Kalkınmacı Devlet Modeli: Üçüncü bir yol mümkün!

Yazan  30 Mart 2023

Nasıl ki siyasette ölüm gösterilip sıtmaya razı ediyorsalar, ekonomide de sosyalizm gösterilip neo-liberal politikaları razı ediliyoruz. Devletçilik, Devlet Kapitalizmi, Plânlı Kalkınma Modeli gibi pek çok adlandırmaya sahip olsa da ben Kalkınmacı Devlet Modeli'ni tercih ettim. İşte bu yazı dizisinde üçüncü bir ekonomik yol olarak Kalkınmacı Devlet Modeli'nden bahsedeceğiz.

İngiltere, 16. yüzyıl sonrasında daima nevi şahsına münhasır bir devlet olmuş. Kıta Avrupa'sından Manş deniziyle ayrılan bir ada devleti olarak rakip devletlerden kendisini görece izole bırakması onun için önemli bir avantaj oluşturmuş, bu izolasyon sayesinde kendisine has kurumlar geliştirmeyi başarabilmiştir. Nüfusu, madenleri ve tarımsal arazisi göz önüne alındığında kendi kendine pek de yeterli olması mümkün olmadığı için mecburen denizciliğe önem vermiş, bu da erken tarihlerden itibaren İngiltere'yi denizaşırı ticaretle haşır neşir olmak zorunda bırakmıştır. İlk bakışta bir dezavantaj olarak görülebilecek olan bu durum esasen İngiltere'yi ticarette başarılı ve denizcilik faaliyetleri bakımından yaratıcı ve güçlü olmaya teşvik etmiştir. Kıta Avrupa'sındaki güçlü rakipleriyle uzun süren savaşlarını finanse edebilmek adına merkezinde dolaylı vergilerin olduğu bugünkü modern malî düzeni icat etmek zorunda kalmış ve bu sisteme uygun olarak verimli bir maliye bürokrasisi kurmuştur. Aylık alınan sabit maaş, emekli maaşı, kurum çalışanının vefatı sonrası ailesinin geçimi için bağlanan nafaka, liyakat esasına dayalı piramit biçimindeki yükselme imkanı, kıdem tenzili ve cezaları bu malî sistemin birer ürünüdür. Yine aynı şekilde savaşların finansmanı için güçlü ekonomik aktörlere mutlak monarşi tarafından siyasal tavizler verilmesiyle modern parlamenter demokrasinin de tohumları atılmıştır. Buharlı makinenin icadı, navlun maliyetlerinin düşürülmesi için her yana demiryollarının inşa edilmesi, hızlı ve kaliteli tekstil ürünlerinin üretildiği fabrikaların icadıyla maliyetlerin düşürülmesi ve ticari gemilerle dünyanın dört bir yanına bu ürünlerin gönderilebilmesi, özetle sanayi devriminin doğum yeri de İngiltere olmuştur. Aynı ülkenin iktisadi, siyasi ve askeri başarılarını daimi kılmak için Amerika, Afrika, Avustralya ve Asya kıtasında pek çok bölgenin doğal kaynaklarını sömürdüğünü, oranın insanlarını ucuz işgücü ve de kendi ürünlerine potansiyel müşteri olarak kullandığını da unutmamak gerekir.

Her ne kadar yukarıda bahsedilen ve dünya tarihinin şekillenmesinde önemli dönüm noktaları hâline gelen konularda ilk olma şerefi İngiltere'ye nail olsa da kıta Avrupa'sındaki rakipleri Fransa ve Almanya'nın da süreç içerisinde İngiltere'den geri kalmadığını, faydalı tüm bilgi ve teknolojileri taklit ettiğini, kavram ve kurumları ise kendi sistemlerine adapte ettiklerini görüyoruz. Daha sonra yine kendisini kıta Avrupa'sından izole bırakan ABD'nin, Meiji restorasyonu sonrası Japonya'nın da bu süreçleri yaşadığını görmekteyiz. Beklenilenin aksine kaleme almış olduğum bu deneme, mirasçısı olduğumuz Osmanlı'nın niçin bunları taklit veya adapte etmekte başarısız olduğu sorusunun cevabını aramıyor. Hatta Osmanlı'da bu tarz girişimlerin olduğu fakat haklı birtakım gerekçelerle gerçekleştirilemediğini ifade etmek isterim. Belki bu mesele ilerleyen süreçte bir başka makalemizin konusu olabilir. Bu yazıda ise bilakis Türkiye'de niçin bu ilerleme sürecinin yetersiz olduğu sorgulanmaktadır.

