İki Buçuk Savaş Tehdidinden "İki Buçuk Devlet & İki Buçuk Hükümet Tehdidi"ne Dönüşen Türkiye'nin Beka Sorunu


İki Buçuk Savaş Tehdidinden "İki Buçuk Devlet & İki Buçuk Hükümet Tehdidi"ne Dönüşen Türkiye'nin Beka Sorunu

Yazan  26 Şubat 2014

Başbakan Erdoğan'ın 03 Şubat 2014 tarihinde Almanya'ya hareketinden önce havalimanındaki basın toplantısında söylediği bir cümle arada kaynadı gitti. Başbakan paralel yapı olarak adlandırdığı kesimi kastederek "devletin içindeki böyle bir yapılanma bizim beka meselemiz haline gelmiştir" diyerek yaşanan sıkıntıyı ifade etmişti.[1] Evet, özellikle son bir yılda yaşananlar ve ortaya çıkanların oluşturduğu ortam gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti'nin bekasının tehdit altında olduğunu göstermektedir. Ama ben tehdidin kaynağı bağlamında farklı düşünüyorum ve Hükümetin yok saydığı veya olduğundan çok küçük göstermeye çalıştığı başka bir yapının (buçuk devlet & buçuk hükümet) devletimizin bekasını tehdit ettiğini değerlendiriyorum. Neden mi? İşte bu makalede bunu açıklamaya çalışacağım.

2011 genel seçimlerinden sonra ve özellikle 2013 yılı başından buyana Türkiye'de meydana gelen olaylar, yürütülen müzakereler/pazarlıklar, ortaya çıkan gizli ortaklıklar ve ilişkiler, sızdırılan/haber yapılan kasetler/belgeler, değişik yöntemlerle resmi/gayri resmi/onursal liderlerden açık ve kapalı olarak verilen mesajlar hâlihazırda Türkiye'de devlet yönetimi ve T.C. Anayasası konularında krizlerin ve ihlallerin yaşandığını, Cumhuriyet rejiminin geleceği ile devletin birliği ve bekası konusunda endişe duyanları haklı çıkaracak gelişmelerin gerçekleşmekte olduğunu göstermektedir.  Özellikle 2013 yılı başından bugüne kadarki süreçte ortaya çıkan ve toplumun önemli bir bölümünü kaygılandıran olaylara baktığımızda bunların iki eksende yoğunlaştığını, bunlardan birinin etnik bölücülüğü esas alan PKK terör örgütü eksenli, diğerinin de din/mezhep/cemaat eksenli gelişmeler olduğu anlaşılmaktadır.

Ancak hemen başlangıçta şu tespiti belirtmek gerekir ki o da bu gelişmeler artık endişe/kaygı eşiğini geçmiş Türkiye Cumhuriyeti'nin bekasına tehdit oluşturacak bir mecraya girmiştir. Türkiye'nin ulusal güvenliği  ve bekasına yönelen tehdit artık klasik dış tehdit değil bizzat ülkenin içinde yaşananlardan da görüleceği üzere birden fazla devlet ve hükümet yapısının ortaya çıkmış olmasıyla beliren içeriden kaynaklı bir tehdittir.

İki Buçuk Savaş Tehdidi

İkinci Dünya savaşı sonrasında kurulan dünya düzenin yaşam biçimi olan Soğuk Savaş döneminde klasik anlamda dost düşmanı ayırt etmek kolaydı. En basit ifadeyle dünya iki kutba ayrılmıştı. NATO ittifakı içinde yer alan Türkiye'nin düşmanları da belliydi, Varşova Paktı düşman tarafını oluşturuyordu. Varşova Paktı ülkeleriyle hem kara hem de denizden sınırdaş olan Türkiye özellikle Sovyetler Birliğinin sıcak denizlere açılmasına adeta set çekmiş, sınırlandırmış, kalabalık ordusu ve ülkenin coğrafi konumuyla adeta bir savunma hattı oluşturmuştu. Bu ittifak içinde Türkiye'ye düşen otomatik bir görevdi.

Ama Türkiye açısından durum görüldüğü kadar net değil hatta çok daha karmaşıktı. Çünkü aynı ittifak içinde yer alan Yunanistan ile de sorunlar yaşanıyordu. Türk düşmanlığını merkeze alan bir dış ve iç politika izliyordu. Hayata geçirmeye çalıştığı Megali İdea ülküsü doğrultusunda Türkiye'den toprak koparma, Ege Denizi'ni bir Yunan gölü haline getirme, Kıbrıs'ı kendisine bağlamaya çalışan Yunanistan ile zaman zaman savaşın eşiğine gelinmişti. Bu gergin ortam aynı ittifakta olmalarına rağmen iki ülkenin birbirilerine karşı askeri planlar hazırlamalarına, askeri projelerini birbirlerine üstünlük sağlamaya yönelik projelerden oluşturarak silahlanma yarışına girmelerine ve savunma harcamaları için çok yüksek bütçeler ayırmalarına yol açmıştı. Her iki ülke birbirlerini birinci tehdit olarak görmüşlerdi.

