimlerde demokratik kanadın iktidara gelmesini sağlamak için Batı’nın gösterdiği çaba dikkate alınacak olursa Bosna-Hersek’teki milliyetçi duyguların ve dolayısıyla ayrılıkların keskinleşmesi sürecinde neden ciddi bir müdahalenin yapılmadığı sorulması gereken sorulardandır. Çünkü Bosna-Hersek’in üç etnik parçasında da her bir seçim döneminde milliyetçilik biraz daha arttı, artan milliyetçilik halkı biraz daha ayrıştırdı, merkez hükümetin işleyişini de biraz daha güçleştirdi.
  • AB’nin Sırbistan vatandaşlarına 15 Haziran 2009 itibariyle serbest dolaşım hakkı vermesi Bosna-Hersek bütünlüğüne vurulmuş bir darbedir. Bir yanda Sırbistan pasaportlu Sırplar, bir yanda ise Hırvatistan pasaportlu Hırvatlar “AB havucu”na ulaşmışken Boşnaklar AB tarafından cezalandırılıyormuş gibi bir hava oluştu. Çünkü Bosnalı Hırvatlar için Bosna-Hersek’in toprak bütünlüğü ya da AB ve NATO üyeliği için gerçekleştirmesi gereken reformlar tamamen önemsizleşmişti. Sırplar ise zaten kendilerini Saraybosna’dan ziyade Belgrad’a bağlı hissediyordu, yeni pasaportlar ile Sırbistan bir kez daha önem sıralamasında önce geçti. Ülkeyi bir arada tutacak ortak bir hedef de kalmadı.
  • Dayton’un yarattığı sistemin işlemiyor oluşundaki temel etken iki devletçiğe verilen veto hakkı idi. Önerilen pakette bunun korunuyor olması, Batı’nın niyetinin soruna kalıcı çözüm getirmekten ziyade çalan savaş çanlarını şimdilik susturmak ve sorunu ötelemek olduğunu gösteriyor.

                                                                                                  

Ankara’nın ev sahipliğinde gerçekleşen 9 Şubat 2010 tarihli Üçlü Danışma Toplantısı, sonuçları bakımından olmasa da görüşmelerin kopmadığını ve sürebileceğini göstermesi bakımından önemlidir. Bu toplantıyla sorunu çözmek mümkün değil ancak eğer tek başına “diyalog” mefhumunu bir başarı olarak göreceksek, bu toplantı, Balkanlardaki sorunların çözümünde diyoloğun mümkün olduğunu göstermesi bakımından önemli bir başarıdır. Sürecin başarıya ulaşması, bölge sorunlarının bölge ülkelerince çözülebileceğinin ispatı olacağı için de düzenli şekilde yapılan toplantıların bir sonuç doğurması tüm bölge ülkeleri açısından önemli olacaktır. Çünkü Balkanların yakın tarihi, ABD ve AB’nin buradaki sorunları çözmekte başarılı olamadığını, barış inşa çabalarının bir yerlerde yeni gedikler doğurduğunu ve ancak yönetilebilir, sürdürülebilir yeni istikrarsızlıklar yarattıklarını gösterdi. Elbetteki toplantıların nihai amacı AB ya da ABD’nin Balkan projelerinden kopuk değil. Ancak bölge ülkelerinin oluşturacağı bir organizasyonun AB ile bütünleşmesi, bölge ülkelerinin çıkarlarının ve çözüm önerilerinin de dikkate alınmasını sağlayacaktır. Türkiye’nin bu süreçte yaptığı girişimleri, bir “ağabey” niteliğinde değil de “kendini bölgenin bir parçası görerek ve bölgesel istikrarın sağlanmasında kendi yakın ilişkilerinin getirdiği yükümlükleri de üstlenerek sorumluluk almak” niteliğinde olması, kurulan diyolog sürecinin başarısını arttırmaktadır.

Bu sürecin diğer bir başarısı, Türkiye’nin arabuluculuk rolünün benimsenmesi ve özellikle Sırbistan’ın güvenini kazanması durumunda Kosova-Sırbistan ilişkilerinde benzer bir girişimi başlatabilmesi olabilir. Öte yandan bu süreçten, sadece Balkanlarda değil diğer sorun alanlarında da Türkiye’nin arabuluculuğunun daha aktif bir rol haline bürünmesi de bir başarı olarak beklenebilir. 

Gözde Kılıç Yaşın

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Balkanlar ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Başkanı