Asker Neden Darbe Yapar?

Yazan  15 Temmuz 2013

Giriş

Asker neden darbe yapar? Ya da daha genel bir soruyla “ordu niçin siyasete karışır?” Bu sorunun yanıtını siyaset bilimci Samuel E. Finer başka bir soruyla veriyor bize:

“Ordu, toplumdaki tüm diğer sivil güçlerden yüz kez daha iyi örgütlenmiş olduğuna ve        modern silahlara sahip bulunduğuna göre, askerlerin niçin bazen siyasal yaşama      karıştıklarını sormak yerine, niçin her zaman karışmadıklarını araştırmak daha doğru       olmaz   mı?”[1]

Meseleye böyle bakınca, günümüz dünyasında çağdaş demokrasinin hüküm sürdüğü ülkeler (modern kapitalist ülkeler/Batılı ülkeler) dışında kalan ülkelerde ordunun siyasal yaşamdaki etkinliğinin nedenlerini sorgulamak, ‒Türkiye’nin siyaset çevrelerinde adet olduğu üzere‒ sadece “darbe” olgusuna yönelik suçlayıcı bir tavır ve anlayışla konuyu ele almaktan herhalde daha iyi ve daha doğru bir tavırdır. Dolayısıyla ordunun siyasete karışmasının en yüksek noktasını temsil eden “darbe” olgusunu her şeyden önce bir sonuç olarak görmek gerekir ve eğer bu sonuç üzerinden bir analiz yapılmak isteniyorsa bunun ötesine geçmek, yani “neden”ler, “nasıl”lar, “niçin”ler üzerinde durmak gerekir. Diğer bir deyişle, günümüz dünyasında çağdaş demokrasinin hüküm sürdüğü ülkeler dışında kalan ülkelerde ordunun siyasal yaşamdaki ağırlığının nedenlerini, hangi durumlarda siyasal iktidara dolaylı ya da doğrudan müdahale ettiğini, ideolojisini belirleyen unsurlarını, askeri niteliğinin formasyonunu (profesyonel ya da yarı profesyonel), siyasal ve toplumsal köklerini ayrı ayrı incelemeden, sadece “darbe karşıtlığı” ya da “sandıklı otoriterlik” zemini üzerinden yürütülen kısır tartışmaların siyaset bilimi açısından hiçbir anlamı yoktur.

Şüphesiz bu hususların her birini bu yazının içerisinde ayrıntılı bir şekilde ele almak mümkün olmasa da, okuyucuya bir fikir vermek açısından, günümüz dünyasında çağdaş demokrasinin hüküm sürdüğü ülkeler dışında kalan ülkelerde ordunun siyasal yaşamdaki etkinliğinin derecelerini ve nedenlerini anlamak üzerine bazı noktalara dikkat çekmenin önemli olduğunu düşüyorum.

 

Devlet Yapısını Sürekli Olarak Üreten Bir Kurum Olarak “Ordu”

Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, tarihsel olarak “devlet”in ortaya çıkışı aynı zamanda “ordu” olgusunu/kurumunu da ortaya çıkarmıştır. Zira, toplumlarda sınıfların ortaya çıkışı ve bunların karşıtlıklarının bir ürünü olan devlet, bir kamu gücü olarak ordu kurumunu da beraberinde getirmiş, ordu kurumuna olan ihtiyacı doğurmuştur. Denilebilir ki, çağlar boyunca, devlet yapısına sahip olan tüm toplumlarda ordular iktidarı elinde tutan sınıfın/sınıfların boyundurukları altında tuttukları diğer sınıflar ve öteki ilan ettikleri diğer toplumlar karşısında bir güvence olagelmiştir.

