< < Bitmeyen İstikrarsızlık Dönemi
 Bu sayfayı yazdır

Bitmeyen İstikrarsızlık Dönemi

Yazan  11 Haziran 2021

Hazırlayan: Mustafa Çuhadar

Balkan coğrafyası, neredeyse bir asrı aşkın bir süredir istikrarsızlık içerisindedir. Yaşanan Balkan Savaşları sonrası Osmanlı Devleti’nin bölgeden ayrılmasıyla gün yüzüne çıkan bu istikrarsızlık kıvılcımları, yakın tarihte Yugoslavya’nın dağılmasıyla daha da alevlenmiştir. Uzun yıllar önce başlayan bu istikrarsızlık dönemi, bugün hala devam etmektedir. Birinci Dünya Savaşı’nı tetikleyen önemli olayların yaşandığı bu coğrafyanın etnik, dini ve toplumsal yapısını incelediğimizde bu istikrarsızlık hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Asıl şaşırtıcı gelen insan hakları savunucusu, “bütünleşme ve birleşme” hareketlerinin örnek öncüsü Avrupa’nın dibinde uzun yıllardır devam eden bu istikrarsızlığa bir nevi sessiz kalınması ve doğrudan yahut dolaylı olarak bu istikrarsızlığın körüklenmesi. Bosna Savaşı’ndan sonra özellikle Amerika tarafından dayatılan Dayton Anlaşması ile bölgede yaşanan istikrarsızlık farklı bir boyuta yönelmiştir. Zira Dayton ile mevcut sorunlar halı altına süpürülmüş ve devamlılığı sağlayacak çözümler üretilmemiştir. Bugün bölgedeki var olan ve giderek artan istikrarsızlığın arkasında birçok sebep yatmaktadır.

Dayton Anlaşması yanılgısı

Bosna Savaşı sonrası imzalanan bu anlaşma her ne kadar savaşı fiili olarak sonlandırmış olsa da problemin temeline inilmediği için süreklilik arz eden bir çözüm getirmemiştir. Evet, her ne kadar bu anlaşma Balkan coğrafyasında belirli ülkeleri ilgilendiriyor olsa da taşıdığı anlam bakımından diğer bölge ülkelerini de etkilemektedir. Anlaşma kapsayıcı ve bölgedeki yayılmacılığı engelleyici olmamıştır. Ki ilerleyen yıllarda bölgede patlak veren (ne gariptir ki yine yayılmacı politikalar ve etnik çatışmalar etkili) Kosova krizi, bu anlaşmanın ne kadar “başarılı” olduğunu göstermiştir.

Öte yandan anlaşma sonrasına bir eşitlik ortaya çıkmamıştır. Zira anlaşma sonrasında bölgede Bosna Hersek olarak varlığını devam ettiren devlet, karmaşık siyasi yapısı, yavaş ilerleyen bürokrasisi ve politik sistemi ile tam kapasite bir devlet olmaktan çok uzaktır. Bu da bölgede var olan devletlerarası eşitsizliği daha da körüklemiştir. Ekonomik olarak da hissedilen bu eşitsizlik, diğer bölge ülkelerini de etkilemektedir. Zira “biri yer biri bakar…” ifadesinin de bize gösterdiği gibi, bölgede belirli ülkelerin refah seviyesi artarken diğerlerine tam tersine bir gidiş vardır. Her ne kadar Bosna Hersek özelinde siyasi yapıyı tartışmak bu yazının konusu olmasa da Bosna’daki üç koltuklu ve Yüksek Temsilcili yönetim sistemi bölgenin nasıl bir deneme tahtası haline geldiğinin göstergesidir. Dayton’un geleceği daha detaylı bir çalışmanın konusudur, ancak Dayton’un ömrü çok da uzun sürmeyecek bir yanılgı olduğunu söylemek mümkündür.

