AKP'nin Yanlış Dış Politikasının Suriye Siyasetimize Yansımaları

Yazan  30 Nisan 2012
Dış politika, ülkenin ulusal çıkarlarının korunması ve bu çıkarlarının en iyi şekilde karşılanması amacına yönelik olması gereken bir siyasettir.

Bu nedenle de güvenilir ve sürdürülebilir olması ulusal mutabakata dayanmasına bağlıdır. AKP Hükûmetinin , dış politikayla ilgili olarak hiçbir zaman bir ulusal mutabakat arayışı içinde olmadığını görmekteyiz. Dolayısıyla Türk dış politikasının bir ulusal mutabakata dayanabilmesi için hükümetin uygulamalarına gereken ince ayarları vakit geçirmeden yapmasını tavsiye ediyorum.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun, AKP Hükûmetinin Suriye politikası hakkında 26.04.2012 tarihinde TBMM Genel Kurulunda yapmış olduğu açıklamalar tatminkâr olmamıştır. Ayrıca Hükûmetin Suriye konusunda izlediği politika Suriye'deki durumun normalleşmesine hiçbir katkıda bulunmamakta hatta durumu âdeta yangına benzin dökermişçesine daha da vahim bir hâle getirmektedir.

Sayın Ahmet Davutoğlu Suriye konusunda vicdandan,Suriye halkının yaşamış olduğu olumsuzluklardan, güçlüklerden söz etmektedir. Peki, bu olumsuzlukları, örneğin Sudan'da insanlar yaşamıyor mu? Sudan'a karşı bizim vicdanımız, işlemiyor mu? Hükûmetin Suriye politikası, bugün gelmiş olduğumuz noktada, ülkemizin bölgedeki ağırlığına, güvenilirliğine ve liderlik iddialarına yazık ki telafisi yıllarca mümkün olmayacak bir darbe vurmuştur. Türkiye, bugün, Suriye konusunda önerdiği politikalarla uluslararası camia içinde giderek yalnızlığa doğru yönelmektedir.

Türkiye, bölgedeki ağırlığını yüzyıllardır istikrara dayalı olarak korumuş ve geliştirmiş, istikrar içinde güçlü olabilmiş ve bunun için de çevresinde ve bu çevrenin ötesinde daima istikrar oluşturmaya önem vermiş bir ülkedir. Bölge liderliğine oynayan diğer bazı ülkelerin istikrarsızlık içinde kolay hareket edebilmelerine karşın, hatta istikrarsızlığı bir dış politika aracı olarak kullanabilmelerine rağmen, çevremizdeki ve civarımızdaki istikrarsızlık daima bizim de iç istikrarımızı bozmuştur. Bu nedenle, biz Türkiye olarak her zaman istikrar arayışı içinde gelişen ve istikrar ortamında ağırlık kazanabilen bir ülke olagelmişizdir. Bugün, Hükûmetin Türkiye'nin bu istikrar yapıcı rolünü bir kenara bırakmış olduğunu endişeyle gözlemlemekteyiz.

Suriye'deki olayların başlangıcında uzunca bir süre sessiz kalan Hükûmet, daha sonra birden Suriye içindeki iç mücadelede fiilen taraf hâline gelmiş, Suriye'deki muhalif grupları Türkiye'de organize etme çabasına girmiş, bu gruplara her türlü desteği sağlamış ve henüz ortada bir göç olgusu yokken Suriyeli göçmenlere davet çıkarmış, uluslararası alanda Suriye'ye her an bir harekât gerçekleştireceği algısını uyandırmış, soruna barışçı yollardan çözüm aranmasına yönelik olarak Birleşmiş Milletlerle Arap Ligi'nin ortaklaşa giriştikleri çabalara başta bizzat Sayın Başbakanın ağzından karşı çıktıktan sonra, muhtemelen içine düşmekte olduğu izolasyondan kurtulma amacıyla, kerhen olduğu çok belli bir şekilde, bu çabalara ve bunları kanalize eden Annan Planı'na destek verir gözükmüş ancak perde arkasından hep bir bahane arayarak Suriye'ye karşı bir askerî harekât içinde olma arzusu güttüğünü düşündürür bir tavır içinde kalmıştır.