Soğuk Savaşın gereklerine ve Yunanistan ile yaşanan sürekli gerginlik ve kriz ortamına göre savunma ve güvenlik planları yapan Türkiye 1980'li yılların ortasına gelindiğinde yeni bir güvenlik tehdidiyle karşılaşıyordu. Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde Marksist-Leninist bir Kürt Devleti kurmak amacıyla ortaya çıkan PKK terör örgütünün Ağustos 1984'te başlattığı terörist  saldırıları yıllar içinde artmış, yaygınlaşmış ve bir iç güvenlik olayı haline gelmişti. Lider kadrosu ve PKK'lı teröristlerin Suriye topraklarında üslenmesi, oralarda güvenli sığınaklar oluşturması, eğitim ve lojistik ihtiyaçlarını karşılaması, PKK'lıların Türkiye'ye saldırı için Suriye topraklarını kullanması, Suriye yönetiminin bunlara ses çıkarmadığı gibi açıkça desteklemesi Türkiye tarafından düşmanca bir tutum olarak algılanmış, dolayısıyla PKK nedeniyle Türkiye'nin Suriye ile askeri çatışmalara girmesi olasılığını artırmış, TSK buna yönelik hazırlıklar yapmak zorunda kalmıştı. Suriye'nin Sovyetler Birliği / Rusya'nın Akdeniz'deki ileri üssü olması ve Suriye'nin arkasındaki Rus desteğine güvenmesi yanında Suriye'nin Hatay konusunu sürekli gündemde tutması Suriye'nin Türkiye tarafından ciddiye alınmasını etkileyen diğer bir etken olmuştu. Böylece Suriye Yunanistan'dan sonra dış tehdit listesinde ikinci sıraya gelmişti.

Böyle bir ortamda en kötü senaryo ise PKK saldırılarının yurt içinde yoğunlaşması nedeniyle  TSK'nin ağırlığını iç güvenlik operasyonları ve buna bağlı ihtiyaçlara kaydırmışken aynı anda Türkiye'nin Yunanistan ve Suriye ile de savaşa girmesiydi. Aslında bu hiç de uzak bir ihtimal değildi. 1990'lı yılların başında PKK terör saldırılarını artırırken Suriye ve Yunanistan arasındaki ilişkiler derinleşiyor, askeri ittifak anlaşmaları imzalanıyordu. Yunan basınında "Türkiye terör nedeniyle zor durumda saldırmanın tam zamanı" şeklinde haberler çıkıyordu. 

Artık PKK terörünün ülkenin güvenliğiyle yakından ve doğrudan ilgili olduğu, Türkiye'ye karşı emelleri olanların kullandığı elverişli bir manivela olduğu aşikârdı. Muhakkak ki devlet yönetimi ve TSK bu durumun farkındaydı. Ancak PKK'nın bu anahtar konumuna kamuoyunda ilk dikkati çeken Büyükelçi Şükrü Elekdağ olmuştu. Elekdağ 1994 yılındaki bir makalesinde "Türkiye'nin yaşamsal hakları ve toprakları üzerinde hak iddia eden Yunanistan ve Suriye, ülkemize karşı çıkar birliği içindedir ve Türkiye'yi çökertmek amacıyla PKK'ya her türlü yardımı yapmaktadır. Türkiye, bu ülkelere karşı savunma planlamasını, aynı anda iki ayrı cephede çatışmaya zorlanacağı varsayımı üzerine dayandırmalıdır" diyordu.[2] Yani  Türkiye batıda Trakya ve Ege'de Yunanistan'la ve güneyde Suriye ile  aynı anda iki cephede bir savaşın yanı sıra içerde geri bölgede Suriye ve Yunanistan'la savaşı fırsat bilecek PKK'nın daha da artıracağı terör saldırılarıyla ortaya çıkacak bir "yarım savaşa" da hazır olmalıydı. Elekdağ bunu "iki buçuk savaş stratejisi" olarak adlandırıyordu.

Sonraki gelişmeler aslında Türkiye Cumhuriyeti devletinin iki buçuk savaş stratejisinin gereklerini yerine getirdiğini gösteriyor.PKK'ya karşı hem içeride hem de sınır ötesinde etkin operasyonlar düzenlenirken 1990'lı yılların sonuna gelindiğinde dış konjonktür de takip edilecek, Rusya'nın ve buna bağlı olarak Suriye'nin içinde bulundukları sıkıntılar da dikkate alınarak milli güç unsurlarının bir bütün olarak kullanılmasıyla yapılan girişimler Suriye'nin PKK'ya desteğinin kesilmesiyle ve sonunda terör örgütü liderinin yakalanmasıyla sonuçlanacaktı. PKK liderinin yakalanmadan önce Yunanistan'da en üst düzeyde himaye edildiğinin ortaya çıkmasıyla PKK'nın arkasında olan dış güçlerin ve teröre destek verenlerin kimler olduğu, Türkiye'nin nasıl bir tehdit kıskacına alındığı ortaya çıkıyordu.

Aynı süreçte Yunanistan'la Kardak krizinde olduğu gibi savaşın eşiğinden dönülen süreçler yaşansa da batı dünyasının arabuluculuğuyla da sıcak çatışmalara girilmedi. Fakat burada şu tespiti yapmakta fayda var. Türkiye Cumhuriyeti bu iki buçuk savaş tehdidine tek bir devlet, bu devleti yöneten tek bir hükümetle karşı koymuş, Cumhurbaşkanından Kara Kuvvetleri Komutanına, MGK'dan Hükümetine, TSK'den MİT'e uyum içindeki tek bir devlet politikası etrafında ciddi bir devlet uygulamasıyla karşı koymuş ve başarılı olmuştu. (Bu tespit 2014 yılı başında Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu açıklama bağlamında çok önemli olacaktır).  1999'a gelindiğinde terör örgütünün lideri yakalanmış, teröristler Türkiye topraklarını terk etmiş, terör saldırıları sonlandırılmış, PKK'nın arkasındaki güçler deşifre olmuş, başta Suriye ve Yunanistan olmak üzere Türkiye ve bölgemizde hedefleri olanların hayalleri suya düşmüş, büyük oyun bozulmuştu.

