Türkiye'de son yıllardaki açılım politikalar çerçevesinde en çok kullanılan kelimeler herhalde "barış" ve "demokrasi" kelimeleriyle birlikte "çözüm" ve "süreç" olmuştur. 2013 yılının ilk günlerinde AKP'nin İmralı'daki hükümlü teröristbaşıyla görüştüğü resmen açıklanarak müzakerelere başlanacağını işaret eden süreç önce "İmralı", bilahare "barış" ve sonrasında "çözüm" süreci olarak anılmaya başlanmıştır. İçeriğinin ne olduğu kamuoyu tarafından henüz bilinmeyen çözüm sürecinde ikinci yıl tamamlanmışken geçen iki yılda yaşananlar sürecin başarılı olmadığını ve de olamayacağını göstermektedir. Bu çalışmada çözüm sürecinin neden başarılı olamayacağı ve sorunları çözemeyeceği incelenmiştir. İşte bu incelemenin sonuçları:
- Süreçte çözülecek sorunun ortak tanımı yapılamadı, adı konamadı.
Türkiye'yi çözüm sürecine getiren sorun konuşulurken en tepedeki Cumhurbaşkanından sokaktaki vatandaşına, akademisyenden gazetecisine kadar herkes tarafından en sık kullanılan ifade şu olmuştur: Adına ne derseniz deyin ister Kürt sorunu, ister terör sorunu ister güneydoğu sorunu ister kimlik sorunu, ister demokrasi sorunu... Birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Erdoğan "Kürt sorunu falan yok" dedi hemen "öyleyse çözüm süreci niye var" eleştirileri geldi. Böylece hem Cumhurbaşkanı ve AKP'nin kafasındaki sorun tanımı ile masada karşılarında oturanların kafasındaki sorun tanımı hem de diğer muhalefet partilerinin ve sokaktaki vatandaşın kafasındaki tanımların birbirinden çok farklı olduğu bir kez daha teyit edilmiş oldu.
Türkiye yaşadığı bu sorunun adında mutabık kalıp sorunu tam olarak tanımlayamadığı için çözüm de üretememektedir. Aslında bugün yaşanan kargaşa ve bölünmenin altında da sorunu çözme iddiasında olanların farklı tanımlamaları ve algılamaları yatmaktadır. Örneğin,içeriği bilinmemesine rağmen popülist bir söylemleKürt sorunu olarak adlandırılan sorunu çözmek için başlatılan çözüm sürecine yasal dayanak oluşturmak için Haziran 2014'te çıkarılan kanunun adı “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun” olarak belirlenmiş. Bu adı duyduğunuzda aklınıza çözüm süreci veya Kürt sorunu veya demokrasi sorunu veya güneydoğu sorunu geliyor mu? Tabi ki gelmiyor.
Aslında soruna ad koyabilmek demek aynı zamanda sorunu tanımlamak da demektir. Sorunu tanımladığınızda sorunu oluşturan eksiklikler ve yanlışlıklar için çözüm önerilerini, hareket tarzlarınızı belirlersiniz, ona göre stratejinizi hazırlar ve uygularsınız. Çünkü herhangi bir ad vermek başka bir sorun veya yanlış bir sorun tanımlamak, dolayısıyla yanlış hareket tarzları belirlemek demektir. Birbirine yakın ilişkili sorunlarda tabii ki birbiriyle örtüşen eksiklikler, yanlışlıklar, çözüm önerileri olacaktır ama bu "soruna ne ad koyarsanız koyun yapılacaklar aynıdır" savını doğru yapmaz. Çünkü sorunun adını tam koyamaz ve örneğin Kürt sorunu diyerek yola çıkarsanız uygulayacağınız reçete gerçek sorunu çözmeyeceği gibi yeni sorunlar (örneğin Türk sorunu gibi) da yaratacaktır.
İşte konumuz olan çözüm sürecinde masaya oturan PKK sorunu "özgürlük/özerklik/bağımsızlık" temelinde ortaya koyarken hükümet terörün sona erdirilmesi veya milli birlik-beraberliğin sağlanması veya barışın sağlanması gibi isimlendirmeler temelinde konuyu ele almayı tercih etmektedir. Hal böyle olunca da ne olduğu konusunda üzerinde anlaşılamayan bir sorunu çözeceğinizi iddia ederek ortaya koyacağınız çözüm önerisi çözüm getirmemektedir. Aynen şuanda olduğu gibi.