Modern kapitalist devletin ortaya çıkışı ve gelişimiyle birlikte ordular toplumsal ve siyasal ilişkileri düzenlemede bir araç olmaktan çıkarak, ordunun kurumsal olarak merkezi bir rol oynadığı siyasal rejimler ve devlet biçimleri ortadan kalkmaya başlamış ve bunun doğal sonucu olarak da ordu sadece savaş ve savaşa hazırlık bağlamında devlet-içi bir kurum haline gelmiştir. Modern kapitalist toplumlarda yukarıdaki genel çerçeve geçerli olmakla birlikte, diğer yandan,  ister modern devlet öncesi dönemdeki devlet formlarında olsun, ister modern kapitalist devlet formunda olsun, bir toplumda yönetici sınıfın silahlı kuvvet yaratmasının aynı zamanda sürekli devlet yapısını ürettiğini ya da sürekli devlet yapısını üreten şeyin de yönetici sınıfın bir askeri kuvvet yaratma girişimi olduğunu ileri süren görüşler de vardır. Örneğin, Charles Tilly’e göre, bu şekilde hem ordu devlet içinde bir örgütlenmiş bir kurum haline gelirken, hem de ordunun kurulması ve işletilmesinin tamamlayıcı örgütlerinin (hazine, iaşe hizmetleri, askere alma düzenlemeleri, vergi daireleri vs.) gerekliliği ve buna bağlı siyasal, sosyal, ekonomik ve askeri etkileri ortaya çıkmıştır.[2]

Gerçekten de, eğer “devlet” dediğimiz varlık “meşru şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran” bir yapıysa, bu bağlamda örgütlü şiddet başlığı altında bugün de geçerli olmak üzere devletin dört farklı işlev yürütmekte olduğu çok açık bir biçimde gözlemlenebilir: 1) Savaş yapma (Bölgesi dışındaki rakiplerini elimine etme/nötralize etme), 2) Devlet oluşturma (Bölgesi içindeki rakiplerini devre dışı bırakma/etkisizleştirme), 3) Koruma (Tebaasının düşmanlarının eliminasyonu/etkisizleştirilmesi, 4) Merkezi yoğunluk oluşturma (İlk üç işlevin sürdürülmesini sağlayacak araçlara sahip olma).[3] Görüldüğü üzere, bu işlevlerden ilk 3’ü doğrudan, sonuncusu ise dolaylı olarak bir “ordu”nun varlığına ve gerekliliğine işaret etmektedir. Dolayısıyla, meseleye hangi açıdan bakarsanız bakın, sivil‒asker ya da ordu‒devlet ilişkilerini objektif bir şekilde kavrayabilmek ve bu ilişkide ortaya çıkan bir sonuç olarak “darbe” olgusunun nedenlerini anlayabilmek için “ordunun devlet yapısını sürekli olarak üreten bir kurum olduğu” gerçeğini gözardı etmememiz gerekmektedir.

 

Ordunun Siyasal Yaşamdaki Ağırlığı ve Siyasete Müdahale Etme Nedenleri

Herhangi bir siyasal sistemde ordunun rolü, siyasal iktidara bağımlılıktan/siyasal iktidarın denetimi altında olmaktan, siyasal iktidarı doğrudan doğruya kullanmaya kadar değişebilen bir görüntü arz etmekle birlikte, sivil‒asker ilişkilerindeki temel sorunsal ordu üzerinde sivil denetimin sağlanması olarak belirginleşmektedir. Buradan hareketle, askerlerin siyasal yaşamdaki ağırlıkları, rolleri ve siyasete müdahale etme nedenleri üzerine bugüne kadar pek çok görüş ortaya atılmıştır. Bu görüşler kabaca iki grupta toplanabilir:

a) Askerlerin siyasal yaşamdaki ağırlıkları, rolleri ve siyasete müdahale etme nedenlerini      askeri kurumların sosyal, örgütsel yapısına ve bazı spesifik özelliklerine (profesyonellik,        ulusçuluk, merkezi emir-komuta zinciri, askeri hiyerarşi, disiplin, sadakat, ordu içi      klikler, subayların mizaçları, ideoloji ve psikolojik faktörler vb.) dayanarak açıklamaya            çalışan görüşler.

b) Askerlerin siyasal yaşamdaki ağırlıkları, rolleri ve siyasete müdahale etme nedenlerini     toplumun siyasal ve kurumsal yapısına dayanarak açıklamaya çalışan görüşler.