Klasik tehditle (dış düşman ve onların yurt içindeki işbirlikçileri/tetikçileri (PKK gibi) hep birlikte de olsalar) Türkiye'yi yıkamayacağını anlayanlar 2000'li yıllarla birlikte "yeni bir tehdit senaryosunu" uygulamaya sokacaklardı. Bunun için de "Türkiye'nin kendi kendine tehdit oluşturacak, bizzat kendi kendisini yıkacak bir ortama girmesini sağlayacak yapılanmalar ve ilişkiler teşvik edilecekti."

 

İki Buçuk Devlet & İki Buçuk Hükümet Tehdidi

İşte 17 Aralık 2013'de başlatılan yolsuzluk ve rüşvet soruşturması yukarıda söylediğim yeni tehdit senaryosunun açığa çıkmasına vesile olmuştur. Ama bundan kastım şimdilerde Hükümet tarafının söylediği gibi faiz lobisi, paralel yapı, hükümete şimdi yapılan bir darbe/suikast gibi altı doldurulamamış gündemi meşgul etmeye yönelik günlük siyasi argümanlar falan değildir. Tam tersine mevcut hükümetin işbaşına gelmesiyle birlikte uygulamaya sokulan dış kaynaklı bir senaryonun hedefleriyle hükümetin hedeflerinin (hükümet farkında olarak veya olmayarak) örtüştürülerek 2003'ten buyana gerçekleştirilen uygulamaların, olayların ve gelişmelerin yarattığı devletimizin bekasına yönelik bir tehdittir.   

İktidar olarak devleti yönetenlerin iç ve dış politikalarının uygulanabilir ve başarılı olabilmesi için gerçeklere dayalı olması gerekir. Güzel hayaller, süslü sözler ve yere basmayan hedefler devlet idaresinde sorunlar yaratır. Türkiye'nin bugün içinde bulunduğu durum da bundan kaynaklanmaktadır. Yoksa hükümetin söylediği gibi sadece bir cemaatin devlet içinde paralel yapı kurup darbe yapmasıyla anlatılabilecek günlük, gelip geçici popülist bir argüman değildir. Çünkü bu gerçekçi değildir. Çünkü 17 Aralık'tan önceki dönemde Türkiye'de paralel yapı dendiğinde PKK terör örgütü ve yandaşı/eklentisi olan örgütlerin kurmaya çalıştığı yapı anlaşılıyor ve sözde çözüm sürecinde bizzat zamanın İçişleri Bakanı PKK'nın doğu ve güneydoğuda yaptığı devlet benzeri uygulamalardan yani paralel devletten vazgeçilmesi uyarısını yapıyordu.[3]

Bu makalenin yazarı olarak içeriği boş paralel yapı tanımlamasının yerine gerçek durumu ve tehdidi daha iyi ve doğru yansıttığını düşündüğüm "iki buçuk devlet & iki buçuk hükümet" ifadesini tercih ettim. Bu ifadelerdeki birinci devlet ve hükümet Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve onun seçimle iktidara gelmiş hükümeti, ikinci devlet ve hükümet ise resmi/seçilmiş hükümetin bilerek veya bilmeyerek oluşturduğu/yarattığı ortamda ve aynı devlet içinde önemli hükümet yetkilerini ve devlet imkanlarını kullanan (cemaatin kontrolündeki) hükümet ve devlettir.  Buradaki buçuk devlet ve hükümet ise PKK terör örgütü ile onun kontrolündeki KCK ve BDP'nin Doğu ve Güneydoğu Bölgesinde ismen telaffuz ettikleri, de facto olarak da uygulamaya soktukları "hükümetçik ve devletçik" yapısı, belki de daha da dikkat çekici olması açısından PKK devletçiği/hükümetçiğidir. Şimdi aslında ciltlerce kitap yazılabilecek "iki buçuk devlet & ki buçuk hükümet" yapısının neden ve nasıl Türkiye'nin bekasına tehdit oluşturduğuna konusunu genel hatlarıyla bakıp tespitler yapalım.