- Sürecin ortak nihai hedefi belirlenemedi, ortak bir gelecek tasvirinde mutabakata varılamadı.
Sorunların, çatışmaların çözümünde ya da bir projenin hayata geçirilmesinde ya da bir operasyonun planlanmasında tanımlamadan sonra yapılacak ilk iş nihai hedefi belirlemek ve bu hedef üzerinde tam bir mutabakata varmaktır. Yani "biz projeyi, operasyonu, süreci tamamladığımızda şöyle bir sonuca ulaşacağız, şöyle bir ortam oluşacak, şunları şunları başarmış, şunları şunları uygulamaya geçirmiş olacağız vs" şeklinde bir ortak resim veya reçete üzerinde anlaşılmış olmalıdır. Bu bugün gelişmiş ülkelerin, küresel örgütlerin kullandığı analitik bir çözüm metodu budur. Unutmayın ki gideceği limanı bilmeyen yelkenliye hiçbir rüzgar yardımcı olamaz. Ama görüyoruz ki AKP ile PKK arasında kurulan çözüm sürecinde sorunun ne olduğunun tanımlanmasından sonraki en önemli basamağı olan ortak "nihai hedef" belirlenmesi basmağı atlanmıştır. Örneğin, PKK terör örgütü cephesi nihai hedefler kapsamında demokratik özerklikten bahsetmekte ama bunun detayını, içeriğini de açıklamaktadır, hatta AKP bunun topluma açıklanmasını istememekte, bunun karşılığında AKP yerel yönetimlerin güçlendirileceğinden bahsetmekte ama o da detayını açıklamamaktadır. İşin ilginci bu kavramlar üzerinden PKK ve AKP birbirlerini yalanlamakta ve suçlamaktadır.
Dolayısıyla masanın iki ucundakiler resmen ve açıkça nihai hedefimiz şudur diyerek kamuoyunun önüne çıkmamıştır, çıkamamıştır. Durum böyle olunca nihai hedefe gidecek ortak "yol haritası" oluşturulamamıştır. Öyle olunca da gündemdeki çözüm süreci kurgusunun sahibi ve yöneticisi İmralı'daki hükümlü teröristbaşının "kafasındaki" nihai hedefe giden bir süreç yaşanmaktadır. Teröristbaşının muhatabı olan AKP'li yöneticiler kendilerine sorulan "nedir bu süreç?" sorusuna hiçbir açıklama getirememektedir. Dolayısıyla sözde sürecin bir tarafı olanların bile nihai hedefini bilmediği bir sürecin veya projenin herkesin kabul edeceği bir hedefe ulaşması ve başarılı olması mümkün değildir.
- Çözüm süreci müzakere şartları oluşmadan yanlış denklem üzerine kuruldu, yanlış düzlemde yürütülmeye çalışılıyor.
Çözüm süreci denen AKP-PKK müzakere süreci müzakere şartları oluşmadan defacto ve yukarıdan inmeyle başlamıştır. İmralı'da görüşmelerin olduğu/olabileceği şeklinde haberlerin basına yansıdığı 2012 yılı sonlarına baktığımızda PKK askeri operasyonlar karşısında aslında çok zor durumdadır. İmralı'daki teröristbaşı bu zor durumda da her zaman kullandığı bir yöntemle (o dönemde gündemde olan ve MİT Müsteşarı üzerinden hükümete darbe yapılacağı korkusunu kullanarak) AKP liderliğine ulaşmış, sözde darbeden AKP'yi kurtarmak için işbirliği yapmayı önermiştir. Sahadaki fiili gerçekleri göremeyen ya da iç politika kaygılarıyla görmezden gelen AKP yönetimi İmralı'yla görüşmeyi seçmiştir. Ama bu görüşmeler başladığında PKK'nın elinde halen silah vardır ve bununla masaya oturmuştur. Müzakereye başlanmasına yol açacak hiçbir gelişme olmamış olmasına rağmen o güne kadar şehirde/kırsalda devlete/millete kurşun sıkanlar aniden elinde silahla masaya oturma ve muhatap olma pozisyona yükselmiştir. Böylece elinde silah olan terör örgütü hem masada sözde müzakere yaparken dayatmalarda bulunabilmek için sahada silah kullanmaya devam edebilmektedir. Bu çözüm süreci kurgusunun yanlış denkleminin en büyük kanıtıdır.
