< < İran Neden Kazanıyor?
 Bu sayfayı yazdır

İran Neden Kazanıyor?

Yazan  15 Ağustos 2015

En son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim; bugün bölgede hem İran’ın hem de PKK/PYD’nin güç ve alan kazanmasının en önemli sebebi Türkiye’nin yanlış ve hatalı dış politikasıdır. Bu politikaların ilki çok bilinen şekliyle mevcut konjonktürle ilgilidir. İkincisi ise çoğu analizcinin göz ardı ettiği tarihsel konjonktüre aittir.  Önce bilinen mevcut konjonktürde yapılan hatayla başlayalım:

1. Türkiye’nin Suriye’ye Esad’ı devirmek için müdahil olması Suud eksenli radikal unsurların bölgeye yerleşmesinde etkili oldu. Irak ve Suriye merkezli IŞİD örgütünün sahneye çıkması ve hızla ilerlemesi bölgede Esad’a karşı savaşın jeopolitiğinde ciddi bir kayma yaşanmasına yol açtı. Savaş artık iki cephede birden yürütülüyordu. Bir taraftan Esad’a karşı muhalif grupların örgütlenmesi gerekiyor, bir taraftan da terörle mücadele edilmesi gerekiyordu. Suriye ve Irak’ta teröre karşı mücadele edecek tek silahlı güce ise İran ve PKK/PYD sahipti. Bölgede radikal unsurlarla ve IŞİD ile mücadele de Türkiye’nin kararsız bir görünüm vermesi, ABD ve Batılı güçlerle İran ve PKK/PYD’yi birbirine yaklaştırmış oldu. Böylece İran ve PKK/PYD bölgede terörizmle mücadelede ABD’nin en güçlü müttefiki olarak öne çıktılar.

2. Türkiye’de çok fazla konuşulmayan ve göz ardı edilen tarihsel konjonktür inşasıyla ilgili dış politika yanlışlığına gelince bunun biraz daha derinlikle irdelenmesi gerekiyor. Öncelikle İran’ın kazanmasında Türkiye’nin dış politikasındaki hatalarını çok fazla abartmamak gerektiğine inanıyorum. Zira İran her zaman Türkiye’nin bıraktığı boşlukları iyi kullanan bir ülke olmuştur. İran’ın kazanmasında bölgede oyun kurmaya çalışan ülkelerin hataları kadar İran’ın yürüttüğü diplomasi ve dini jeopolitiğin etkisini de göz ardı edemeyiz. Türkiye Ortadoğu’da ya seküler ya da “hepimiz İslam kardeşiyiz” gibi farklı ama gerçekçi olmayan bir bakışla politika yürütmeye kalktığından bölgede dini jeopolitiği okumakta zorlanmıştır.

Şiilik İran’ın bölgede etkili olmasının en büyük dini jeopolitik gücü olmuştur. Fakat bu sanıldığı gibi 1979 İran İslam Devrimi ile birlikte başlayan bir süreç değildir. Şiiliğin bölgede dini jeopolitik bir güç aracı olarak kullanılması ve Türkiye’nin bu güçle karşı karşıya kalması çoğunun sandığı gibi Şah İsmail ile Yavuz kavgasına kadar da geri götürülemez. İlgilenen okuyuculara bu konuda değerli tarihçi Prof. Dr. Tufan Gündüz’ün kitaplarını tavsiye ederek bence Ortadoğu’da asıl kavganın başlangıç tarihine gitmek istiyorum. Bu tarih de Şiilik ile Sünni mezheplerin hiç karşı karşıya gelmediği anlamına gelmez, gelseler bile bölgede dini jeopolitik bir sürekli çatışma alanı oluşmadığı anlamına gelir.