Adam Smith'in, Ulusların Zenginliği isimli eserini milat olarak kabul edersek liberal kapitalizm de 18. yüzyılın son çeyreğinde İngiltere'de doğmuş ve serpilmiştir. Liberal kapitalizm, kabaca, emek ve sermaye başta olmak üzere bütün üretim faktörlerinin serbestçe hareket etmesiyle bireylerin ve de ülkelerin servetlerinin yükseleceğini ifade etmektedir. Evet, ideal bir dünyada bu mümkün olabilir. Fakat her ne kadar ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi iktisaden kalkınmış ülkelerde neo-liberal politikalar yüksek sesle savunuluyorsa da adı geçen bu ülkeler bugünkü iktisadi düzeylerine ulaşana kadar büyük oranda liberal kapitalizmin varsayımlarını ihlal eden politikalar uygulayarak ekonomik güçlerinin zirvesine ulaşmışlardır. Mesela yine İngiltere'yi ele alacak olursak 16. yüzyıl sonrasında patent hakları ve imtiyazlar verilerek (satılarak) tekeller oluşturulmuş, böylece büyük yatırımlar yapabilecek kapasiteye sahip düzeyde sermaye birikiminin önü açılmıştır. Hatta, nitelikli işgücünün Fransa ve Almanya gibi ülkelere göç etmesini engellemek adına sert tedbirler getirilerek emek mobilitesi sınırlandırılmıştır. Bu ülkelerden hiçbirisi başarısını serbest piyasa kurallarının motamot uygulanmasına borçlu değildir. Aralarında, "İngiltere'de tekstil ürünleri ucuz, veya Almanya'da otomobil ucuz, dolayısıyla bizim bunları yüksek maliyetle üretmemize gerek yok" diyen olmamıştır. Daha yüksek maliyetlerle, belki de daha verimsiz üretmek pahasına kendi millî üretimlerini teşvik etmişler ve nihayetinde bu ürünleri selefleriyle rekabet edebilecek bir konuma getirmeyi başarmışlardır. Nitekim, diğer ülkelerin gıpta ile izlediği büyük refah devletleri olabilmelerinin sırrı da burada yatmaktadır. Elbette bunlar üç beş yılda elde edilen başarılar olmamıştır. Uzun yıllar boyunca önemli gördükleri sektörlere yatırımlar yapmışlar, devlet kurumlarında ya da özel sektörde olması fark etmeksizin bu ürünleri geliştirebilecek ve de üretebilecek kapasitede firmalar oluşturulabilmesi için sermaye birikimini teşvik etmişler, tabii ki, bunu sağlamak için de işgücü ücretlerini mümkün olduğunca düşük seviyede tutmuşlardır. Yani bugün vatandaşları refah içinde yaşadığı için öykündüğünüz devletler bugünlere erişebilsin diye milyonlarca işçi, köylü, vatandaş kendi yaşam koşullarından feragat etmiş, büyük fedakarlıklar göstermiştir. Hiçbir başarı rastgele veya sebepsiz değildir. Belki bireyler şanslarıyla, tanıdıklarıyla, fesat ve yolsuzlukla zenginleşebilirler. Fakat hiçbir ülke bir başka ülkeye ihale vererek onu zengin ve ihya etmez. Aksine kendi zenginliği ve refahını sürdürebilmek için başka ülkelerin sınıf atlamasını engellemek ister. Güney Koreli iktisatçı Prof. Ha-Joon Chang bu durumu "merdiveni itmek" olarak adlandırıyor. Yani merdiveni tırmanarak zirveye çıkan ülkelerin, arkalarından gelen başka ülkelerin de o zirveye ulaşamaması için merdiveni ittiğini ifade eden anlaşılır bir metaforla durumu izah ediyor. Peki bu merdiveni nasıl itiyorlar? Elbette Neo-klasik iktisat teorilerini dayatarak! Bilhassa 70'li ve 80'li yıllarda iktisadi bunalımlarla mücadele eden ve ithal ikameci yaklaşımı benimseyen üçüncü dünya ülkelerinin IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar aracılığıyla nasıl da bu politikalardan uzaklaştırıldıklarını hatırlayınız.