Görüldüğü üzere, birinci gruptaki görüşler bağlamında askerleri siyasal yaşama müdahaleye iten çok sayıda objektif ve subjektif faktör vardır. Dolayısıyla, kurumsal ya da örgütsel hiçbir faktör tek başına ordunun siyasal tavrı konusunda açıklayıcı bir çerçeve çizmeye yeterli değildir. Kaldı ki ordular, tepkileri mekanik bir şekilde öngörülebilen örgütler de değillerdir. Diğer bir deyişle, bir ordu, askeri bir müdahale için gerekli psikolojik havaya girmiş olsa bile, askerlerdeki müdahale etme isteğinin realize edilebilmesi ve müdahalenin başarıya ulaşması bazı objektif koşulların varlığına bağlıdır. Örneğin, savaş dönemlerinde orduya olan sivil bağımlılığın artması, askerlerin siyasete müdahalesini kolaylaştıran objektif faktörlerden birisidir. Dolayısıyla, askerlerin siyasete müdahale etme nedenlerini anlamada ikinci gruptaki görüşler (toplumun siyasal ve kurumsal yapısı) sivil‒asker ilişkilerini anlamada görece olarak daha fazla öne çıkmaktadır. Diğer bir deyişle, bir toplumdaki sivil‒asker ilişkilerini anlamaya çalışmak demek, aslında yeryüzündeki her devletin ortaya çıkış süreci, tarihsel gelişimi, toplumsal dinamikleri, siyasal kültürü vb. olarak sahip olduğu özgül toplumsal, siyasal, ekonomik koşulları göz önünde bulundurmak demektir.

 

Askeri Darbeler ile “Siyasal Gelişmişlik” Düzeyi Arasındaki Nedensellik İlişkisi

Bu bağlamda konuyu ikinci gruptaki görüşler çerçevesinde ele aldığımızda, bu görüşlerin odak noktalarını genellikle az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerin siyasal, sosyal ve ekonomik koşullarında modernleşme çabalarıyla ilintilendirdiğini görebiliriz. Örneğin, Samuel P. Huntington, askerlerin siyasete müdahale etme nedenlerinin, askeri olmaktan çok, siyasal olduğunu ve bu müdahalelerin askeri kurumların sosyal ve örgütsel yapılarından çok, toplumun siyasal ve kurumsal yapısını yansıttığını ileri sürmektedir. Huntington’a göre, askeri müdahaleler, az gelişmiş ülkelerde sosyal güç ve kurumların siyasallaşması sonucu meydana gelmektedir. Diğer bir deyişle, az gelişmiş toplumlarda siyaset özerk, uyumlu ve esnek değildir. Tüm sosyal sınıf ve güçler fonksiyonel olarak henüz ayrışmamıştır ve hepsi doğrudan siyasal sürece katılmaktadırlar. Dolayısıyla, az gelişmiş ülkelerde ordu da dahil olmak üzere toplumun tamamı siyasallaşmıştır. Yani bürokrasi, basın, üniversiteler, sendikalar, dinsel sınıflar vb. dahil olmak üzere toplumdaki tüm sosyal güç ve kurumlar siyasal bir nitelik taşımaktadır.[4] Bilhassa gelişmekte olan ülkelerde sıklıkla karşılaşılan askeri müdahaleler, ordu da dahil olmak üzere toplumdaki tüm kurumların siyasallaşması sonucu ortaya çıkmaktadır.

Konuya bu çerçeveden yaklaşan Huntington, ordunun siyasal sisteme müdahalesi ile toplumsal gelişmişlik seviyesi arasında doğrudan bir bağlantı kurmaktadır. Buna göre; toplumsal gelişmişlik seviyesi düşük olan ülkelerde (az gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler) ordunun siyasal sisteme müdahalesi olağan karşılanmakta; buna karşılık, toplumsal gelişmişlik seviyesi yüksek olan ülkelerde ise (gelişmiş ülkeler/modern kapitalist ülkeler) bu müdahalenin gerçekleşmesi güçleşmektedir. Daha açık bir ifadeyle, toplumsal gelişmişlik seviyesi düşük olan ülkelerde askeri müdahaleler; toplumdaki siyasal kurumların güçsüz olması, toplum içinde sosyal sınıf, bölgesel, etnik veya dinsel gruplar arasındaki şiddetli çatışmaların askeri müdahaleyi teşvik etmesi ve anayasal uzlaşmanın sağlanamaması gibi nedenlerden kaynaklanmaktadır.