Yanlış denklemden doğru sonuç çıkması mümkün değildir, nitekim çözüm sürecinde de öyle oldu. Yanlış denklem süreci yanlış düzleme sürükledi. Buna göre gerçekte sorunu yaratan terör örgütünün hükümlü lideri sorunu çözecek ve süreci yönetecek baş aktör olarak ortaya çıktı. Çözüm süreci, görüşme yapılan ve müzakere edilen bir süreçten çok İmralı'da teröristbaşının ağzından çıkacak kelimelerin, mesajların ne olacağının beklendiği ya da İmralı'da teröristbaşının konuşup diktelerde bulunduğu hem PKK'nın siyasi uzantısı siyasi partinin temsilcilerinin hem devletin temsilcilerinin sadece dinlemede kaldığı bir platforma/düzleme dönüştüğü bir süreç haline büründü.
Bu yanlış denklem-yanlış düzlemin en acı sonucu ise PKK'nın Türkiye'de Kürtlerin temsilci olduğu algısının oluşturulmuş olmasıdır.Halbuki 30 yıllık PKK ile mücadele sürecinde PKK hiçbir zaman böyle bir konuma gelememişti. PKK'nın Kürtlerin temsilcisi gibi bir sıfatı adeta gasp etmesinin yanında müzakerenin bir tarafı da olmuş, PKK'nın karşısında da diğer tarafın (yani Türkleri) temsilcisi olarak devlet masada yer aldı. Böylece kardeşlik, birlik, beraberlik sağlayacak diye topluma sunulan süreç yanlış denklem-düzlem nedeniyle daha başlangıcında toplumu bölen/ayıran/kutuplaştıran ve taraflara ayıran bir şekil almıştır. Böyle bir süreçten çözüm beklenebilir mi?
- Çözüm sürecinin ve taraflarının anayasal, hukuksal, toplumsal dayanağı yoktur, meşru değildir.
PKK terör örgütü hiç bir zaman olamadığı gibi aslında şimdi de Kürtlerin temsilcisi değildir.Çünkü PKK'yı siyasette temsil eden siyasi parti bile artık herkesin bildiği/kabul ettiği gibi seçimlerde yarısından fazlası tehdit / silah baskısıyla olmak üzere ancak yüzde 6-7 oy alabilmektedir. Diğer taraftan süreçte PKK'nın muhatabı AKP'nin seçimlerde gerçekte aldığı oy yani seçime katılan değil de toplam seçmen sayısına göre bakıldığında yüzde 30-35'tir. Dolayısıyla şuanda sürecin ortaklarının gerçek temsil oranı en fazla yüzde 35-40'tır.
28 Şubat 2015'teki ortak açıklama ve içerdiği 10 maddeye de bakacak olursak, Türkiye'nin yüzde 60-65'ni temsil etmeyen ve anayasadan yetki almayanlar, anayasa ve hukuka aykırı olarak bugünkü Türkiye Cumhuriyeti'nin sahip olduğu topraklar üzerinde yeni bir devletin-toplumun kurulmasını müzakere etmeye hazırlanıyor. Bilinen her türlü hukuksal, siyasal, toplumsal dinamiklere ve gerçeklere aykırı bu müzakere süreci bu haliyle meşru da değildir. Çünkü ne hukuktan, anayasadan ne de toplumdan onay almamıştır, bu şartlarda çözüm süreci yapılsın mı diye referanduma götürülse onay alamayacağı aşikardır.
Diğer taraftan mevcut müzakere sürecinin gelip dayandığı yani PKK'nın dayattığı taleplerin hayata geçirilmesinin yolu yeni yapılacak bir anayasaya bağlıdır. Ama yukarıda söylediğimiz gibi anayasal, hukuksal ve toplumsal dayanağı olmayan bu sürecin tarafları yeni bir anayasa yapmaya yetkili değildir, onlar yazıp TBMM'ye getirse bile bu haliyle meclis'in yeni bir anayasa yapma yetkisi yoktur. Bunu da bize en iyi olarak Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu açıklamaktadır. Buna göre genel seçimler sonucunda oluşan meclis dört yıl için yasama yetkisi almıştır. Meclis üyeleri mevcut anayasaya sadakat yemini etmiştir. Bu nedenlerle bu meclisin bir yeni anayasa yapma yetkisi yoktur. Yeni bir anayasa yapma şartları oluşturmak için, önce halkın yeni bir anayasa isteyip istemediği referanduma sunulmalı, referandumda bu görüş nitelikli çoğunlukla kabul edildiği takdirde barajsız bir seçimle bir kurucu meclis oluşturulmalı ve bu kurucu meclisin hazırlayacağı yeni anayasa taslağı yeniden referanduma sunulmalıdır.