Artan yolsuzluk ve sistemik yarış

Yukarıda da ifade edildiği üzere Yugoslavya’nın dağılmasından sonra bölge istikrarlı bir hale gelememiştir. Kanlı iç savaş, etnik ve dini çatışmalar bunun başlıca sebebi, ancak bölgede artan yolsuzluklar, kolay yoldan para kazanma yarışı ve diğer ülkelerin (Rusya ve Çin) bölgedeki sistemik yarışı bölgeyi daha da istikrarsızlaştırmaktadır. Çin’in bölgede giriştiği ticari faaliyetler, özellikle Sırbistan ve Hırvatistan üzerinden, her ne kadar bölgenin istikrarına katkı olarak algılansa da Çin’in ülkedeki var olan yolsuzlukları kendi lehine kullanıp angajmanda bulunmasıyla istikrarsızlık farklı bir boyuta ulaşmaktadır. Ayrıca, Çin’in Sırbistan ve Hırvatistan haricinde nispeten ekonomik anlamda güçsüz diğer bölge ülkelerine borç sağlayarak ticari girişimlerde bulunması, bölge ülkelerinin ekonomilerini daha da bağımlı hale getirmekte ve devletleri borç batağına sürüklemektedir. Son zamanlarda Çin, Belgrad üzerinde uyguladığı aşı diplomasisi ile bölgedeki yumuşak gücünü artırmaya çalışmıştır. Çin’in Balkanlar’daki faaliyetleri ile ilgili detaylı diğer bir yazıya buradan ulaşabilirsiniz.

Rusya’nın ise bölgede, özellikle kadim dostu Sırbistan üzerinden, milliyetçilik söylemleri ile gerçekleştirdiği dezenformasyon ve propaganda faaliyetleri ile bölgedeki istikrarsızlığı körüklemektedir. Bu hareketiyle bölgedeki varlığını ve otoritesini pekiştirmeye çalışmaktadır. Özellikle yakın zamanda Karadağ’daki darbe girişiminin arkasında Rusya’nın olduğu iddiaları ve açık bir şekilde Kuzey Makedonya’nın politikalarına karışması, diğer yandan Sırbistan’a tank bağışında bulunması ve Bosna Hersek’e NATO’ya katılmaması için baskı uygulaması bölgedeki faaliyetlerini açıklar niteliktedir.

Yıllar süren serüvenler: Avrupa Birliği (AB) ve NATO

Öte yandan bölge ülkelerinin AB ile bütünleşmesinin tam olarak sağlanamaması işin başka bir boyutunu oluşturmaktadır. Yıllardır bölge halklarının barışın ve istikrarın merkezi olarak gördükleri AB’ye katılma hayalleri, Birlik tarafından öne sürülen samimiyetten uzak sebepler dolayısıyla suya düşmüştür. Özellikle bölge ülkelerinin “eski etnik nefretlere” batmış ülkeler olarak algılanması bunun en önemli sebeplerindendir. Her ne kadar 2013 yılında Hırvatistan Birlik üyesi olmuş olsa da diğer bölge ülkelerinin AB ile entegrasyonlarının sağlanması elzemdir. Zira yukarıda da ifade edildiği üzere bölgede giderek artan Çin ve Rusya etkisi, ileride bölgede doğacak jeopolitik ve stratejik çatışmalara gebedir. Her ne kadar yakın zamanda Karadağ’ın NATO’ya katılımı sağlanmış olsa da diğer bölge ülkelerinin de NATO ile işbirliği sağlanarak bölgedeki transatlantik etki artırılmalıdır. Salgın döneminde bölgeye yeterli desteğin sağlanamaması yahut sağlanmaması, endişe vericidir. Ayrıca, geçtiğimiz günlerde Slovenya tarafından “non-paper” , yani Balkanlar’da sınırların revize edilmesini öngören belgenin ortaya atılması, AB ve NATO’nun bölgeye yönelik politikalarını tekrar gözden geçirmesi gerektiğini gözler önüne sermiştir.

Gerçek sebep etnik ve dini anlaşmazlıklar mı?

Bölgede yaşanan bu bitmek bilmeyen istikrarsızlık dönemi, akıllara şu soruyu da getirmektedir: İstikrarsızlık yahut bölge ülkelerinin anlaşmazlıkları sadece etnik ve dini sebeplere mi dayanıyor? Evet, en büyük sebeplerinden birisi bu olsa da sadece bu değil. Yugoslavya’nın dağılması sırasında ortay çıkan çetelerin (ki bunların arasında Müslüman çeteler de var) bölgedeki çatışmalar öncesinde ve sırasında bölge halklarını yağmalayarak insanlardan çaldıklarını Sırp askerilerine satmışlardır. Bu sattıklarının arasında yiyecek, sağlık malzemeleri ve en önemlisi silah vardır. Ancak burada şu nokta önemli, bunları satan insanlar zenginleşmişlerdir ve savaş sonrasında toplumda yeni bir zengin kesim oluşmuştur. Bu da şu anlama gelmektedir; biri zengin olurken öteki fakirleşmiştir, biri katledilirken diğeri yaşamına devam etmiştir. Bugün bu yeni oluşan kesime bölge halklarının çoğunluğunda nefret duyulmaktadır. Hatta bazı köylüler (özellikle Bosna Hersek’teki) bu insanları Sırplar kadar sevmediklerini iletmişlerdir ve nefret ettikleri bu insanlar arasında Müslümanlar da vardır. Yani işin arkasında sadece etnik çatışma yoktur, evet en büyük sebebi oluşturmaktadır fakat ekonomik istikrarsızlık insanları farklı bir boyutta yaşanan nefrete sürüklemektedir. Bu da bölgedeki istikrarsızlığa katkı sağlamaktadır.