Benzer bir yaklaşımla Maurice Duverger de, bir ülkenin gelişme düzeyiyle ordunun siyasal sisteme müdahalesi arasında doğrudan bir ilişki kurmaktadır. Duverger’e göre, ülkenin gelişme düzeyi yükseldikçe, ordunun ülke yönetimine el koyma olasılığı azalmakta; ancak, ordu yönetime el koyduğunda da bunun “tutucu” olma olasılığı artmaktadır. Geri kalmış ülkelerde ise, askerlerin ülke yönetimine karışmaları olasılığı yüksek olduğu gibi, bu karışmanın da “ilerici” olma olasılığının yüksektir. Diğer taraftan, orta gelişme düzeyindeki ülkelerde ise, askeri darbelerin gerçekleşme olasılığının yüksek, fakat bu ülkelerdeki askeri darbelerin “tutucu” ya da “ilerici” olma olasılığı eşit olarak görülmektedir Duverger tarafından.[5]

Charles Tilly’e göre ise üçüncü dünya ülkelerinde askeri güç çoğunlukla kendi ülkesine yönelmekte ve buna karşı ülke içinde önemsenebilir bir itiraz yükselmemektedir. Bu bakımdan üçüncü dünya ülkelerindeki sivil‒asker ilişkileri süreci, tarihsel olarak Batı’da gözlenen, ordunun iki işlevli (savaş ve iç baskı) halden, tek işlevli (savaş) hale dönüştürüldüğü ve askerleri sınıf mücadelesinin dışına çıkaran süreçten farklılık göstermektedir.[6] Michael Mann’a göre ise, üçüncü dünya ülkelerinin çoğunluğunda siyasi ve toplumsal vatandaşlığın elde edilememesi, buralarda askeri gücün ülke yönetimleri üzerinde etki sahibi olmasının nedenidir. Zira, Mann’a göre, siyasal ve toplumsal vatandaşlık haklarının elde edilmesi ile devletin otoriter gücü arasında kurulan bir dengenin gelişmesine paralel olarak askeri baskı düzeyi ve ordunun siyasal yaşamdaki ağırlığı ve rolü azalmaktadır. [7] Ordunun siyasal yaşama karışmasının neredeyse alışkanlık haline geldiği bu tür ülkelerde, ordunun siyasal yaşama müdahale biçimleri “baskı yapma/nüfuz kullanma”, “şantaj”, “pretoryenizm” (ordunun toplumda fiili güç kullanımı veya tehdidi ile bağımsız bir güç haline gelmesi), “tutuculuk‒ilericilik”, “reformistlik”, “bekçilik”, “hakemlik”, “müdahale”, “darbe” vb. uzanan çok geniş bir skalada seyretmektedir.

 

Sonuç Yerine

Yukarıdaki tespitlerden de görüldüğü üzere, askerlerin siyasal yaşama müdahaleleri ile az gelişmişlik[8], modernleşme[9] ve siyasal gelişmişlik[10] arasındaki bağlantı yadsınamayacak kadar açıktır. Gelişmekte olan ülkeler için de aynı bağlantı geçerlidir. Zira, değişim sürecine giren bu ülkelerde, bir yandan hızlı bir değişim süreci yaşanırken, diğer yandan da toplumun daha geleneksel kesimlerinde bu değişime karşı çok ciddi tepkiler de ortaya çıkmaktadır. Yine, bu değişim süreci, bazı gelişmekte olan ülkelerde ulusal bütünleşmeyi değil, tersine, etnik ve dinsel farklılıkları siyasal alana çıkarıp daha da keskinleştirerek ulusal bölünmelere neden olmaktadır. Yani, bu değişim her zaman daha “modern” bir toplum yaratmadığı gibi, siyasal olarak daha gelişmiş bir yapı da yaratmayabilmektedir. Demokratik bir toplum ve buna paralel bir siyasal yapı beklenirken, değişimin yarattığı gerilimlerin çözülmemesi halinde (Ortadoğu coğrafyasında yaşanan “Arap Baharı” sürecinde olduğu gibi), totaliter, otoriter veya pretoryen[11] rejimler ortaya çıkabilmektedir. Bu nedenle de, modernleşmenin ve özellikle de siyasal gelişmenin “geri çevrilemez” ve “tek yönlü” süreçler olarak değil, bazen de “geri çevrilebilir” ve “farklı yönlere gidebilir” süreçler olarak algılanması gerekir.[12]