Önce iki devlet ve iki hükümetten ne kastettiğimi anlatayım.AKP 2002 sonunda seçimleri kazanıp iktidar olduğunda Türkiye Cumhuriyeti devleti sınırları içinde tek bir devlet tek bir hükümet vardı. En azından görüntüde böyleydi ve ta ki 2013 yılının son çeyreğine gelinceye kadar öyle biliniyordu. Ancak dershanelerin kapatılması tartışmaları ve sonra ortaya çıkan yolsuzluk-rüşvet soruşturmalarıyla birlikte aslında tek bir ülkenin yani Türkiye'nin iki hükümetli ve iki devletli bir yapı tarafından yönetildiğini ima eden bilgiler ortalığa saçıldı. Resmi hükümet ve devlet işleri konusunda kamuoyuyla seçilmiş hükümet muhatap olur gibi görünürken aslında hükümetin ve devletin yetkilerinin, kadrolarının, imkanlarının başka bir grupla paylaşılmış olduğu ortaya çıktı. Bunu da hükümet yetkililerin itiraf gibi açıklamalarından (örn: Cemaate yönelik olarak "Bugüne kadar ne istediniz de vermedik...")[4]  ya da hükümetle ilişiklendirilmiş gazetecilerin yazılarından (örn: Yeni Şafak gazetesinde Abdülkadir Selvi'nin yazıları...)[5] rahatlıkla anlayabiliyoruz.   Bunun bir anayasa ihlali (Çünkü; TC Anayasası Md.6-Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz. TC Anayasası Md.10-Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. hükümlerini içermektedir ve meydana gelen olaylar ve uygulamalar bu hükümlere açıkça aykırıdır.) olmasının yanısıra bilimsel anlamda bir yönetim hatasıdır ve devletin doğru yönetilememesiyle, devletin çıkarlarına uygun karar alınamamasıyla ilişkili krizle sonuçlanır.

Şu anda Türkiye'de yaşanan da budur. Çünkü Türkiye'nin seçimle gelmiş hükümeti devleti sahiplenip, devleti partiyle özdeşleştirmeye çalışılıp, 90 yıllık devlet geleneği, işleyişi, ilkeleri, değerleri, felsefesi, kahramanları aşındırılıp yıpratılarak sadece bir partiye mensup olmanın özendirildiği ve önceliklendirildiği, diğerlerinin ötekileştirilerek ayrılıkların vurgulandığı bir algı yaratmış, toplum şekillendirilmiştir. Diğer taraftan aynı hükümet içinde ve devletin kadrolarına yerleşmiş cemaat yandaşlarının da devlet yönetimini ele geçirmeye çalışması (aslında yıllardır var olan ancak hükümet tarafından şimdi gündeme getirilen bir konudur) iki taraf arasında bir gerilim, suçlama ve çatışma ortamı yaratmıştır. Aslında içten içe kapalı kapılar ardında son 2-3 yıldır yaşanan bu çatışma dershanelerin kapatılması olayıyla su üstüne çıkmış, son olarak hükümetin yolsuzluk soruşturmalarını gündemden düşürebilmek için bu çatışmayı kullanarak cemaati karşısına açık bir hedef olarak koymasıyla kriz alevlenmiş ve kontrolden çıkmıştır.

Ancak Hükümet çok muhtemeldir ki siyasi gelecek kaygıları nedeniyle soruna doğru teşhis koyamamaktadır. Din/mezhep/cemaat eksenli suçlama-çatışma gelişmelerini yeni ortaya çıkmış gibi göstermesi soruna yönelik doğru çözümler geliştirmesini de zorlaştırmaktadır. Bugün paralel yapı diyerek suçlanan cemaatin ne olduğunun, hedeflerinin ve devlete sızma planlarının yıllardır nasıl uygulandığının açıklaması 2000 yılında anılan cemaatin başındaki şahsa yönelik açılan davanın iddianamesinde (muhtelif İnternet adreslerinde bu bilgilere ulaşmak mümkündür) ve aynı zamanlarda devletin istihbarat ve güvenlik birimlerince hazırlanan raporlarda mevcuttur. Söz konusu davadan bir sonuç alınamamış ancak geçen 10-12 yıllık süreç içerisinde cemaatin planlarını gerçekleştirdiği, zamanında yapılan tespitlerin ve raporlarda belirtilen hususların doğru ve gerçekçi olduğu ortaya çıkmıştır. Nitekim Başbakan da 11 Şubat 2014 tarihindeki grup toplantısındaki konuşmasında "Bu paralel yapının ne olduğunu, nasıl çalıştığını herkesin görmesi gerekiyor. Yurt dışında Türkiye’yi izleyen çevrelerin, bu paralel yapının ne olduğunu kavramalarını diliyorum. Bu paralel yapı içinde yer almış tamamen saf temiz duygularla hizmet etmeye çalışmış kardeşlerimin bu yapının karanlık tarafını görüp anlamalarını temenni ediyorum. Yaklaşık 40 yıllık bir süreç söz konusu. Sadece bizim zamanımızda değil, 40 yıl boyunca devlete sızmaya çalışmış bir yapı söz konusu." diyerek aslında cemaat denen yapının hedeflerini, çalışma usullerini kendilerinin de zaten bildiğini de kabul etmiş oluyor.[6]Başbakanın bu gerçekleri ifade etmesinden sonra Hükümet açısından belki de doğru olan Taraf gazetesinin de açıkladığı cemaate yönelik olarak Haziran ve Ağustos 2004 MGK toplantılarında alınan kararların (ki bu belge açıklandığında hükümet yetkilileri bu kararların uygulanmadığını, yok hükmünde olduğunu, cemaati tehdit olarak görmediklerini açıklamışlardı) yeniden gözden geçirilerek samimiyetle uygulamaya geçirilmesi olabilecektir. Çünkü şu anda özellikle emniyet güçleri ile yargıdaki sürekli ve toplu görev yeri değişiklikleri paralel yapı adını verdikleri cemaatin devlet ve hükümet kadrolarından tasfiyesini değil 17 Aralık'tan sonra yürütülmeye çalışılan yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarını etkisiz hale getirme gayreti olduğu iyice açığa çıkacaktır.