Türkiye’nin güncel Balkan politikası üzerine

Türkiye’nin bu noktadaki pozisyonuna değinmek gerekirse Türkiye, daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz üzere, bölgede aktif kamu diplomasisi yürütmekte ve yumuşak gücünü pekiştirmektedir. Bunu yaparken pek çok farklı kurumu aktif olarak kullanmaktadır. Bölge ile tarihi, coğrafi ve insani faktörler üzerinden bağları bulunan Türkiye Ancak bu faaliyetlerin sadece Müslüman halka yönelik yapılması bölgede yeni tartışmalara yol açabilir yahut donuk problemleri açığa çıkarabilir. Özellikle bölgedeki camilerin onarılması ve diğer benzer faaliyetler sebebiyle bazı bölge ülkelerinden “neo-Osmanlıcılık” eleştirileri yöneltilmiştir. Bu bağlamda Türkiye, oluşturmuş olduğu yumuşak gücünü pekiştirirken bölge halkının her kesimine ulaşma yolunda politikalar benimsemelidir. Özellikle THY’nin bölgedeki aktifliği ve son günlerde bölgeye yönelik yürütülen aşı diplomasisi ve “korona diplomasisi” ile (bu ifade salgın sürecinde diğer ülkelere yapılan yardımları ve buna yönelik geliştirilen ilişkileri ifade etmek için kullanılmıştır) bölgenin istikrarına katkıda bulunmaktadır.

Özellikle 2009 sonrası dönemde Türk dış politikasında bölgeye yönelik öneli kazanımlar elde edilmiştir. Bosna Hersek, Hırvatistan, Sırbistan ve Türkiye arasında kurulan Üçlü Diyalog Mekanizmaları bölgenin istikrarına katkı sağlamaktadır. 2018 yılında Cumhurbaşkanları seviyesinde Sırbistan’a Türkiye’nin gerçekleştirdiği ziyaret sırasında, Sırbistan’ın Türk yetkilileri göze çarpan bir ilgiyle karşılaması bunun somut örneğidir. Aynı şekilde Kosova’ya ve K. Makedonya’ya yaşadıkları problemlerde verilen destek göze çarpmaktadır. Lakin kazanımlar olsa da Türk dış politikasının Balkanlar’da nasıl algılandığı ve özelde Türkiye’nin bölgedeki faaliyetlerinin nasıl değerlendirildiği önem taşıyor. Bölge medyası, yayınlanan makaleler ve araştırma yazıları incelendiğinde bölgede iki farklı Türk algısı olduğu ortaya çıkmaktadır. Erhan Türbedar’ın aktarmasına göre “yükselen Türkiye” ve “neo-Osmanlıcılık” algısı hâkimdir. “Yükselen Türkiye” bağlamında, özellikle son dönemde bölgede Türk dizilerine karşı artan ilgi, Türk iş adamlarının bölgedeki faaliyetleri ve yapılan yatırımlar bölgedeki Türkiye imajını şekillendirmektedir. Öte yandan “neo-Osmanlıcılık” bağlamında, yukarıda da ifade edildiği üzere, Türkiye’nin bölgeye yönelik birçok politikası, bölgede tarihten kaynaklanan ön yargılar dolayısıyla eleştiriler toplamıştır. Özellikle Müslüman halka yönelik yapılan kamu diplomasisi çalışmaları bu eleştirilerde etkili olmuştur. Ayrıca bölge ülkelerinde okutulan tarih kitaplarını incelemekte fayda var. Bu kitaplarda Türkler düşman olarak aktarılmaktadır. Aynı şekilde bölge medyasının bu yönde haberler yapması geniş yankı bulmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirilince “Türkiye’nin gizli planlarının” olduğu iddiası ortaya atılmaktadır.

