Amaçlanan Türklerin tarih hafızasının işlevsiz hale getirilerek Ermeni milliyetçiliğine boyun eğmiş bir “Türk” kimliğinin inşasıdır.Türkiye'de sosyolojik bir gerçeklik alanı olarak "Aydın İhaneti Sosyolojisi"nden bahsedebiliriz. Bu sosyolojinin nesnesini, Türk toplumuyla, kültürüyle, kimliğiyle ve devletiyle sorunu olan ve bunu da asla gizlemeyen Türk kimliği karşıtı zümre oluşturmaktadır. Bu zümrenin en belirgin vasfı, Türk kimliğini bütün boyutlarıyla olumsuzlayan ve bu durumu kendileriyle sınırlandırmayıp bizatihi Türk toplumunun kendisinden de isteyen yabancılaşmışlığıdır. Bu noktadan hareketle, Türk tarihinin olumsuzlanması üzerinden bir dizi söylem geliştirilmektedir. Bu grup "tarihle yüzleşme, hesaplaşma", "Türk kimliğinin olgunlaşması", "demokratik olgunluk", insan haklarının gelişmesi, özgürlük, liberal değerler, akılcılık, bilimsellik vs. gibi sloganlar üzerinden kendi kimliklerini inşa etmekte ve evrensel kabul görmüş normları kendilerine referans göstererek meşruiyet sağlama gayreti içerisindedir.
"Ermeni Soykırımı" iddiasını "Türk"iye aydınları, zaman ve mekândan soyutlanmış bir biçimde, Ermeni milliyetçileri ve diasporası ile ortak bir söylem doğrultusunda Türkiye'de kabul ettirme mücadelesi yürütmektedir. Türklerin yaptıklarını iddia ettikleri soykırımdan dolayı Ermenilerden özür dilemesi istenmektedir. Oysa, Türkler, evrensel geçerliliği olduğu iddia edilen bilimsel bilginin bütün yetkinliğini, yöntemini, normlarını kullanarak bir Ermeni soykırımının olmadığını inkar edilemez bir gerçek olarak sunsalar bile – ki ortaya koymuşlardır- bu iddialar bitmeyecektir. Çünkü sorun "soykırım" değil, Türk kimliğiyle sorunu olan aydın sorunudur.
Türklerin Ermenileri katlettiği temelinde inşa edilen tarih bilinci, Ermeni kimliğinin temelini oluşturmaktadır. Türk ve başka arşiv belgelerine dayalı olarak yapılan araştırmalarda herhangi bir soykırım söz konusu olmadığı halde bu belgelerin "resmi ideolojinin propaganda malzemesi" gerekçesiyle kabulünü reddetmektedirler. Çünkü belgeler ve karşılaştırmalı bir tarih çalışması ile kimin kime soykırım uyguladığı gerçeği inkar edilemez bir biçimde ortaya çıkmaktadır. "Resmi tarih", "devletin resmi propaganda aracı" gibi tanımlarla arşiv belgeleri önemsizleştirilmeye çalışılmaktadır. Böylece bu aydınlar içine düştükleri acizlik durumu ve çıkmaz karşısında bir nebze olsun rahatlamakta ve kendilerince ideolojik manevra alanlarını genişletmektedirler.
Bütün bunlardan amaçlanan ise belgelere dayalı gerçeklerin Türklerin tarih hafızasından işlevsiz hale getirilerek Ermeni milliyetçiliğine boyun eğmiş bir "Türk" kimliğinin inşasıdır. Bu sebeple "Tarih" olgusu nefret suçlarının tezahür ettiği ve geliştirildiği bir alan olmaktadır. Tarihsel olayların gelişiminde "Soykırım" retoriği, Ermenilerin amacını ve konumunu bilinçli olarak göz ardı etmektedir. Ermenilerin Osmanlı Türk toplumunda gerçekleştirdiği katliamlar tarihte olmamış gibi davranılmakta ve bu soyutlama işlevini de "insanî" değerlere ve evrenselliğe vurgu yaparak meşrulaştıran bir strateji ve bilişsel evren oluşturulmaktadır.