Gelelim yeni tehdidin buçuk devlet & buçuk hükümet kısmına.Bundan kastım PKK terör örgütü ile onun kontrolündeki KCK/BDP birlikteliğinin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde uygulamaya soktukları de facto hükümetçik ve devletçiktir. Ben buna "PKK devleti ve hükümeti" denmesinin durumun vahametini anlatması açısından doğru buluyorum. PKK'nın Türkiye'nin başına nasıl bela olduğunu, 40.000 cana ve yüz milyarlarca ekonomik kayba mal olduğunu, arkasındaki dış güçleri net olarak açıklayan  ilişkin yüzlerce çok değerli raporlar hazırlandı, makaleler ve kitaplar yazıldı. Bu satırlarının yazarı olarak ben de yazdığım makalelerde PKK'nın dışarıdan destekli olarak nasıl terör örgütünden direniş/özgürlük örgütüne dönüştürüldüğünü,[7] terörle mücadelenin mitlere dönüştürülerek hatalar yapıldığını/yaptırıldığını,[8] özellikle 2003 sonrasında PKK'nın terörü siyasallaştırmayı başararak hükümeti nasıl müzakere masasına oturttuğunu[9] ortaya koymaya çalıştım.

2013 yılı başında kamuoyuna da açıklandığı üzere hükümet İmralı'da ömür boyu hapse hükümlü PKK'nın başıyla müzakere masasına oturdu. Geçen bir yıllık süre gösterdi ki aslında müzakere falan olmamıştır. Gerçekte olan ise teröristbaşının tek başına karar verip uygulamaya sokturmaya çalıştığı kendisinin hapisten çıkmasını sağlayacak, doğu ve güneydoğuda özerklik ilanıyla başlayacak ve ayrılmaya gidecek bir sürecin yürütülmesidir. İmralı'dan, Kandil'den, BDP'den sürekli olarak gelen tehdit, şantaj ve tek taraflı taleplerle yürüyen sözde çözüm sürecinde hükümetin siyasi geleceği açısından elindeki tek argüman ise, köy korucularının şehit edilmesini göz ardı ederek, güvenlik güçlerinin şehit olduğuna ilişkin haberlerin gelmemesi olmuştur. Bunun karşılığında ise terör örgütü ve yandaşlarının Kuzey Kürdistan diye adlandırdıkları (hükümetin buna tepkisi yumuşak olmuş ve sadece bunun şık olmadığı ifade edilmiştir) doğu ve güneydoğu bölgemizde teröristler tam bir hareket serbestisi kazanmış, devletin güvenlik güçleri ise karargah ve kışlalarına hapsolmuştur. 30 Mart 2014'deki yerel seçimler nedeniyle teröristbaşı hükümete seçimlere kadar avans bile vermiş, bu arada hükümetle yürüttükleri sözde barış ve çözüm sürecinin somut sonuçlarının (önce İmralı'ya siyasi heyetlerin, gazetecilerin gitmesi, teröristbaşının PKK'nın Kandil ve Avrupa'daki merkezleriyle doğrudan iletişim kurabilmesi ve 2014 yılı içinde yaratılacak bir gerekçeyle hapisten çıkması, özerklik ilanı gibi) bir kısmını yerel seçimlerden önce bir kısmını da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce elde edecek şekilde hükümete mesajlar göndermektedirler. İç ve dış politikada zorda olan hükümetin söz konusu gelişmeleri yönetme ve yönlendirmeye yönelik alternatif yaratmakta sıkıntı çekeceği gibi PKK'nın taleplerini karşılıksız bırakmasının da hükümetin siyasi geleceği açısından büyük zorluklar yaratacağının hem PKK hem de Türkiye'ye yönelik hedefleri/çıkarları olan bölgesel ve küresel aktörler tarafından çok iyi görüldüğü, muhtemel taleplere yönelik uygun zamanlama için gelişmeleri yakından takip edildiği unutulmamalıdır. 

Türkiye'nin bekasına asıl tehdit; Buçuk Devlet & Buçuk Hükümet

İşte "iki devlet & iki hükümet" ortamının devletin yönetilmesine ilişkin olarak ortaya çıkardığı devlet krizinin yanında hükümet tarafından yok sayılan yada çok küçük gösterilen yukarıda arz ettiğim "buçuk hükümet & buçuk devlet" tehdidi hep birlikte elbette Türkiye'nin çıkarlarını, görünüşünü, duruşunu, politikalarını, önceliklerini, ekonomisini, ülkedeki yaşam kalitesini olumsuz yönde etkileyecek, Türkiye bir bütün olarak zarar görecektir. Ama iki devletli iki hükümetli yapıdan kaynaklanan devlet krizinin bertaraf edilmesi bağlamında; devletin kurumları ve seçimle işbaşına gelmiş hükümeti, anayasadan aldığı yetkileri devletin ve milletin yararına olacak şekilde doğru zamanda ve yerinde kullanabilirse anayasanın vermediği yetkileri gasp edip kullanmaya çalışarak devleti ele geçirmeye teşebbüs eden  herhangi bir grubu yada yapıyı (hükümet tarafının ifadesiyle cemaatin paralel yapısı) rahatlıkla etkisiz hale getirebilecektir.  Ancak hükümetin devam eden gelişmelere gerçekçi yaklaşmayıp parti ve mensuplarının çıkarlarını korumayı öncelikli hale getirdiği izlenimi veren ve gündemi değiştirmeyi amaçlayan bir politika izlemesi ve bir paralel yapı (ki 2003'den itibaren birlikte çalıştıkları kesimdir, çıkar ve hedeflerin çatışmasıyla birlikte saflar ayrılmıştır, nitekim Başbakan bu yapının yaklaşık 40 yıldır devlete sızmaya çalıştığını ifade edebilmiştir) hükümete darbe yapıyor/suikast yapıyor gibi bir konuyu Türkiye'nin bekasına tehdit olarak yansıtması, böylece yanlış hedef seçilerek Türkiye'nin tüm kurumlarıyla yanlış şekilde pozisyon aldırılması aynı zamanda gerçek büyük tehdidin (buçuk devlet & buçuk hükümet) göz ardı edilmesine yol açmaktadır. Hem yanlış hedef seçilmesi hem de gerçek tehdidin görülmemesi ise Türkiye'nin bekasına yönelik tehdidi daha da artırmakta ve kritik seviyeye getirmektedir.    