Görüldüğü üzere mevcut Meclis'in bile yeni bir anayasa yapma yetkisi yokken haksız, hukuksuz olarak anayasaya aykırı şekilde müzakere edip sonunda da bir anayasa yapmaya yeltenenlerin yaptıkları ve yapacakları anayasal da değildir meşru da değildir. Anayasa o ülkede yaşayan tüm vatandaşları ilgilendiren bir konudur. Tüm toplumun dahil edilmediği bir anayasa yapım süreci ve sözde çözüm sürecinin sonuçlarının kabul edilmesi mümkün değildir. Anayasadan, halktan yetki almayan az sayıda kişinin kapalı kapılar arkasında yürüttüğü bu sürecin herhangi bir sorunu toplumun kabul edeceği şekilde çözmesi mümkün değildir. Dolayısıyla bu süreç artık daha fazla sürdürülmemeli ve devletin bekası tehlikeye atılmamalı, insanlar olmayacak hayallerle umutlandırılıp büyük hayal kırıklıklarına ve sonrasında telafisi mümkün olmayacak şekilde iç barışı bozacak gelişmelere yol açmasına ortam yaratılmamalıdır.
- Süreç şeffaf değildir, sürecin tarafları gerçek niyetlerini saklamakta, süreci kendi gizli hedeflerine ulaşmak için bir araç olarak kullanmaktadır.
Şeffalık ve hesap verilebilirlik günümüz modern demokrasilerinin ve devlet yönetimlerinin vazgeçilmez şartlarındandır.Ama tüm toplumu ilgilendiren sorunlar ve onların çözümüne ilişkin sürecin herkesin gözü önünde yapılması, toplumun ne olup bittiğini bilmesi birinci şarttır. Ancak gelin görün ki çözüm süreci denen kurgulama bir elin parmağı kadar bile olmayan kişilerin işin içinde olduğu bir süreçtir. Şeffaflıktan ve hesap vermekten kaçınan kişilerin yürüttüğü bu süreçten bir sonuç çıkması mümkün olmadığı gibi çıkacağı iddia edilen sonuçların da hiçbir geçerliliği olmayacaktır.
Perde arkasında yürütülen müzakerelerde neler konuşulduğu ve hangi sözler, tavizler verildiği toplumdan saklanırken, terör örgütü yandaşlarının her türlü detaydan haberdar olması ayrı bir trajedidir.Çünkü İmralı'daki görüşmelere de katılan HDP'li bir milletvekili İmralı'da görüşülen konuşulan her şeyin anında terör örgütü ve ilintili örgütlerin her kademesine anında dağıtıldığını açıklamıştı. Anlaşılan o ki bu bilgi dağıtımı esnasında teröristbaşının İmralı'daki konuşmalarındaki şifreli talimatları da örgüte ulaştırılmaktadır. Bu nedenledir ki terör örgütü Türkiye'nin doğu ve güneydoğusunda devlet uygulamaları yaparak her alanda kontrolü ele geçirmiş, büyük bir ayaklamaya yönelik pozisyonlarını almış, Kandil'den sürekli olarak gelen hükümete ve devlete yönelik hakaret, tehdit, şantaj içeren açıklamalarla psikolojik üstünlüğünü de kurmuştur.
AKP yönetimi İmralı'daki teröristbaşının barış sözü verdiğini söylese de aynı teröristbaşının bölgede ve sahada olanlara ve Kandilden gelen tehdit/şantaj açıklamalarına tek bir kelime etmemesini ise açıklayamamaktadır. Çünkü AKP hükümeti de terör örgütünün sözde eylemsizliğiyle oluşan göreceli barış ortamını "analar ağlamıyor, şehitler gelmiyor" sloganlarıyla iç politika aracı olarak kullanmaktadır. Diğer taraftan İmralı'dan gelen son mesajlar ve sızan bilgiler göstermektedir ki teröristbaşı çözüm süreciyle AKP hükümetini istediği şekilde yönlendirebilmekte dolayısıyla PKK'nın Türkiye'deki hedeflerine ulaşılmasını çantada keklik görmektedir. Bu nedenle çözüm sürecini aslında daha büyük gizli bir hedefini gizlemek için kullanmaktadır o da Büyük Kürdistan'ın kurulmasıdır. Dolayısıyla sürecin şeffaflıktan uzak olması sürecin taraflarının işine gelmektedir. Toplum ise algı yönetimine maruz bırakılarak içi/altı boş sloganlarla ve mitlerle yönlendirilmekte ve idare edilmektedir.