"Ermeni soykırımının" Türkiye'de ve yurt dışındaki güçlü savucularından Etyen Mahcupyan, soydaşlarının Azerbaycan'ı işgali ve bu işgal topraklarında yaptıkları katliamları Türkiye'de anmak ve anlatmak için yapılan etkinliklerden rahatsızlığını dile getirmektedir. "Bugünlerde Azerbaycan ve Türkiye'de bazı gruplar 1992 yılında yaşanan Hocalı katliamını hatırlamak üzere etkinlikler yapıyorlar," diyerek şu durum tespitini yapar: "O yılın mart ayında Ermeni çetelerin Azerilere toplu halde saldırılar tertiplediklerini ve binlerce insanın bu olaylar sonucunda öldüğünü biliyoruz..." diyor ve devamında "Milliyetçi karşıtlıkların nelere kadir olduğunu, insan denen mahluku ne hale getirdiğini bilenler için pek de şaşırtıcı değil. Tarih birçok coğrafyada buna benzer nice olayın yaşandığını bizlere utançla hatırlatıyor," yargısıyla Mahcupyan suçu, "Ermenilerden" siyasi bir grup olarak "milliyetçilere" yükleyerek ince bir taktikle "milli suçtan" milletini arındırmaktadır. Ayrıca "pek çok coğrafyada" sözüyle olayı normalleştirmeye çalışmaktadır. Ona göre, "Hocalı'da maruz kalınan gaddarlığa verilen örnekler de internet sitelerinden eksik olmuyor. Bunlardan biri hamile bir Azeri kadının karnındaki çocuğun kız mı erkek mi olduğuna bahse giren ve sonra da bunu kadıncağızın karnını deşerek sınayan iki Ermeni çeteciyle ilgili. Böyle bir olayı okuduğunuzda irkiliyor, hayal edilmesi bile güç, gayri insani bir vahşetle ilişkilenmemek için kendinizi olaydan uzaklaştırmaya çalışıyorsunuz. Benzeri hikâyelerle dolan Azeri zihinlerin ise nasıl bir intikam ateşiyle yanacaklarını tahmin ediyor, bu coğrafyanın insanlarını nasıl bir geleceğin beklediği konusunda kaygılanıyorsunuz. Bu kaygınız size bugün sunulan tablonun ima ettiğinden daha derin... Çünkü eğer biraz tarihle ilgili iseniz ve gerçeği anlamanın bir miktar nesnellik gerektirdiğini idrak etmişseniz, Hocalı ile ilişkili olarak anlatılan hamile kadın hikâyesini birçok kez duymuş olmalısınız. Bu hikâye Hocalı'nın gerçekleştiği 1992 yılından bir süre önce, 1988 yılından itibaren de revaçtaydı. Ama ufak bir farklılıkla... Bu sefer hamile kadın Ermeni, bahse giren askerler ise Azeri'ydi... Aynı hikâyenin her iki tarafın da milliyetçi belleğini nasıl beslediğine ilişkin bu örneğin muhakkak ki birçok benzerleri var." Yazar, "sizde bize yapmıştınız" psikolojisiyle aynı olayları Azerilerinde yaşattığını belirtmekte ve bu hikayelerin "milliyetçi belleği" beslediğini söyleyerek aslında anlatılmaması ve gündeme getirilmemesi gerektiğini söylemektedir.
Mahcupyan "Nazilerin bile yapmadığı, sonraki dönemde onlara atfedilmeyen birçok hikâyenin bizim coğrafyamızda 'anlam' bulması acaba nasıl açıklanabilir?" diye önemli bir soru sormaktadır. "Bu sorunun yanıtının 'özcü' bir bakışla verilemeyeceğinin herhalde artık farkındayız... Yani bu toprakları paylaşan Sırpların, Ermenilerin, Türklerin veya Hıristiyanların ve Müslümanların fıtratı ile açıklanamayacak bir olgu bu..." diyen yazar, "Ama öte yandan da bütün bu saydığımız kimlikleri bir potada eriten, onları benzer tavır ve tutumlara yönlendiren bir 'durum' olması gerek," diyerek bu noktada ister istemez Osmanlı'ya dönmek zorundayız, demektedir. Cemaatçiliğin belirleyici önemi var dediği Osmanlı dünyasında cemaatçilik, yazara göre, ekonomik, sosyal ve siyasal alanlarda görünenden çok daha derine giden bir özellikti. Mezheplerine göre ayrımlaşmış olan farklı cemaatlerin kendi içlerinde kurmuş olduğu özyönetim alanı, sadece otoriter bir hiyerarşiye