Peki "iki devlet & iki hükümet" yapısı varken neden "buçuk devlet & buçuk hükümet" yapısı daha büyük tehdittir ve Türkiye Cumhuriyeti'nin bekasını tehdit etmektedir? Yukarıda da arz ettiğim üzere, Başbakan da cemaat yapısının varlığının yıllar öncesine dayandığını kabul ettiğine göre, eğer bu ülkenin gerçek devleti ve hükümeti doğru hedef seçip devletin ve hükümetin yetkilerini ve imkanlarını uygun zaman ve yerde kullanırsa cemaat ve benzeri yapıların devletten ve hükümetten sökülüp atılması, devletin ve hükümetin özgün konuma döndürülmesi mümkündür. Ancak buçuk devlet & buçuk hükümet yapısı özellikle sözde çözüm süreci uygulamasıyla hükümetin yumuşak karnını (şehit haberi gelmemesi ve hükümetin terörle mücadeleyi çözdü algısının yaratılması) da kullanarak doğu ve güneydoğuda inisiyatifi ele geçirmiştir. Devletin varlığını ve gücünün temsil eden kurumların (asker, polis, vali, kaymakam...) sahaya çıkmasını diğer bir ifadeyle devletin bayrak ve varlık göstermesini, devlet olmanın gereği olan uygulamaları yapmasını önleyecek gerekçelerin Hükümet tarafından benimsenmesi sağlanmıştır. Bölgeden gelen haberler Türkiye Cumhuriyeti devletinin bölgeyi PKK'nın kontrolüne terk ettiği yönündedir. Bu konuda medyada maalesef az sayıda haber yer bulabilmektedir. Çünkü her olumsuz haberin sürece sabotaj olacağı algısı ve baskısı yaratılmıştır. Bu az sayıdaki haberlere bakacak olursak; örneğin gazeteci Gültekin Avcı'nın 31 Aralık 2013 tarihli "Paralel devletin son faaliyetleri" [10], 30 Ocak 2014 tarihli "Kürdistan'a İki Kala" [11], 18 Şubat 2014 tarihli "PKK'nn özerk şehirleri kapıda" [12] ve 20 Şubat 2014 tarihli "PKK vali ve kaymakam atamaları" [13] başlıklı yazılarında yer alan kan dondurucu bilgiler, ki bu yazıda yer alan bililere yönelik bir yalanlama da gelmemiştir, buçuk yapıyı neden Türkiye'nin bekasına yönelik asıl tehdit olarak gördüğümüzü ve görülmesi gerektiğini net ve tam olarak açıklamaktadır.

Bu tür bilgi ve değerlendirmeler muhakkak devletin istihbarat ve güvenlik güçlerinin elinde de mevcuttur. Ancak buna rağmen, süreci bozan taraf olmayacağız söylemine kitlenen Hükümet duruma müdahale etmemektedir. Böyle olunca da bölgede yani PKK devletçiğinde asker/polis karargaha/kışlaya hapsolurken teröristler dışarıda dolaşabilmekte, vergi toplayabilmekte, halka silah dağıtılabilmekte, PKK'lı teröristler terör saldırılarına yeniden başlayacak hazırlıklarını yapabilmekte, yani bir devlet ve hükümet olmuş izlenimini veren uygulamaları faaliyetleri rahatlıkla yapabilmektedir.