Modernleşme ve siyasal gelişme bağlamında konuyu biraz daha açarsak, siyasal gelişme ve modernleşme kuramlarına göre, kitle-iletişim araçlarının yaygınlaşması, okur-yazar oranının artması, kentleşme düzeyinin yükselmesi, sanayileşme gibi modernleşme göstergeleri, toplumu hızla hareketlendirerek siyasal olarak katılımcı hale getirir. Bu da siyasal gelişmenin, yani rekabetçi, demokratik siyasal yapıların ortaya çıkışını kolaylaştırır. Acaba, gerçekte, bu doğru mudur? Yani modernleşme ile siyasal gelişme arasında bir bağımlılık ilişkisi söz konusu mudur? Huntington’a göre, bu her zaman doğru değildir. Çünkü, modernleşmenin yukarıda sayılan göstergeleri, yeni oluşan uluslarda, çoğu kez beklentileri arttırmasına karşılık bu beklentilerinin tatmininin düşük olması nedeniyle, “siyasal bozulma”ya neden olmaktadır. Örneğin, Latin Amerika ülkelerinden Küba’da okur-yazarlık oranı %75’e yaklaşmaktadır, ancak bu ülkede demokratik değil, komünist bir rejim vardır. Dolayısıyla, bir modernleşme göstergesi olarak kabul edilen okur-yazarlık, her zaman daha yenilikçi, daha modern, daha demokratik bir toplum yaratmaz, bazen de yeniliğe karşı bir tepki yaratarak, daha geleneksel güçleri harekete geçirebilir. Haberleşmenin yaygınlaşması, aynı zamanda, etnik grupların bilinç kazanmasına neden olarak, hem sosyal hem de siyasal oydaşmayı bozabilir. Ve yine haberleşme, siyasete uzun süredir ilgisiz toplumsal kesimleri, birden katılımcı bireyler haline getirerek, sistemin aşırı yüklenmesine sebep olabilir. Böylesine yoğun bir katılmaya hazır olmayan siyasal sistemin kurumları, siyasal olarak aktif hale gelmiş grupları ne yeterince özümseyebilir, ne de temsil edebilir. Ayrıca, hızlı sosyal ve ekonomik değişme, geleneksel değerler ile modern değerler arasında sıkışıp kalmış, soysuzlaşmış, anomik[13] bireyler yaratmaktadır. Bu soysuzlaşma, mevcut siyasal kurumların özerkliği ve tutarlılığı için ciddi bir tehlike teşkil etmektedir. Bu nedenle, modernleşmekte olan ülkelerin hemen hepsinde, kurumsal bozulma oldukça yaygındır. Sivil ve askeri darbelerin modern ülkelerde değil de, modernleşmekte olan ülkelerde sık görülmesinin nedeni de budur.[14]