Sünnilik karşısında Şiiliğin dini politik bir güç aracı olarak bölgede ve özellikle Irak’ta etkili bir şekilde kullanılmaya başlanması, Sünniliğin zayıflaması ve kendi içinde yarılması sonrasına rastlar. 1774’de Muhammed bin Abdülvahhab ile başlayan Vehhabi isyanı 1801’de ikinci evreye ulaşır. Muhammed bin Abdülvehhab’ın torunu Abdullah ibn Suud ikinci kalkışmada etrafına aldığı kabilelerle 1801’de Irak’a geçerek Kerbela’ya saldırır.  Çoluk-çocuk demeden yaklaşık 5 bin kişiyi kılıçtan geçirir. Kadınları cariye olarak alır. “Dinde mezar yoktur” diyerek Hz. Hüseyin’in mezarını yıktırır. Bu olay Irak’ta Şiileri Osmanlıya karşı ayaklandırır. Zira Şiiler Osmanlı’nın bu saldırılar karşında kendilerini korumadığını iddia ederler. Bu nedenle 19. yy başlarında Irak ve özellikle Şiilerin yoğun olduğu Kerbela bölgesinde derin bir güvenlik krizinin doğduğuna şahit oluyoruz. Böylece Bağdat merkezi yönetimine karşı Şiilerin kışkırtılması için ortam müsait hale gelmiş olur.

Bilindiği gibi Bağdat hem Nizamiyye hem de Ebu Hanife Medresesi ile Sünniliğin kalesi durumdadır. Türkler uzun süre burada kurdukları bu iki eğitim kurumu aracılığıyla bölgede Şafiliğin ve Hanefiliğin yayılmasını sağlamışlardır. Özellikle Türkiye’de Nizamiyye medresesi bilindiği halde, Bağdat’ın Azamiye mahallesinde Nizamiyye ile eş zamanlı başlanan ve ondan daha büyük vakfiye ile kurulan Ebu Hanife Külliyesi çok tanınmaz. Sultan Alparslan`ın veziri Şeref-ül-mülk Ebu Said el Harezmî, 1067 yılında “Selçuklu tarzı kubbe” ile örtülü bir türbe, yanına da bir medrese yaptırmıştır. 1508`de Şah İsmail`in istilâsı sırasında tahrip edilen İmam-ı Azam türbesi ile medrese, 1534 yılında Kanunî Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan`a yeniden yaptırılmıştır. Cami, türbe, imaret, medrese, ribat ve hamamdan meydana gelen külliye ile Azamiye mahallesinin etrafı surlarla çevrilerek kale haline getirilmiştir.

Azamiye medresesinin kuruluşu da oldukça ilginçtir. Bağdat Büveyhilerin elinden Türkler tarafında alınarak Abbasi hilafeti tekrar tahta getirilmişti. Ama bir süre Büveyhilerin elinde bulunduğu için göç almış ve Şiilerin nüfusu artmıştı. Hanbeliler ve Şafiler ile Şiiler arasında kavga eksik olmuyor sürekli birbirlerinin camilerine saldırıyorlardı. Bunun üzerine bölgeye Türkler getirilerek Şiiler ile Hanbeliler arasına bir sınır çekilir ve araya bir Türk Mahallesi ve Ebu Hanife külliyesi inşa edilir. Böylece kavga bitirilmiş olur. Ayrıca bu iki medrese aracılığıyla Irak’ta Sünni ulema tahkim edilmiş olur.

Buna karşılık Meir Litvak 1791 ile 1901 arasında özellikle Necef ve Kerbela’da çok ciddi bir ulema sınıfında değişim gözlendiğini demografik olarak ortaya koyar. Suud isyanı ve saldırısı ile Necef ve Kerbela’daki ulema sınıfının demografik değişimi aynı tarihlere rastlar. Bölge, 1722’de Safevi hanedanlığının yıkılması ile İran içlerinden çok fazla göç alır. Ayrıca bu tarihten sonra ulema sınıfının etkinliğinin de artmaya başladığı görülür. 1795-1925 arasında İran’da kurulan Kaçar Hanedanlığı da ulemanın devletten bağımsızlaşması ve etkinliğini artırmasına yol açar. Zayıf merkezi yönetim ve Şii imamete uygun olmayan yöneticiler karşısında halk nezdinde ulema daha çok itibar görür. Aynı zamanda muhtemelen Osmanlı payitahtta kendi iç sorunlarıyla uğraşıyorken Irak’ta Sünni eğitim kurumları etkisizleşiyor buna karşılık Şii eğitim kurumları da hızla güç devşiriyordu. Bölgeye gelen güçlü ve nüfuslu âlimler Osmanlının işlerine karışmamasını fırsat bilerek özerk medreseler kurmuşlardı. Devletten bağımsız ciddi miktarda maddi gelire sahip Şii ulema tamir ettirdiği ve yeniden inşa ettirdiği cami ve medreselerle paralel bir eğitim kurumu inşa etmişlerdi.