Davutoğlu'nun olayları pembe camlı gözlüklerin ardından gördüğü izlenimini veren açıklamaları ve "Komşularla sıfır sorun" adını verdiği, başından beri uygulanamaz olduğu açık olan hayalî politikayı bugün içinde bulunduğumuz durumda hâlâ savunmaya çalışmasına anlam vermek güçtür. AKP Hükûmetinin dış politikası Türkiye'yi istikrar yaratan, yumuşak gücüne saygı duyulan, çizgisine güvenilen ve bölgesel anlaşmazlıklarda hakemliğine başvurulan bir ülke konumundan, bizzat kendi komşularının ifadesiyle, komşularının iç işlerine karışan, bölge ülkelerinin kendi ihtilaflarına müdahil olup bu ihtilaflarda taraf olan, uluslararası meşruiyeti es geçen, savaş kışkırtıcılığı yapan, bugün "kardeşim" dediğine yarın ne diyeceği belli olmayan, başlangıçta kesin ifadelerle ve açık beyanlarla reddettiği her şeyi daha sonra kabul eden, esen rüzgâra göre yön değiştiren, Batı'ya mı, Doğu'ya mı mensup olduğu bilinmeyen, güvenilmez ve hatta dostluğu ve yakınlığı tehlikeli bir ülke hâline getirmiştir. Bugünkü Türk dış politikası bu bakımdan her alanda tam bir başarısızlık sergilemektedir. Suriye politikamız ise en hafif deyimiyle bir fiyaskodur.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Dışişleri Komisyonuna mensup bir heyetin,16 Nisan 2012 tarihinde Kahire'de Arap Ligi Parlamentosu mensuplarıyla katılmış olduğu Türk-Arap Parlamenterleri 4'üncü Diyalog Toplantısı'nda söz alan Arap ligi ülkelerine mensup parlamenterlerin konuşmaları Arap parlamenterlerin T.C.Hükümetinin Suriye politikasından ne kadar tedirgin olduklarını açıkça göstermiştir.

Söz konusu toplantının sonuç bildirisi üzerindeki çekişmeli müzakerede söz alan Ürdün, Cezayir, Tunus, Sudan, Yemen, Filistin, Mısırlı politikacılar acı ifadelerle Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetinin Suriye politikasından duydukları ciddi rahatsızlığı açıkça seslendirmişler, Türkiye'nin Arapların iç işlerine karışmasını istemediklerini net bir biçimde ve fazla nazik olmasına özel bir çaba göstermedikleri ifadelerle beyan etmişlerdir. Bu, Türkiye'nin Suriye'deki olaylara yönelik tavrının, esasen Rusya, İran, Çin gibi bölge etkili aktörlerin yanı sıra genel anlamda Arap dünyasında da tasvip görmediğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, bilinmesinde yarar olan bir husus, genellikle kendi aralarında pek çok ayrılıkları olan, hemen hiçbir zaman temsil etmeleri gereken gerçek gücü bu ayrılıklar nedeniyle oluşturamamış bulunan Arap dünyasının, buna rağmen kendileriyle ilgili manevi bir aile anlayışına sahip olduğu ve bu anlayışın kapsama alanı konusundaysa çok kıskanç davrandığıdır.

Türkiye Arap ailesine dahil değildir. O nedenledir ki, cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana Türk dış politikasının temel ilkelerinden biri Araplar arası anlaşmazlıklarla, Arapların iç ihtilaflarına taraf olmamaktır. Bugün bu ilkeyi Hükûmetin tamamen terk etmiş olduğunu görüyoruz. Hükûmetin, yeni bir Ortadoğu kuruluyor gerekçesiyle maceracı tutumlara yöneldiğini görmekteyiz. Bu noktada, ikinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü'nün bir sözünü sizlere hatırlatmak isterim: "Macera, sonu iyi bitse de maceradır" diyordu İsmet İnönü. Kaldı ki bu maceranın sonu iyi biteceğe de benzememektedir.

Arap dünyasının âdeta platonik bir anlamda bağlı olduğu bir başka kavram da Arap toprakları kavramıdır. Arapların, bu kavramın da korunması hususunda fevkalade hassas ve bir o kadar da kıskanç olduklarını görmekteyiz. Arap topraklarına göz dikme olarak algılayabilecekleri davranış ve tutumlar, Arap dünyasından çok büyük ve çok uzun vadeli tepkiler almaya mahkûmdur. Irak'ın bugünkü durumu da, Kuzey Bölgesel Kürt Yönetiminin Arap dünyası karşısındaki kırılgan konumu da esas itibarıyla bu anlayışın bir sonucudur.