Bugün, Batı demokrasilerinin büyük bir kısmının ulaşmış olduğu ve ordunun sivil siyasetin kesin ve etkili kontrolü altında sadece ulusal güvenlikle ilişkilendirilmiş olduğu bir sivil‒asker ilişkisi modeli, dünyanın geri kalanı için de ulaşılması gereken bir model olarak kabul edilmekte ve istenmektedir.[15] Ne var ki, burada gözden kaçırılan ya da yanılgıya düşülen nokta, söz konusu ideal modele ulaşılabilmek için toplumsal ve siyasal düzlemde “çoğunlukçuluk” ya da “sandıklı otoriterlik” anlayışıyla demokrasinin çeşitli özelliklerinin ve araçlarının adeta bir “toplum mühendisliği” bağlamında kullanılmasıyla istenilen sonucun elde edilebileceği kanaatidir. Oysa ki, bugün Batı demokrasilerinin ulaştığı ideal sivil‒asker ilişkisi ve modeli, Batı demokrasilerinin belirli bir toplumsal, siyasal ve ekonomik değişim süreci sonucunda ulaştıkları bir modeldir. Dolayısıyla, bugün Türkiye de dahil olmak üzere demokratikleşmeye dahil umutların beslendiği her ülkede, bireyler siyasal ve toplumsal vatandaşlıklarını elde etmedikleri ve bunun anlamını kavramadıkları sürece; siyasal seçkinler eliti de hem kendi aralarında hem de siyasal ve toplumsal güçler, gruplar ve sorunlar karşısında zora/baskıya/otoriteryenliğe dayalı yöntemleri kullanmalarına gerek bıraktırmayacak şekilde demokratik olgunluğa ulaşmadıkları ve uzlaşma kültürünü hakim kılmadıkları sürece; ve nihayet demokratik bir sistemin istikrarlı bir şekilde hüküm sürmesini sağlayacak olan sosyo-ekonomik bir altyapı ve kurumsallaşma gerçekleştirilmediği sürece, bu ülkelerde sivil‒asker ilişkilerinin ve demokrasinin geleceği konusunda iyimser olmak “suya yazı yazmak”la eşdeğer bir durum olacaktır.

 


[1]S. E. Finer, The Man on Horseback: The Role of the Military in Politics, 2nd ed., Boulder, Co., Westview Press, 1988, p. 4.

[2]Charles Tilly, Coercion, Capital and European States: 900‒1900, Cambridge University Press, Cambridge, 1990, p. 79.

[3]Bu konuda bkz. Charles Tilly, “War Making and State Making as Organized Crime”, Bringing the State Back, Ed. by Peter Evans, Dietrich Rueschemeyer, Theda Skocpol Cambridge University Press, Cambridge, 1985, pp. 169-187.

[4]Samuel P. Huntington, Political Order in Changing Societies, Yale University Press, New Haven, 1969, p. 194.

[5]Maurice Duverger, Diktatörlük Üstüne, Çev. Bülent Tanör, Dönüm Yayınevi, İstanbul, 1965, s. 123.

[6]Charles Tilly, “Introduction to Part II: Invention, Diffusion, and Transformation of the Social Movement Repertoire”, European Review of History, Vol. 12, Issue 2 (2005), p. 310.

[7]Michael Mann, The Sources of Social Power, Vol. II, Cambridge University Press, Cambridge, 1993, pp. 406-412.

[8]“Azgelişmişlik” kavramı, ülkeler arasındaki siyasi ve iktisadi sömürü döneminden sonra ortaya çıkmıştır. Bu terimin Birleşmiş Milletler tarafından “geri ülke” deyiminin ağır geleceği dolayısıyla seçilmiş olduğu söylenmektedir. Terim daha çok Afrika, Asya ve Güney Ameri­ka ülkeleri için kullanılmaktadır. Azgelişmiş durumda olan ülkelerin daha çok “ana mal” üretemeyen ülkeler olduğu kabul edilmekledir. Bir diğer yönüyle bunlar sanayileşememiş ülkelerdir. Buralarda daha çok tarıma dayalı bir iktisadi yapı hüküm sürmekle ve ilkel tarımsal üretim yöntemleri kullanılmakladır. Eğitim ve kültür seviyesi, iktisadi ve siyasal bağımlılık nedeniyle geri kalmıştır. Bu tür toplumlar, sanayileşmiş toplumların sömürü alanı içerisinde bulunmaktadır. Bu klasik yaklaşım, azgelişmişliğin sınırlarını çizerken, zamanla azgelişmiş ülke modelinin kapsamı biraz daha farklılaşmıştır. Yani azgelişmiş ülkenin diğer ülkelere bağımlılığı sürmektedir, örneğin, günümüz iktisadi seviyesi içerisinde azgelişmiş ülkeler sermaye, teknoloji ve sistem modeli itibariyle başka ülkelere bağlı bir yapı arz ederler. Bkz. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, C. I, Risale Yayınları, İstanbul, ss. 107-108, http://www.enfal.de/sosyalbilimler/ a/063.htm, (Erişim tarihi: 12.07.2013)

[9]“Modernleşme” kavramı, okur-yazarlık, kentleşme, kitle-iletişim araçlarının yaygınlaşması gibi unsurların etkisiyle, toplumun tüm alanlarında meydana gelen değişim sürecini ifade etmektedir.