Mesele 19. Yüzyılın sonlarında Hoy ve Selmas Şehbenderi (konsolosu) Ali Rıza Bey’in kaleme aldığı layihada bölgedeki artan Şii tehdidine dikkat çekiliyordu. Ali Rıza Bey Şii ulemanın Necef, Kerbela, Kazimiyye ve Bağdat’taki türbelere akın etmesinin Sünni ulemayı azınlıkta bıraktığını ve kurulan ekonomik çarkla da Şii ulemanın devletten bağımsız bir güç olarak etkili olmaya başladıklarına dikkat çekiyordu. Bölgede Sünni çocukların eğitimini karşılayacak kurumlar olmadığından Şiilik eğitim aracılığıyla yayılmaya başlamıştı. Ali Rıza Bey’e göre devlet acilen Sünni İslam’ın faziletlerini öğretecek eğitim kurumları inşa etmeli ve bölgeye muallim gönderilmeliydi zira yerli muallimlere bu konuda güvenilemezdi.

Eski Şeyhülislamlardan Hüseyin Hüsnü Efendi tarafından kaleme alınan bir diğer layihada da eğitim konusuna vurgu yapılıyordu. Selçukluların bölgede kurdukları eğitim kurumları işlevsiz kalmıştı, olanlar parasızlıktan çalışmıyordu ve yeni eğitim kurumları ve hoca ihtiyacı hat safhadaydı. Alusi Zade Ahmed Şakir tarafından kalem alınan 1907’deki bir layihada bölgede göçebeliğin etkisi dikkate alınarak seyyar-mobil medreseler kurulması tavsiye ediliyordu. 

Bu konuda yazılan layihalarda dikkat çekilen bir diğer husus da bölgede halkın ve ulemana için çok sayıda Şii propagandası içeren yayının dağıtıldığıdır. Hindistan’daki Hanedanlar tarafından İngiltere üzerinden çok büyük meblağda paranın bölgeye aktarıldığı ve bölgede Şii eğitim kurumları için harcandığı da kayıtlar arasındadır. İngilizler muhtemelen Osmanlı’ya karşı Şiiliği öne çıkarmak için her türlü desteği sağlıyorlardı. Buna karşılık Bağdat Defterdarı Rıfat Ali ile Süleyman Paşa’nın teklifi ise bölgede Ehl-i Sünneti savunacak güçlü eğitim kurumları kurmak ve özellikle Hanefi inanç ve itikadına uygun eserleri bölge halkı için yazdırmaktı.

Bu dönemde İstanbul ise tıpkı bugünkü gibi konjonktürü okuyamamış tüm bu layihalara ve uyarılara karşı İttihad-ı İslam kartını devreye sokmuştur. Yine bu gün yaşananlara benzer şekilde mezhepçilik yapmamak üzerinden Bölgede Şiilikle diyalog kurma arayışına gitti. Özellikle Cemalettin Afgani’nin telkinleriyle Şii-Sünni ittifakını hayata geçirmeye çalıştı. İran’daki Osmanlı elçisine hediyeler dağıtarak Şii ulemanın desteğini aldı. Öyle ki Ağa Seyyid Abdullah adlı bir Şii müçtehid İttihad-ı İslam konusunda faaliyetlerinden dolayı Abdülhamid tarafından maaşa bile bağlandı. Hediye ve parayla elde edilmeye çalışılan Şii ulema maalesef II. Abdülhamid’in hilafetinin tanınmasını sağlayamadı.