Buçuk devlet & buçuk hükümet yapısının Türkiye'nin bekasına neden en büyük tehdit olduğunun diğer bir göstergesi de sözde çözüm sürecinin yürütülmesiyle ilgili olarak teröristbaşından gelen uyarılardır. Teröristbaşı çözüm süreci kapsamında yapılanların anayasaya, hukuka aykırı olduğunu böyle devam ederse hem kendilerinin hem de hükümetin suç işlemiş olacağını belirterek PKK'nın çekilmesi ve yapılan görüşmeler için bir yasa çıkarılmasını ve sözleşme imzalanmasını istemektedir. Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasasına, kanunlarına, hukukuna, kuruluş felsefesine, aykırı bir sürecin Türkiye'nin menfaatine bir sonuç getirmesi beklenebilir mi? PKK tarafı devletin kendi eliyle hazırlayacağı yasayla Türkiye'yi çözülmeye götürecek çözüm sürecinin resmen tanınmasını sağlamak istiyor. Böyle bir yasa çıktıktan sonra hangi hükümet gelirse gelsin PKK'nın geri atması da mümkün olmayacaktır. Bu nedenledir ki PKK iç ve dış politikada iyice sıkıştığını gördüğü Hükümeti mümkünse seçim öncesinde bahsedilen yasal dayanağı sağlayacak veya o yönde yorumlanabilecek bir adımı attırmayı hedeflemektedir. Nitekim 08 Şubat 2011 tarihinde İmralı'ya ziyarete gidenlerin dönüşünde[14] ve parti gruplarında yaptıkları konuşmalarda[15] "artık sabırlarının sonuna gelindiğini, sürecin koptu kopacağını" belirtmekte ve Hükümete tehdit ve şantaj dolu mesajlar gönderilmektedir. Bu ortamda Hükümetin bu talepleri karşılaşması zor olacağının değerlendirildiği anda TBMM'ye sunulan MİT kanunda değişiklikler içeren yasa teklifi[16] hükümete ve MİT mensuplarına koruma getirdiği gibi PKK'lıları, müzakere sürecini, dünyada örneği görülmeyecek şekilde terör örgütüyle görüşmeleri normal ve yasal faaliyet alanına almaktadır. Bu teklif yasalaştığında PKK'nın yaptıkları ve yapacakları da artık güvence altına alınmış olacaktır. Dolayısıyla 30 Mart seçimlerinden sonra, yerel seçimlerde bölgede PKK güdümündeki kişi ve partilerin önemli kazanımlar da elde edebileceğini düşündüğümüzde, tek taraflı da olsa uygulamaya sokulacak "özerklik"le birlikte PKK'nın çözüm süreci boyunca yaptığı hazırlıkları kullanarak şehirlerde teröristbaşının bir an önce salıverilmesini temel alan kitlesel direniş eylemleri yapacağını, alacağı tepkiye göre bölgede asker ve polise yönelik eylemlerde bulabileceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim ABD'de 2014 yılı için bu yöndeki beklentiler güçlenmiştir.[17]

Bu bilgilerin ve gelişmelerin diğer bir değerlendirmesi de "Türkiye'nin bölünmesinin alt yapısının büyük oranda tamamlanmakta olduğu, okun yaydan çıktığını, hedefine varmasının  ise bir zaman işi olduğu"dur. Dediğim gibi devlete/hükümete sızan yapıları/grupları doğru stratejiyle söküp atmak mümkündür ancak her yönüyle merkezi yapıdan kopmuş, adı resmen  ilan edilmemiş ancak de facto uygulamaya geçmiş devletçiğin ve hükümetçiğin buçuk da olsa geri döndürülmesi ülkenin devleti ve milletiyle birliğinin ve bütünlüğünün tekrar sağlanması mümkün olmayacaktır. Onun içindir ki şu anda hem hükümet tarafından yok sayılan hem de  uygulayıcıları tarafından şu dönemde bilinçli olarak düşük profilde tutulan PKK/KCK/BDP'nin buçuk devlet & buçuk hükümet yapısı Türkiye'nin bekasına tek ve en büyük tehdittir. Çünkü bölünmüş bir Türkiye'nin bekasından söz etmek de mümkün olmayacaktır. Bölünmüş bir Türkiye artık Türkiye olmayacaktır.

Sonuç

Türkiye'nin bekası tehdit altındadır. Bu tehdit klasik anlamda bir dış tehdit değil bizzat Türkiye'nin kendisinin ortam hazırladığı bir iç tehdittir. İç tehdit olmasına rağmen senaryosunun dışarıda yazıldığı, aktörlerinin (PKK, cemaat gibi) dış güçlerce desteklendiği, teşvik edildiği veya yönlendirildiği din/mezhep/cemaat eksenli ve etnik bölücülük eksenli iki ana yapıdan kaynaklanan bir tehditten bahsediyoruz.

"İki buçuk devlet & iki buçuk hükümet" tehdidi olarak adlandırılabilecek bu tehdit içinde yer alan ve hükümetin paralel yapı olarak adlandırdığı yapı (dolayısıyla iki devletli iki hükümetli yapı) devletin yönetilmesiyle ilgili önemli sorunlar yaratmaktadır. Mevcut haliyle bir devlet krizi görünümündedir Ancak bertaraf edilmesi kurallarıyla işletilecek bir devlet ve hükümet düzeninde mümkün görülmektedir. Normal bir devlet düzeninde devlet, hükümet kadrolarına sızmış bu tür yapıların sökülüp atılması başarılabilecek bir iştir.