Peki, Türkiye Batı ile Doğu arasında bir koridor görevi gören bu bölgeye yönelik politikalarında nasıl bir yol izlemeli? Türkiye’nin tıpkı 1934’deki gibi bir Balkan Antantı yahut 1953’deki Balkan Paktı gibi bir uygulamaya girişmesi mümkün mü? Öncelikle şunu belirtmekte fayda var; Türkiye’nin bölgedeki varlığı bölge dışı aktörleri rahatsız etmektedir. Bazı AB ülkelerinin bölgede etkisi artan Türkiye’yi istememeleri bunda etkilidir. Ayrıca “neo-Osmanlıcılık” iddialarını da bu aktörlerin daha da alevlendirdikleri çıkarımında bulunabiliriz. Balkanlar’da Türkiye’nin varlığını en çok isteyen kesim Müslüman kesim, bu kesim Türkiye’nin faaliyetlerini memnuniyetle karşılarken bunun dışında kalan ve bir nebze AB yanlısı olan kesim ise Türkiye’den AB ile eşgüdüm içerisine hareket etmesini bekliyor. Yani Türkiye, bölgeye yönelik politikalarında Brüksel ile eşgüdüm içerisinde olduğu sürece daha etkili olabilir düşüncesi ortaya çıkıyor. Zira Brüksel’in ve Ankara’nın bölgede rekabet içerisine girmesi pek yararlı sonuçlar doğurmayacaktır. Her ne kadar bölge halkının bazı kesimleri AB üyelik perspektifine olumlu yaklaşmasa da bölge genelinde barışın ve refahın yolunun AB’den geçtiği düşüncesi hâkim. Dolayısıyla bölge ülkelerinde, özellikle Batı Balkan ülkelerinde, AB’ye üyelik stratejik bir hedef niteliğindedir. Aynı şekilde bölge ülkelerinin NATO’ya dâhil edilmesi de söz konusu. Bu bağlamda, İlhan Uzgel’in de ifade ettiği gibi bölge devletlerinin önceliklerinin AB ve NATO gibi oluşumlara dâhil olması olunca Türkiye’ye de bölge siyasetinde pek fazla seçenek mevcut değil. Bu çerçevede Türkiye’nin bölge ülkelerinin NATO’ya ve AB’ye dâhil edilmesi süreçlerini desteklemesi bölgeye etki bağlamında önemli bir dış politika aracıdır. Buna ek olarak Türkiye, her fırsatta bölgenin transatlantikle olan bağlarının güçlendirilmesi vurgusunu yapmaktadır. Ayrıca Türkiye ile neredeyse tam üyelik müzakerelerine aynı zamanda başlayan Hırvatistan’ın 2013 yılında AB’ye dâhil edilmesi ve AB’nin bölge ülkelerine daha olumlu yaklaşarak üye perspektifi bakması ve serbest dolaşım hakkı vermesi Türkiye’nin hareket alanını sınırlandırmaktadır. Bu yüzdendir ki Türkiye’nin bölge ülkeleri ile başarılı siyasi bir birlik yahut pakt oluşturması pek de mümkün görünmüyor. Ayrıca bölge halkı Türkiye’nin bölgedeki siyasi varlığından ziyade ekonomik varlığını daha çok tercih ediyor. Bu çerçevede Türkiye’nin var olan ekonomik yatırımlarını bölge ülkeleri ile işbirliği içerisine girerek artırması ve bölge ülkeleri ile kuracağı çok taraflı mekanizmalar yoluyla bölgedeki varlığını daha da konsolide edebilir. Bu bağlamda Türkiye bölgede var olan farklı sektörleri kapsayan birçok bölgesel işbirliği platformlarında proaktif bir politika izlemektedir. Bunlara örnek olarak Güneydoğu Avrupa İşbirliği Süreci, Bölgesel İşbirliği Konseyi (RCC), Güvenlik İşbirliği Merkezi (RACVIAC) gibi mekanizmalar verilebilir. Özetle; Türkiye’nin bölgedeki varlığını aktif bir şekilde koruması için bölge ekonomisine ve demokrasisine katkı sağlayacak politikalar takip etmesi önemlidir. Bu yapılırken bölgenin sadece belirli kesimine değil, tüm kesimlere hitap etmelidir. Buna ek olarak ekonomik ilişkiler bölgenin belirli ülkeleri ile sınırlandırılmamalı, bölge ülkelerinin tümünü kapsayacak şekilde ilerlemelidir. Diğer bir ifadeyle, bölgeye yaklaşırken kapsayıcı ekonomik ve siyasi kurumların, mekanizmaların önemi vurgulanarak yaklaşılmalı. Bu çerçevede bölge ülkeleri ile bir gümrük birliği kurulması fikri ön plana çıkabilir fakat Yugoslavya’dan türeyen devletler arasında ve diğer bölge devletler arasında var olan çıkmazlar unutulmamalıdır. Ayrıca Türkiye’nin AB ile gerçekleştirdiği Gümrük Birliği, AB’nin Ortak Ticaret Politikalarına uyum sağlama gibi yükümlülükler içermektedir. Bu çerçevede çeşitli Balkan ülkeleri ile imzalanan Serbest Ticaret Anlaşmaları imzalanmıştır. Bu anlaşmalar çerçevesinde bölge ülkeleri ile olan dış ticarette gözle görülür bir artış gözlemlenmiştir. Bu örnekte olduğu gibi, bu tarz girişimler bölge ülkelerinin kalkınmasında önemli rol oynamaktadır. Zaten bölge ülkelerinin öncelikli istekleri de budur.