Elbette kazanan yine Şiilik oldu. Şiilik hızla Irak, Suriye ve Yemen’de kurduğu eğitim kurumları ile güç ve alan kazandı.  Osmanlı bölge de tıpkı Alparslan’ın Bağdat’ta Ebu Hanife Medresesi ile yaptığı gibi Ehl-i Sünnetin güçlü eğitim kurumlarını ve özellikle Hanefi-Matüridi merkezleri ihdas etmek yerine “İslam Kardeşliği”ne sarılmayı tercih etti. Muhtemelen bunu yapabilecek kadroya ve güce de sahip değildi. Buna karşılık Şiilik güçlü bir araç olarak eğitim kurumları ve yayınları aracılığıyla bölgede yayılmayı başardı.

İran neden kazandı sorusunun tarihi konjonktürü bize Şiiliğin Sünnilik karşısında güç kazanmasının ana nedenin eğitim kurumları olduğunu gösteriyor. Türkiye maalesef Osmanlı’dan devraldığı İslamcılık ile mezhepçilik yapmamak adına aslında bölgede hem Şiiliğe hem de Selefiliğe yer açıyor. Ayrıca bunun bir mezhepçilik değil bir kültür ve bilinç inşası olduğunu da göremiyor. Unutmayalım ki, Hanefi-Matüridiliğin yayıldığı bölgede kapsayıcı olduğundan tüm mezhepler rahatça hayat alanı bulurken İran-Şiiliği ya da Selefiliğin yayıldığı bölgelerde bunu görmenin imkânı yok gibidir. Suudi Arabistan’ın ele geçirdiği Mekke ve Medine ile ve kurduğu eğitim ağlarıyla Selefiliği yayarken Şiiler de güçlü eğitim ağları ve derin kültür politikaları ile Şiiliği yayarak bölgede etkinlik kuruyorlar. Türkiye ise şimdilik bazen ona bazen diğerine koşmakla meşgul. Ayrıca İslamcı siyaset Osmanlı’dan devralınan tüm kurumları ya itibarsızlaştırıyor ya da yok ediyor. Bunların yerine ise kapsayıcı kurumlar inşa etmiyor. Oysaki İslam dünyasının birliği her şeyden önce kültür, eğitim, inanç ve ekonomik alanda güçlü kurumsal ağların oluşturulmasıyla mümkündür. Türkiye kendi otantik kurumlarını inşa etmek yerine Şiilik ile Selefilik arasına sıkışmıştır. Türkiye’deki İslam düşüncesinin Hasan el Benna, Seyyid Kutup ve Ali Şeriatı karması melez yapısı bile halimizi anlatmaya yetiyor. Başka söze gerek var mı? 

Not: Yazıda kullanılan tarihsel bilgiler için bkz. Yitzhak Nakash, The Shi'is of Iraq, Princenton University Press, New Jersy, 2003; Selim Deringil, “The Struggle against Shiism in Hamidian Iraq: A Study in Ottoman Counter-Ṗropaganda”, Die Welt des Islams, 1/4 (1990), ss. 45-62.

Hilmi Demir

-1993 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu.

-1994 tarihinde Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesine araştırma görevlisi olarak atandı.

-1996 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kelam Anabilim Dalında Yüksek
Lisansını, 2001 yılında doktorasını tamamladı.

-2002 tarihinde Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalına Yardım
doçent kadrosuna atandı.

-2002-2003 tarihleri arasında Kırgızistan OŞ Devlet Üniversitesinde görev yaptı.

-2003-2004 tarihlerinde Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesinde dekan yardımcılığı görevinde bulundu.

-2009 Tarihinde Doçent, 2014 tarihinde Profesör kadrosuna atandı.

-Halen Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı öğretim üyeliği yapmaktadır.
-Türkiye Günlüğü, Türk Yurdu, 2023 gibi Ulusal dergilerde yayımlanmış makaleleri ve "Delil ve İstidlalin Mantıki Yapısı İlk Dönem Sünni Kelam Örneği", " Mit Kozmoz ve Akıl", "Mit Kozmos ve Akıl: Zerdüştlük Maniheizm Hıristiyan Gnostikler ve İslam" adlı yayımlanmış kitapları bulunmaktadır.
-Ortadoğu'da Mezhepler, Gnostik inançlar, Selefilik, İslami Hareketler konusunda çalışmaktadır.