Ancak söz konusu paralel yapı devam ederken ya da iki taraf arasında çatışma ortamı sürerken Türkiye'nin bekasına asıl tehdit "buçuk devlet & buçuk hükümet" adını verdiğim "PKK devletçiği ve hükümetçiğinden" gelen tehdittir. Bugüne kadar kendisinin uyguladığı her sözde ateşkesten daha da güçlenerek çıkan PKK, bu kez sözde çözüm süreciyle girdiği eylemsizlik döneminde de bir sonraki terör dönemi için tüm hazırlıklarını hem de devletin göz yummasıyla Türkiye toprakları içinde rahatlıkla gerçekleştirebilmiştir. PKK en üst seviyede (teröristbaşının özgürlüğü, özerklik ilanı, bölgede asayiş güçleri kurulması gibi) tuttuğu taleplerinin hiçbir Türk hükümeti tarafından tam karşılanamayacağını bildiğinden, ancak mevcut hükümetin de söz konusu eylemsizlik/ateşkes dönemlerini iç siyasette kullanmayı alışkanlık haline getirdiğini ve buna bağımlı hale geldiğini gördüğünden bir sonraki çatışma dönemi (muhtemelen 30 Mart yerel seçimleri sonrası) için hazırlıklarını yapmıştır. Ancak çatışmalar yeniden çıksın ya da çıkmasın şu anda bulunulan pozisyon bile kazanımları açısından PKK için tarihinin en üst konumudur ve mevcut hükümetin şimdiki tutumu sürerse geri adım atması da olası değildir. PKK'ya geri adım attıracak yaklaşım, Türkiye'nin ipinin bizzat Türkiye'nin kendi elleriyle çektirilmek istendiğinin farkına vararak, PKK'nın bir terör örgütü olduğu, Türkiye'de yaşayan Kürt orijinli vatandaşlarımızı temsil etmediği, dış güçlerin taşeronu olduğu gerçeğinden hareketle terörle mücadele stratejilerinin ve prensiplerinin hakkıyla uygulanması olacaktır. Yani aynı iki buçuk savaş tehdidine karşı koyarken uyguladığı yönetim anlayışını (tek bir devlet, bu devleti yöneten tek bir hükümet, tek bir devlet politikası etrafında tüm kurumların işbirliği içinde olacağı ciddi bir devlet uygulaması) tekrar hayata geçirerek bu yeni tehditle baş edebilecektir. Aksi durum Türkiye Cumhuriyeti'nin ilelebet var olup olmayacağıyla ilgilidir.

 

 


[1] "Dünyanın bir ucundan Türkiye yönetilmez", Milliyet, 04 Şubat 2014.

[2] "İki Buçuk Savaş Stratejisi", Şükrü Elekdağ, Milliyet, 27 Kasım 1994.

[3] "Güler ve Yılmaz'dan PKK açıklaması", 13 Temmuz 2013, http://www.son.tv/haber-195049, Erişim tarihi 08 Şubat 2014.

[4] "Geri adım beklemeyin", 24 Kasım 2013, http://haber.stargazete.com/politika/geri-adim-beklemeyin/haber-809317, Erişim tarihi 08 Şubat 2014.

[5] "Cemaat ve dershaneler", Abdülkadir Selvi, Yeni Şafak, 02 Aralık 2013.

[6] "Gülen'e ilk kez örgüt lideri dedi", 11 Şubat 2014, http://sozcu.com.tr/2014/genel/erdogan-konusuyor-35-455445/, Erişim tarihi 11 Şubat 2014.

[7] "Çapulcudan özgürlük savaşçısına, terörden direnişe, direnişten bağımsızlığa; PKK terör örgütünün dönüştürülmesi, Cahit Armağan Dilek, 27 Mayıs 2013, http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/05/27/7012/capulcudan-ozgurluk-savascisina-terorden-direnise-direnisten-bagimsizliga-pkk-teror-orgutunun-donusturulmesi, Erişim tarihi 11 Şubat 2014.

[8] "PKK terör örgütüyle mücadelenin mitleri", Cahit Armağan Dilek, 04 Ağustos 2013, http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/08/04/7142/pkk-teror-orgutuyle-mucadelenin-mitleri, Erişim tarihi 11 Şubat 2014.

[9] "PKK'nın yeni stratejisi; adam öldürme, fikir öldür", Cahit Armağan Dilek, 21.yy Dergisi Kasım 2013 sayısı.

[10] "Paralel devletin son faaliyetleri", 31 Aralık 2013, Gültekin Avcı, http://gundem.bugun.com.tr/iste-sok-pkk-gercegi-haberi/915945, Erişim tarihi 11 Şubat 2014.

[11] "Kürdistan'a İki Kala", 30 Ocak 2014, Gültekin Avcı, http://www.bugun.com.tr/kurdistana-iki-kala-yazisi-952760, Erişim tarihi 11 Şubat 2014.

[12]"PKK'nın özerk şehirleri kapıda", 18 Şubat 2014, Gültekin Avcı, http://www.bugun.com.tr/pkknin-ozerk-sehirleri-kapida-yazisi-979011, Erişim tarihi 19 Şubat 2014.

[13]"PKK vali ve kaymakam atamaları", 20 Şubat 2014, Gültekin Avcı, http://www.bugun.com.tr/pkk-vali-ve-kaymakam-atamalari-yazisi-982281, Erişim tarihi 20 Şubat 2014.

[14]"Çözüm sürecinde kritik günler", Serpil Çevikcan, 12 Şubat 2014, Milliyet.

[15]"Süreç koptu kopacak", 12 Şubat 2014, Milliyet.

[16]"MİT mensupları için flaş gelişme", http://haber.gazetevatan.com/mit-mensuplari-icin-flas-gelisme/611055/1/gundem, Erişim tarihi 19 Şubat 2014.

[17]"2014 yılında beklenen kriz ve çatışmaların olasılıkları, etkileri, risk öncelikleri", Cahit Armağan Dilek, 21.yy Dergisi Şubat 2014 sayısı.

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display