Hükûmetin uyguladığı Suriye politikasının, Suriye'ye, yani Arap topraklarına bir yabancı müdahaleyi desteklediğimiz ya da en azından böyle bir olasılığı da öngörebileceğimiz algısını uyandırdığında hiç kuşku yoktur. Bu algının, son dönemlerde fazlaca seslendirilen yeni Osmanlıcılık tezleriyle birlikte uzun vadede Arap dünyasıyla ilişkilerimizi içinden çıkılmaz bir hâle getirmesi tehlikesinin önemle altını çizmek gerekmektedir. Hiç şüphe edilmesin ki, Arap Parlamentosu üyeleri tarafından Kahire'de sadece sözle ifade edilmeye çalışılan hissiyat, Arap konularına bugünkü yaklaşımımız sürdüğü takdirde, fiilen uygulama alanında da Arap dostlarımız tarafından önümüze çıkarılacaktır. Bu durum Hükûmetin Suriye'ye yönelik tutumunu belirlerken, bu tutumun diğer Arap ülkelerinde nasıl algılanacağı ve ne gibi tepkiler uyandıracağı hususunda ciddi bir değerlendirme yapmamış olduğunu ortaya koymaktadır.

Suriye'deki olayların başlamasından kısa bir süre sonra ve henüz Türkiye'ye göç olasılığı gündemde değilken, Hükûmet sınır boyunda kamplar kurmuş ve Suriye'den mülteci kabulüne hazır olduğunu ilan etmiştir. Kampların sınıra sıfır noktasında kurulmuş olması, gelen göçmenlerin kamplardaki insan sayısını sürekli artırıp azaltacak şekilde serbestçe Suriye'ye gidip dönmeleri, Kilis'te Suriye tarafınca tahrik olduğu iddia edilen olayların arkasındaki esrar perdesi, kamplarda kalan mültecilerin yaşadıkları nispeten rahat ve kaygısız hayat, bu kamp işinin arka planında başka şeyler olduğunu düşündürmektedir.

Hükûmet, göçmen sayısında dramatik bir artış olduğu ya da sınır olayları arttığı takdirde Kuzey Atlantik Antlaşması'nın 5'inci maddesi çerçevesinde NATO'nun müdahalesini istemeyi öngördüğünü belirten müteaddit beyanlarda bulunmuştur.

NATO, oy birliği ile karar alan bir kuruluştur. NATO'nun bizim dışımızdaki 27 üyesinin tümünün 5'inci maddeye onay vereceklerinin garantisi yoktur. Bu bağlamda hatırlanmasında yarar olan bir husus, 51'inci maddenin uzun NATO tarihinde sadece bir kez, o da 11 Eylül 2001'de New York'taki ikiz kulelerin terör saldırısına uğradığında işletilebilmiş olduğudur.

Öte yandan, kamplarda kalan ve sayıları sürekli değişen, içlerinde sırf ekonomik gayelerle gelenlerin de bulunduğu anlaşılan Suriyelilerin yiyecek, içecek, bakım ve konaklama giderlerininne tuttuğunun ve hangi kalemden karşılandığının, bu giderlerin ekonomimizin zam üstüne zam yapılmasını gerektiren durumu karşısında, bu zamların altında ezilen halkımıza yükletilmesinin haklı gerekçeleri de sorgulanması gereken diğer bir husustur.

Kaldı ki Hükûmetin Suriye politikası, Güneydoğu bölgemizin yerel ve bölgesel ticaretini tam anlamıyla vurmuştur. Bölge esnafı kan ağlamaktadır., Bu politika, kara yolu nakliyemizi de ciddi şekilde sekteye uğratarak Suriye dışında alternatif ihracat yolları aranmasını gerektirmiştir. Bu alternatif yollardan biri olarak ortaya konan Ro-Ro taşımacılığı navlun fiyatlarına ilave yük getirmektedir bu, bölgedeki rekabet gücümüzü olumsuz etkileyecektir.

Hükûmetin, Suriye politikasını belirlerken, Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti ve İran gibi bölgede etkili olan aktörlerin konuya ilişkin taktik ve özellikle stratejik yaklaşımlarını doğru hesaplamamış olduğu anlaşılmaktadır.

Gerek Çin Halk Cumhuriyeti gerek Rus yetkilileri, Suriye krizini Batı'nın Orta Doğu stratejisinde bölgeye hâkim olmak için girişilmiş bir hamle olarak gördüklerini, Suriye'nin ardındaki asıl hedefin İran olduğunu düşündüklerini ve bu hamleye karşı koymaya kararlı olduklarını değişik vesile ve ifadelerle açıklamışlardır. İran, tabiatıyla, aynı görüşleri daha da keskin ifadelerle savunmaktadır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Uzak Doğu ziyaretinin ardından uğradığı ve Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmek için ısrarcı olarak bir gün bekletildikten sonra görüşebildiği Ahmedinejad, bu görüşme sonrası yayınlanan tek taraflı açıklamasında Suriye ile ilgili tek bir satıra yer vermemiştir.