[10]“Siyasal gelişme”, siyasal kurum ve usüllerin farklılaşma, karmaşıklaşma, esneklik gibi özellikler kazanması ve ulusal bütünleşmenin sağlanmasıdır.

[11]Ordunun toplumda fiili güç kullanımı veya tehdidi ile bağımsız bir güç haline gelmesi durumu.

[12]H. Birsen Örs, Siyasal Gelişme ve Modernleşme Kuramları, Masa Üstü Yayıncılık, İstanbul, 1997, s. 6.

[13]Süreklilik duygusunu kaybetmekte olan, kişisel ve toplumsal yükümlülüklerini ve bağlarını yitirme durumunda olan bireyin yaşadığı ruhsal bozgun durumu.

[14]Bkz. Samuel P. Huntington, “Siyasal Gelişme ve Siyasal Bozulma”, (Çev. Ergun Özbudun), Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 22-23, Sayı: 1-4 (1965-1966), ss. 55-107.; Örs, Siyasal Gelişme ve Modernleşme Kuramları, ss. 89-103.

[15]Modernleşmekte olan ülkelerde demokratik rejimlere geçiş konusunda şu ana kadar yaygın olan inancı fazla iyimser bulduğunu ifade eden Huntington’a göre, 19. yüzyıl ile bugün arasında, dünyada demokratikleşme konusunda çok önemli bir fark yoktur. Ona göre, modern demokratik rejimlerin ortaya çıkışı üç dalga halinde gerçekleşmiştir. Uzun olan birinci dalga, Amerikan ve Fransız devrimlerinden I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar sürmüş, özellikle 1920’li yıllar dünyada demokratik rejimlerin doruk noktasına ulaştığı yıl olmuştur. Ancak, bunu izleyen yirmi yıl boyunca, birçok Avrupa ülkesinde (Almanya, İtalya, Avusturya, Polonya, İspanya, Portekiz ve Baltık ülkeleri), bazı Latin Amerika ülkelerinde (Arjantin ve Brezilya) ve Japonya’da, demokrasi sona ererek, iki dünya savaşı arası dönemde komünist, faşist ve otoriter rejimlerden oluşan bir “ters dalga” gerçekleşmiştir. Kısa olan ikinci demokrasi dalgası II. Dünya Savaşı’nın sonundan 1960’ların ortalarına kadar sürmüş, bu dalgada demokrasiyi Batı Avrupa’nın çoğuna ilaveten bağımsızlıklarını elde etmiş pek çok Asya ve Afrika ülkesine de getirmiştir. Ancak, Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın büyük bölümü çabucak otoriter ve faşist rejimlere ikinci bir “ters dalga”yla yeniden geri dönüş yapmıştır. Nihayet, üçüncü demokrasi dalgası 1970’lerin ortalarında demokrasinin Portekiz, İspanya ve Yunanistan ile oradan Latin Amerika ve Doğu Asya’ya geri dönüşü ile başlamıştır. 1989’da SSCB’nin dağılmasıyla başlayan komünist rejimlerin çökmesi sürecinde demokrasi yine Doğu Avrupa’nın büyük bölümüne ve Rusya’ya egemen olmuştur. Neticede bu üçüncü dalga sonucunda kağıt üzerinde dünyanın pek çok ülkesi görece olarak zayıf ya da güçlü demokratik rejimlerle yönetilir hale gelmişlerdir. Ancak Huntington’a göre, bütün bu gelişmeler, çok da iyimser olmamızı gerektirecek bir tablo çizmemektedir ve bazı zayıf demokratik rejimlerin otoriteryenliğe geri dönmeleri durumunda [Rusya ve Türkiye için böylesi bir riskin olduğu kanaatindeyim] bir başka “ters dalga”ya dünyanın hazır olması gerektiğine dikkat çekmektedir. Daha geniş bilgi için bkz. Samuel P. Huntington, Üçüncü Dalga: Geç Yirminci Yüzyılda Demokratikleşme, Çev. Ergun Özbudun, Kilit Yayınları, İstanbul, 2011.

Doç. Dr. Bülent Şener

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display