Sonuç yerine

Bölge giderek istikrarsızlaşmaktadır, bunu Karadağ’da yaşanan Sırp Ortodoks Kilisesi krizinde, Kuzey Makedonya’da yaşanan sıkıntılarda, Kosova ile Sırbistan arasında yaşanan sorunlarda, Bosna Hersek’teki örtülü şekilde devam eden ve giderek artan nefrette görüyoruz. Ve tüm bunların üstüne AB’nin bölgeye kayıtsız kalması ve bu boşluğu Çin ve Rusya gibi ülkelerin doldurmasına sebep olmaktadır. Fakat bu sorunlar ve bölgedeki istikrarsızlık üstesinden gelinemeyecek bir sınama değildir. Bölgenin yeni bir “Orta Doğu” haline gelmemesi için AB, NATO bölgedeki politikalarını gözden geçirerek yeni adımlar atmak durumundadır. Geçtiğimiz günlerde ABD Başkanı Joe Biden’ın Batı Balkanlar’daki durumu istikrarsızlaştıran siyasetçilere yönelik yaptırımların süresini uzatması iyi bir işaret ancak yeterli değil. AB’nin bölge ülkelerinin entegrasyonuna yönelik gündemini gözden geçirerek tekrar rayına sokmasında fayda var.

Türkiye’nin ise yukarıda da ifade edildiği gibi bölge ülkelerinin tümünü kapsayıcı politikalar üretmesi bölgedeki varlığı için önemlidir. Ayrıca bölgenin siyasi sorunlarının geneline inmeden spesifik sorunlara işbirliği mekanizmalarının elverdiği müddetçe çözümler üretmesi ve bölge ülkeleri ile ekonomik ve kurumsal bazda işbirliklerine devam etmesi Türkiye’nin bölgedeki varlığı ve algılanışı anlamında yararlı olacaktır. Bununla beraber bölgenin AB ile bütünleşmesi ve bölge ülkelerinin NATO’ya dâhil edilmesi konusunda verilen destek devam ettirilmelidir.

 

Kaynakça

https://www.politico.eu/article/uk-eu-nationalism-balkans-eastern-europe/

https://balkans.aljazeera.net/opinions/2021/6/9/kinesko-disciplinovanje-srbije-od-trenerke-do-uniforme

https://www.ft.com/content/38ed124c-7049-4412-a0d1-51cbd3f7253a?shareType=nongift

https://www.ned.org/wp-content/uploads/2019/05/Pushing-on-an-Open-Door-Foreign-Authoritarian-Influence-in-the-Western-Balkans-Kurt-Bassuener-May-2019.pdf

http://pdc.ceu.hu/archive/00003865/01/Root_Causes_of_Instability.pdf

https://www.jstor.org/stable/pdf/2538907.pdf

Uzgel, İlhan, "Balkanlarla İlişkiler, Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler. Yorumlar, Cilt III (2001-2012), 4. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2020, s. 690-707.

Türbedar, Erhan, “Türk Dış Politikasında Balkanlar”, Yalçın Sarıkaya (der.), 2023’e Doğru Küresel ve Bölgesel Gelişmeler Karşısında Türk Dış Politikası, 1. Baskı, TASAV, Ankara, 2020, s. 51-99.