Çin ve Rusya ile İran, keza, Arap baharı çerçevesinde Batı ülkelerinin bölgeye müdahalesinin sırf insani gayelerle yapılmadığına kani olduklarını da söylemektedirler. Irak, Libya gibi ülkelere yapılan askeri müdahalelerin bu ülkelere demokrasi ve özgürlük değil, yıkım ve felaket getirdiğini kaydetmektedirler. Bu tespitlerin haksız olduğunu söylemek mümkün değildir. Hâl böyleyken ve bu beyanlar karşısında Hükümet'in Çin, Rusya ve İran'ın önümüzdeki kısa dönemde bir tutum değişikliği beklemesi anlamlı değildir. Böyle bir tutum değişikliği olmadığı ve Hükümet de Suriye politikasını aynen sürdürdüğü takdirde, Çin'i bir yana bırakın, Rusya ve İran ile ikili ilişkilerimizde de ciddi olumsuzluklar yaşanacaktır. Uluslararası meşruiyetten söz ederken, Hükûmetin evvelce Libya Temas Grubu örneğinde gördüğümüz Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyini devre dışı bırakma çabalarının da ileriye dönük örnek ve evveliyat yaratma açısından çok tehlikeli bulduğumuzu önemle vurgulamak isterim.

Sayın Davutoğlu'nun Suriye hakkındaki açıklamalarında sözünü ettiği ve seksen üç ülkenin katıldığını söylediği İstanbul'da yapılan ve Tunus'takinden farklı olarak adı "Suriye halkının dostları" konulan toplantıya Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyelerinden Çin ve Rusya'nın yanı sıra Suriye'nin komşularından Ürdün, Irak ve Lübnan'ın katılmamış olmalarının da bu toplantının anlam ve önemini batıl kıldığının da altının çizilmesi gerekmektedir. Kaldı ki, bu toplantının sonunda, iddia edildiğinin aksine, bir toplantı sonuç bildirgesi de yayınlanamamış, bir başkanlık açıklaması ile yetinilmek durumunda kalınmıştır. İçinde bulunduğumuz noktada, Annan Planı'na yaklaşımını güya düzeltmiş ve bu plana sureta da olsa destek vermiş iken Suriye'ye yönelik olarak izlenmesi gereken yol haritası konusunda ABD ve AB dahil diğer ülkelerle evvelce Libya'da olduğu gibi ortak bir tutum içinde gözükmeyen ve aynı çizgide olmayan Hükûmetin bu durumu izah etmesi gerekmektedir.

Kendi tabirleriyle "Çıraklık" döneminde Irak krizinin başlangıcında Irak'a komşu ülkeler mekanizmasını kurarak bu komşu ülkenin egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün korunmasına ciddi bir katkı sağlamış olan AKP hükümetinin sözde "Ustalık" devrinde bugün aynı şeyi Suriye için yapamamış olması acıdır ve iddia edilen ustalığın da ne tür bir ustalık olduğunu açık seçik ortaya koymaktadır.

Nihayet, gözden kaçırılmaması gereken bir nokta da, Dış politikada, özellikle kriz dönemlerinde ülkelerin ellerindeki en etkili aracın, kriz yaşadıkları ülkeler nezdindeki büyükelçilikleri olduğu hususudur. Büyükelçiler bulundukları ülkeye tam yetkili ve olağanüstü büyükelçi sıfatıyla ve Cumhurbaşkanının güven mektubunu haiz olarak atanırlar. Bütün temaslarında söyledikleri ve işittikleri, temsil ettikleri ülke adına söylenir ve işitilir. Esas ya da yardımcı bilgi unsurlarının topladıkları bilgiler ancak büyükelçilerin süzgeç ve değerlendirmesinden geçtikten sonra değer kazanır ve istihbarata dönüşür.

Suriye ile tüm bölgeye ve bölgedeki ağırlığımıza etkileri olacak bir kriz yaşadığımız şu dönemde Şam Büyükelçiliğimizin kapatılmış olması inanılmaz bir hatadır. Kaldı ki geri çekilen Şam Büyükelçisi, Suriye'deki görevine, doğrudan bu bölge ve bu ülkeyle ilişkilerden sorumlu olan daireden gitmiş, Suriye konusuna ve dosyalarına hâkim bir diplomattır. Böyle bir devirde tesadüfen bu konulara tam hâkim ve yetkin bir Büyükelçinin yerinde hizmetleri Türkiye'nin de doğrudan çıkarları gereğidir. Hükûmetin bu hatayı bir an önce telafi etmesi ve Şam Büyükelçiliğimizi süratle tekrar devreye sokması büyük önem taşımaktadır.

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display