- Süreç mitler ve altı/içi boş sloganlarla yürütülmekte, sorun çözümü değil algı yönetimi yapılmaktadır.
AKP iktidarda bulunduğu dönemde önce sözde terörle mücadeleyi sonra açılım politikalarını ve son yıllarda PKK açılımını yani çözüm sürecini mitlerle ve sloganlarla yürütmüştür.Şimdi son 10 yıla bakalım ve AKP iktidarı döneminde hem hükümet hem de PKK yandaşları tarafından kullanılan mitleri ve sloganları hatırlayalım:
- Adına ister Kürt sorunu, ister Güney Doğu, ister terör sorunu, ister bağımsızlık/özerklik sorunu deyin yapılacaklar aynı.
- Terörle bir yere varılamaz.
- PKK terör örgütüdür ve Kürtlerin temsilcisi değildir.
- Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti, Türk bayrağıyla sorunu yok, ayrı bir devlet istemiyoruz.
- Askeri tedbirlerle, şiddetle bu sorun çözülmez. Yıllardır süren askeri operasyonların sorunu çözemediği ortadadır.
- Terörle Mücadelede "yeni konsept, yeni doktrin, yeni strateji hayata" geçirildi.
- Bölgeye artık terörle mücadelede tecrübeli komutanlar, özel eğitimli birlikler gönderiliyor. Sonuçlarını yakında alacağız.
- Terör örgütüyle müzakere / pazarlık yapılmaz.
- Siyasetle müzakere, terörle mücadele ederiz.
- Bütün dünyada olduğu gibi bizim gizli servisin (MİT) de terör örgütüyle görüşmesi/müzakeresi doğrudur. Bu gizli servislerin görevidir.
- Analar ağlamasın, şehitler gelmesin.
Zaman gösterdi ki 2003'ten sonra terörle mücadele ve açılım politikaları yukarıda özetlenen altı/ içi boş mitlerle ve sloganlarla idare edildi. Sorunun ne olduğunu anlamaya ve gerçekçi uygulanabilir tedbirlerin neler olabileceğine kafa yorulmadı. Aynı yaklaşımın şimdi çözüm süreciyle devam ettiği, sorunun çözümünün değil toplumun algısının değiştirilmesinin hedeflendiği görülmektedir.
Sonuç olarak;PKK terör örgütünden kaynaklanan 30 yıllık sorun sloganlarla ve mitlerle idare edilemeyecek kadar ciddi bir konudur, çünkü Türkiye'de 40.000 insanın hayatına mal olmuştur. AKP iktidarının zaafları nedeniyle terör örgütü maalesef terörle nelere ulaşabileceğini hem gördü hem de gösterdi. Bugün ise terör yaparak sorun yaratanlar ellerinde silahla tehdit ve şantaj yaparak sorunu çözeceklerini, kendilerine güvenilmesini, onlar ne isterse yerine getirilmesini istiyorlar. Mazisi yalan, vahşet, tehdit, şantajlarla dolu teröristlerin gizli niyetlerini sakladıkları beyanlarına dayanarak sorunun çözümü mümkün olmadığı gibi akla, mantığa, vicdana ve tabi ki hukuka ve anayasaya da aykırıdır, dolayısıyla meşru değildir. Yanlış denklemle kurulmuş ve yanlış düzlemde yürütülen ama sorunu yaratan terör örgütünün İmralı'daki hükümlü lideri teröristbaşının kontrolünde olan ve Nevruz mesajları gibi teröristbaşının megaloman kişilik ve düşünce yapısının dışa vurumundan başka bir şey olmayan algı operasyonlarına dönmüş çözüm sürecinin bu haliyle çözüm getirmesi, sorun çözmesi mümkün değildir.
Tüm Türkiye'yi ilgilendiren bu sorun ancak tüm toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla doğru olarak tanımlandıktan, ortak nihai hedef ve bu hedefe ulaştıracak yol haritası belirlendikten sonra tüm toplum kesimlerinin temsil edildiği, gücünü ve yetkisini anayasadan alan TBMM kontrolünde ancak çözüme kavuşturulabilecektir. Bu nedenle şu aşamada yapılması gereken sorunun doğru tanımlanması, sorunun her veçhesine çözüm getiren ayağı yere basan gerçekçi politika ve stratejilerin belirlenmesi ve bunların toplumu taraflara ayırmadan toplumsal mutabakatla hayata geçirilmesi olmalıdır.