Elbette yıllar içerisinde ekonomik refahımız iyileşiyor. Fakat kalkınmış ülkelerle aramızdaki makas daralmıyor. İşte merdiveni itmenin mantığı da zaten burada yatıyor. Fakat dünya ekonomisi hiçbir zaman istikrarlı ve düz bir yörünge çizmedi. Daima bir genişliyor, bir daralıyor. Genişlediği zamanlarda küreselleşme taraftarları ateşli bir şekilde Neo-klasik teorilerin propagandasını yapıyor. Eğer gerçekten kalkınmış bir ülke olsaydık biz de bu politikaları savunurduk. Neticede işin ucunda katma değeri yüksek, teknolojik ürünler satıp karşılığında domates ve buğday almak var. Yalnızca birkaç teknolojik ürün satarak binlerce ve belki de milyonlarca insanın günlük yemek tüketimini veya giyimini karşılayacak bir dış ticareti kim savunmaz! Talihliyiz ki dünya ekonomisi kimi zamanlarda tüm dünyayı etkileyecek şekilde daralıyor. Talihliyiz diyorum, çünkü bu zamanlar bizler için bazı fırsatlar doğuruyor. Mesela 1860'larda başlayıp etkisini 1890'lara kadar sürdüren iktisadi kriz süresinde Almanya hem ulusal birliğini sağlamış, hem de İngiltere'ye rakip bir iktisadi güç olarak doğmuştur. 1929 yılında Londra ve New York borsalarında başlayarak bütün dünyayı etkisi altına alan Büyük Buhran neticesinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yeni kurulmuş bir ülke olarak; yabancı devletlerin pek de baskısına maruz kalmadan iktisadi kalkınması için ciddi atılımlarda bulunmuştur. 1970'ler ve 90'larda da tüm dünyayı veya önemli bir kısmını etkisi altına alan krizler oluşmuştur. En yakından hatırladığımız kriz ise ABD'de patlak veren 2008 Mortgate krizidir. 1960'larda iktisadi atılımlara başlayan Çin de bu krizleri birer fırsata çevirmiş ve en son geçtiğimiz yıllarda sosyal ve iktisadi hayatlarımızı esareti altına alan Covid 19 pandemisiyle beraber başlayan yeni bir iktisadi daralma evresinde Çin, dünyanın ABD'den sonra gelen en büyük ekonomisi olmayı başarmıştır. Öyle ki 5-10 sene önce kendisinden bahsettirmeyen, hatta ürettiği ürünleri küçümsediğimiz Çin'in, birkaç sene sonra ABD'yi de geçerek dünyanın yeni lideri olacağından bahsediliyor. Hatta bu nedenle ABD ve Çin arasında bir savaş patlama ihtimali bile konuşuluyor. Mevcut konjonktürel bunalım birkaç sene daha etkisini gösterecek gibi duruyor. Eskiden Türkiye nasıl düzelir ekseninde sohbetler edilse sonucu "o tren çoktan kalktı" diye bağlanırdı. Fakat sizlere o trenin kalkmamış olabileceğini, önümüzde bir fırsatlar zinciri olabileceğini ifade etmeye çalışmaktayım.

1929 Buhranı sonrası Türkiye Cumhuriyeti'nin elinin daha rahat olduğunu ve bu sürecin ülkemizin iktisadi kalkınmasında önemli bir avantaj olduğundan yukarıda bahsetmiştim. Çünkü büyük devletler I. Dünya Savaşı'nın yıkıcı etkilerinden arınmaya çalıştıkları bir dönemde çıkmıştı bu kriz ve de II. Dünya Savaşı'na giden süreçte ABD, Almanya ve SSCB gibi yükselen rakipler, savaşın galibi olan İtilaf devletlerini endişelendirmekteydi. Bugün de içerisinde bulunduğumuz iktisadi süreçte küreselleşmecilerin seslerinin kısıldığını görüyoruz. Hatta ABD'de bile Trump gibi korumacı/ulusalcı çizgide iktisadi politikaları savunan bir başkanın seçildiğini gördük. Bir taraftan AB ülkeleri kendilerini ABD'nin hegemonyasından sıyırmaya çalışırken, diğer taraftan Rusya'nın ve özellikle Çin'in bağımsız birer aktör olarak siyaset sahnesine ağırlıklarını koymaya çalıştıklarını görüyoruz. Yani bir asır öncesi gibi bir iktisadi durgunluk ve siyasal çok-başlılık mevcut. Ülkemizin yeni bir iktisadi atılıma girişmesi için oldukça elverişli bir ortam.

Fakat ilginç bir şekilde geleneksel medyayı, ana-akım siyasi partileri ve de oy oranları düşük olmasına rağmen medya suretiyle bizlere dayatılan siyasetçileri takip ettiğiniz taktirde, konjontür değişmiş olmasına rağmen ısrarla neo-klasik teorilerin savunulduğunu görüyoruz. Son birkaç yılda, özellikle merkezinde Daron Acemoğlu'nun bulunduğu yeni kurumsal iktisatçı (aslında neo-klasik ekolün bir dalıdır) ekolün ekonomik kalkınmanın ön şartı olarak hukuka vurgu yaptıklarını görüyoruz. Anlaşılmaz bir şekilde bu vurgu, hapiste bulunan birkaç kişinin üzerinde yoğunlaşıyor. Sanki bu isimler suçlu veya suçsuz olmalarından bağımsız olarak tahliye edilirlerse yurtdışından ucuz kredi muslukları açılacak, ülkemize yabancı yatırım yağacak ve de büyüme oranlarımız katlanarak artacakmış gibi bir noktaya getiriliyor. Elbette hukukun, bilhassa mülkiyet haklarının iktisadi kalkınma üzerine önemli birtakım etkileri olması mümkündür. Fakat, hangi hukuk? Eğer bir bütün olarak hukuk yabancı yatırım için şart olsaydı, onlarca yıl boyunca bütün yabancı yatırımlar Çin gibi bir ülkeye akmazdı. Bir uluslararası hukukçu olmasam da Çin hukukunun bütün yatırımcıları cezbedecek kadar  muazzam bir hukuk sistemi olduğunu zannetmiyorum. Çünkü para, hangi gazetecinin veya siyasetçinin hapse girdiğiyle ilgilenmez. Para, azamî kâr düzeyiyle ve de kendi güvenliğiyle ilgilenir. Yani siz yabancı yatırımcının doğrudan veya dolaylı yatırımına el koymayacağınızı, onları dolandırmayacağınızı, ticarî anlaşmazlıklarla ilgili davalarda adil davranacağınızı garanti ederseniz hiçbir tüzel veya özel kişilik ülkenize yatırım yapmakta bir beis görmeyecektir.

Özetle, iktisadi kalkınma, merdiveni itenlerin ve de onlardan aferin bekleyen yerli işbirlikçilerin tekrar ettiği gibi gerçekleşmeyecektir. Aksine, dünya ekonomisinde ilk on ülke arasına girebilmek için katma değeri yüksek teknoloji ürünleri üretebiliyor ve de bunu ihraç edebiliyor olmanız gerekmektedir. Bunu başarmak birkaç ay, birkaç sene sürmeyecek; uzun soluklu ve istikrarlı bir plânın taviz verilmeden yürütülmesiyle mümkün olacaktır. Malumunuz mevcut ekonomik durumumuz pek parlak değil; TL'nin döviz karşısındaki değeri, enflasyon ve ücretler göz önüne alındığında işgücümüzün maddi karşılığının dünya ortalamasına göre oldukça ucuz olduğunu görüyoruz. Bu pekala göründüğü kadar kötü bir durum olmayabilir. Mevcut krizi fırsata çevirerek yeni bir iktisadi atılıma girişebiliriz. Çin, 1960'lı yıllardan itibaren işgücü ücretlerinin düşük olmasını bir avantaj olarak kullanıp, yabancı yatırım çekerek dünyanın fabrikası hâline dönüşmüş; bu sayede hem kendi yapacağı yatırımlar için sermaye birikimi sağlamış hem de "yaparak öğrenme" modeliyle ülkesine gelen yatırımların sahip olduğu teknolojiyi kopyalama imkanına sahip olmuştur. Mevcut nesillerin feragati, gelecek nesillerin övünç kaynağı olacaktır. Biz "aferin"i Batılı medeniyetlerden değil, Türkiye Cumhuriyeti'nin gelecek kuşaklarından beklemeliyiz.

Ali Can Kazak

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display