değil, kurgulanan ve paylaşılan bir 'öteki' algısına da karşılık gelmekteydi." Mahcupyan bu durumu, "Cemaatler arası ilişkinin mahalle ve pazarda bireysel düzeyde yaşanabildiği, ancak cemaatler arası formel ilişkilerin son derece zayıf olduğu bir düzenleme ortaya çıkmıştı. Her cemaat devletle 'konuşuyor', diğer cemaatler karşısındaki siyasetini devlet üzerinden gerçekleştirmeye çalışıyordu." Yani, "bu topraklarda 'yan yana' yaşamanın yolunu bulmuştuk belki, ama 'birlikte' yaşamayı galiba pek bilemedik..." "Kendimize atfettiğimiz 'hoşgörünün' ne denli temelsiz olduğunu şimdi daha iyi anlamak mümkün. Çünkü bu hoşgörü sadece bir 'razı olma' haliydi. Durumu kabullenme, ona adapte olma yeteneğiydi sahip olduğumuz. Ama bize benzemeyenlerin gerçekten bir hayat alanına sahip olmasıyla ilgilenmediğimiz gibi, o hayat alanının bizimkine karışmasını da hiçbir zaman hazmedemedik." Soykırımların tarihsel ve sosyolojik kökenini de Osmanlı olarak bulan Mahcupyan devamla, "Bu karşılıklı hazımsızlık, milliyetçiliğin egemen ideoloji olmasıyla birlikte cemaatleri ırkçılığın eşiğine getirdi. İstediğimiz kadar ırkçılığın modernlikle ilişkili olduğunu, Batı'ya ait olduğunu söyleyelim... Aslında hepimiz farkına bile varmadan ırkçı olduk. Çoğumuz 'pasif' ırkçılığın kendini gizleyen rahatlatıcılığına sığındık. Bazılarımız ise devletlerin de özendirmesi ile 'aktif' hale geldi. Bu insanlar kıyımları yaparken çoğunluk duyarsızca seyretmekle kalmayıp o kıyımların getirisini paylaşmaktan da çekinmedi ve ne yaptığını bildiği için de yapılanları unutmayı tercih etti... Bu nedenle her toplum kendi devletinin 'unutturma' ve 'hatırlatma' stratejilerinin gönüllü parçası oldu. Böylece hamile kadın ve bahisçi askerlere kadar geldik. Kimseyi suçlayacak halimiz yok... Bu utanç verici sonuç bizim ürünümüz... Başkalarını şeytanlaştırıp aşağılarken, hep birlikte insanlığın dışına düşme tehlikesinin eşiğine yaklaştık. Bugün ise sanki bir farkına varma ve hafiften de olsa bir idrak etme dönemi içindeyiz. İlk iş kendimizle yüzleşmek olmalı... Güzelliklerin de kötülüklerin de bize ait olduğunu görmek ve kabullenmek gerekiyor. Ve sonra da biraz utanmak... Başkalarından değil, kendimizden utanmak."
Mahcupyan, Osmanlı üzerinden insanlık dışı olayların kaynağını Türklerin geleneksel yönetim biçimine bağlarken görmezden geldiği, tek suçlu olarak ilan etmeye çalıştığı Türklerin topraklarının işgal edildiği ve hala işgal altında bulunduğu gerçeğidir. İkinci bir husus da, soydaşlarının kurduğu Ermenistan'ın bir SSCB ürünü olduğu gerçeğidir. Yazar, sırf Türk olduğu için katledilen ve vatanı işgale uğrayan bir ülkeye "insanlık" adına sahip çıkarak "kendinden biraz utanmak" yerine "sizde bize yapmıştınız" yaklaşımıyla bir denge kurma ve normalleştirme sürecine sokmaya çalışmaktadır. Mahcupyan'ınki gibi artık Türkiye'de egemen olan bu zihniyetlerin Türkleri tek günah keçisi haline getiren bu yaklaşımlarını Türk kimliğine olan kinin bir yansıması olarak okuyabiliriz.Mahcupyan, soydaşlarının Ermeni soykırımı iddiasını ve Ermenistan'ın Türkiye'den talepleri karşısında herhangi bir itirazda bulunmamaktadır. Buna mukabil, kayda değer bir biçimde resmi ve gayri resmi Türkiye üzerindeki bütün Ermeni tezlerini "barış", "kardeşlik" "birlikte yaşama" adına onaylamakta, "meşru" ve "normal" talepler düzleminde bir yaklaşım benimsemektedir. Bu tavrı Ermeni milliyetçiliğinin kaba bir tezahürü olarak görebiliriz.

Yorumlar
*
Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *