12 Mart 2025
21YYTE.ORG Amerika Araştırmaları Merkezi Trump ve Devletlerin Sonu (Devlet Ötesi Dünya)

Trump ve Devletlerin Sonu (Devlet Ötesi Dünya)

26 Dakika
OKUNMA SÜRESİ

Hasta toplumlar, hasta liderler üretir. Bu liderler cahil kitlelerden güç alırlar. 

Erich Fromm

Çağımız ısrarla ve neredeyse çaresizce bir dünya düzeni arayışı içindedir. Tarihte tam anlamıyla küresel bir “dünya düzeni” hiç oluşmadı. Günümüzde düzen olarak kabul edilen sistem, yaklaşık dört yüzyıl önce Batı Avrupa’da, Almanya’nın Westphalia bölgesinde öteki kıtaların çoğu katılmadan gerçekleştirilen bir barış konferansında tasarlandı. Evrensel bir yönetim yerine, her bir devlete kendi toprakları üzerinde egemenlik tanındı. Her devlet diğerinin iç yapısı ve dini inancını gerçek kabul edecek ve varlıklarına meydan okumaktan sakınacaktı. Westphalia, Avrupa düzeninin temel taşının imparatorluk, hanedan ya da dini inanç değil, devlet olduğunu onayladı. Devlet egemenliği kavramını yerleştirdi. Asya da Westphalia sistemine adapte oldu ve alternatif düzen kavramlarına henüz uzak konumdadır. Ancak Westphalia düzeni, uluslararası sistemde ne meşruiyet ne de denge getirebildi. Yeni ABD başkanı Donald Trump ile dünya gittikçe açgözlü, hukuk tanımayan ve otokrat liderlerin yarattığı anarşi ve kaos girdabına giriyor. Modern dünyada kurallara dayalı küresel bir dünya düzenine ihtiyaç var. Aksi takdirde tarihleri ve değerleri açısından bağlantısız ve birbirini rakip olarak algılayan yapılar çatışma üretmeye devam edecektir. Farklı tarihsel deneyimlere ve değerlere sahip tüm devletlerin ortak bir düzende nasıl buluşturulacağı ile ilgili alan, bilim adamlarının çalışması gereken en önemli bilinmeyendir. 

ABD, Çin, Rusya ve Avrupa’nın etki bölgelerine ayrılmış, kaos içinde yeni bir dünya düzenine doğru gidiyoruz. Westphalia temeline dayanan, İkinci Dünya Savaşı sonundaki şartlara ve barış anlaşmalarına göre kurulmuş bu düzen çatırdıyor. BM, NATO, Bretton Woods kurumları (IMF, Dünya Bankası, DTÖ, kapitalizm, geleneksel toplum yapıları (aile, din,   ulus devlet) artık içinde bulunduğumuz düzende varoluş mücadelesi içindeler. Yeni bir dünya düzeni ancak büyük bir savaşla kurulabilir, kesin zaferini ilan eden, kuralları ve kurumları belirleyen düzeni de belirler. O yüzden bu savaş çok ölümcül olacak, yani bir taraf diğerini iyice haklamadan savaş durmayacak. Uzun zamandır bu savaşın arkasında olan küresel güçler, savaşın sonunda küresel izleme ve kontrole dayanan tek dünya hükümeti kurma peşindeler. Bu düzende artık bugünkü dünya düzeninin temeli olan “devlet” olmayacak yani “devlet ötesi” bir düzene gidiyoruz. Donald Trump’ın “egemenlik” anlayışı, zaten çökmekte olan devlet yapılarının artık daha da hızla çökeceğinin habercisi.

Donald Trump, Kongre’deki açılış konuşmasında yeni Altın Çağı’nda yalnızca kendi ulusal çıkarlarını gözeteceğini söyledi. Defalarca kez ülkesinden “egemen” bir devlet olarak bahsetti. Trump’a göre, dünyada sadece birkaç devlet gerçek anlamda “egemen”. Yani bu birkaç devlet dışında diğerlerinin egemenliği sadece bir geçici düzenleme. Trump, süper güçlerin “yalnızca tek taraflı ulusal çıkarlar” elde etmek için daha küçük devletlerin egemenliğini geçersiz kılabileceği, daha doğrusu “ihlal edebileceği” yeni bir sistem kurmak istiyor. Trump’ın Danimarka’nın egemenliği altında olan Grönland’ı satın alma veya “Öyle ya da böyle alacağım.” iddiası, Kanada’yı ilhak etme niyeti, Çin’in hegemonyasını bahane ederek Panama Kanalı’nı ele geçirmekle tehdit etmesi ve Gazze Şeridi’ni mülk haline getirerek, 1,5 milyon Filistinliyi Mısır ve Ürdün’e gönderme fikrini ortaya atması, bu durumu açıkça ortaya koyuyor. Trump’ın Grönland ve Panama Kanalı’na yönelik tehditleri, ulusal egemenliğe yönelik zorlayıcı yöntemleri meşrulaştırırken, devletlerin egemenliğine tecavüzü açık bir teklif haline getiriyor.

Trump, dış politikasının becerisini (!) “pazarlık sanatı” olarak tanımlıyor. Ukrayna, Rusya, Gazze ve diğer ülkelere, zengin bir emlakçı gibi, ucuza kapatılacak ne var diye bakıyor. Birilerini kazıklamak için dost ve düşman ayırımına takılmıyor. Kararlar iyi planlanmış ve uzun vadeli bir stratejinin parçası değil, eylemsel olarak ortaya konan kararlardır: Ele geçirmek için şantaj ve pazarlık yap, skora oyna, gerekirse önce gümrük tarifeleri ve sonra başka şeylerle cezalandır. Trump, kurallara dayalı dünya düzeninin çok sıkıntılı olduğu bir dönemde dünyayı istikrarsızlaştırıyor ve sınırların kutsallığını hiçe sayıyor. Örneğin haritaya bakıp, Rusların 1945 yılında yaptığı gibi Türkiye’den de İstanbul’u isteyebilir. Ben Trump olsaydım bu, aklıma gelirdi; fena bir fikir değil (!).  Zaten Ukrayna’dan sonra Rusların planı bu olacak. Trump’ın istekleri Danimarka, Kanada, Meksika ve Panama’da korku yaratsa da cesaretli birer duruş sergilediler. Araplar ise itiraz etmeden, hemen işe koyuldular. Trump’a göre, ABD’nin uluslararası kurumlara eşit bir devlet gibi katılması kendi kendini mağlup etmek anlamına geliyor. Çünkü Trump geleneksel “istisnai” devlet olmak yanında “muaf” ta olmak istiyor. Yani herkes hava kirliliği anlaşmasına uymalı ama en çok kirlilik üreten ABD çıkarları gereği muaf (exemptional) olmalı. Trump’a ne kadar kızsak da iki konuda haklı:

(1) Başta Ukrayna ve Gazze olmak üzere son savaşlar ve krizlerde ekonomisi iyice çöken ABD, Çin ile gireceği savaş öncesi gücünü toparlamalı. (Ancak, ABD yakaladığı tarihi fırsatı yani Rusya’yı çökertme şansını da kaçırmamalı).

(2) Dünyadaki devletlerin çoğu uydurma (invented); BM’ye akredite 197 devletin ancak 132’si devlet gibi istatistiklere girebiliyor. Dünya coğrafyasında son iki yüzyılda büyük devletlerin siyasi çıkarlarına hizmet etsin pek çok devlet uyduruldu (Ortadoğu devletleri, Latin Amerika, Panama, Ekvator, İzlanda, Grönland, Sovyetlerin uluslaştırdıkları vd.). 

Bunlara ilave olarak şunları da not etmemiz gerekir:

(3) En başta söylediğimiz gibi mevcut uluslararası düzen ve kurumlar çağın gereklerini karşılamıyor.

(4) Devlet projesi sona geliyor; büyük devletler de dâhil hemen hemen tüm devletler özellikle COVİD sonrasında siyasi ve ekonomik sarsıntı içinde, bir bütün olarak devlet olma (demokrasi, kamu yönetimi, hukukun üstünlüğü vb.) anlayışında “başarısız” oluyor. İstisnai durum sadece Avrupa’nın kuzeyinde var.

(5) Post-modern anlayış; devletlerin egemenliklerinin bir kısmını üstyapılara transfer ederek, biraya gelmelerini temsil eden Avrupa Birliği de kendi bölgesinde refahını artıramadı.

Uluslararası sistemin yeniden yapılandırılması çağımızın devlet adamlığının da karşısındaki nihai zorlu hedeftir. Bu, başarılamadığı takdirde büyük bir savaş olasılığı yanında, belli içyapılarla ve devlet yönetim biçimleriyle özdeşleştirilen nüfuz bölgelerine doğru bir evrim olacaktır. Bu makalede, dünya düzenin merkezinde olan “egemen devletin” bunalımını ve dünyayı bekleyen olasılıkları tartışacağız.

Devlet Kavramı ve Gelişimi

Devlet, yaklaşık 10.000 yıl önceye, Mezopotamya’da ortaya çıkan ilk tarım toplumlarına kadar uzanan eski bir sosyal kurumdur. İyi yetiştirilmiş bürokrasiye sahip devlet, Çin’de binlerce yıl varlığını sürdürmüştür. Büyük orduları, vergi toplama gücü ve geniş topraklar üzerinde egemenlik yetkesi uygulayan merkezi bürokrasisiyle modern devletin Avrupa’da ortaya çıkışı ise, daha yenidir ve dört beş yüz yıl öncesine, Fransız, İspanyol ve İsveç monarşilerinin dönüşümüne uzanır. Böylece bugün de devam eden ‘devlet merkezli’ uluslararası sistem başlamıştır. Bu gelişmeler sayesinde devletler; bürokratik, diplomatik ve askeri kurumsallaşmaya yöneldi. Orta Çağ Avrupa’sına özel koşullarda imparatorluk şeklinde beliren yönetim yapıları gücünü kaybetmiş ve parçalanmıştı. Toprak sahipleri, bağımsız kentler, derebeyleri, loncalar ve kraldan oluşan karmakarışık bir yetkililer grubu yönetim ve kontrol için savaşıyordu. Kralın otoritesine başkaldırı ile bugünkü modern siyasi sistemin temelleri İngiltere’de atıldı. Bir yanda Kilise, önemli bir güce ve otoriteye sahipti ve laik güçlerle rekabet içindeydi. Westfalia Barışı ile devlet yöneticilerinin sınırları içinde tek egemen oldukları ve devletleri dışında bir merciye bağlı olmadıkları kabul edilmiştir. 

Uluslararası ilişkiler ile ilgili modern bilimsel çalışmalar genellikle kendilerine başlangıç olarak ulus devlet anlayışının doğuşunu temsil ettiği kabul edilen 1648 tarihli Westfalia Barışı’nı referans yaparlar. Bu anlaşma, devlet sisteminin oluşturulması, egemenlik kavramının kabul edilmesi ve eski Ortaçağ Avrupası'nın din dayanaklı sisteminin terk edilmesi olarak görülür. Modern anlamı ile ulus devlet, 17. yüzyılın akışında kuruldu. 

  Ulus devlet yapısı, Avrupa’da kaos ve imparatorluk seçenekleri dışında üçüncü bir yol olarak ortaya çıktı. Avrupa’nın dünya liderliği de tamamen Avrupa’ya özgü olan küçük devlet anlayışı sayesinde oldu. Küçük devletin başarısı; iktidarı tek bir şahıs ve küçük bir grubun elinde toplayabilme konusundaki başarıdan, özellikle de yasaların yapılması ve uygulanmasından geliyordu; bu da egemenliğin sağlanması demekti. Hobbes’un korkusu olan “düzen” (düzenin muhafazası) açılabilecek bir savaşa karşı, bir dizi belli noktada yasal gücün toplanmasıyla korundu; yasalar ise devletlere özeldi. 

  Ulus devlet; belirli, sınırlandırılmış topraklara sahip ve bu topraklarda yaşayan bir halkın (milletin) içe ve dışa karşı bağımsız, yani şiddet tehdidi ve kullanımına başarıyla karşı koyabilen ve devletler topluluğunun eşit haklara sahip bir üyesi olarak uluslararasında tanınan bir yönetim şeklinin özelliklerini göstermektedir. İlk defa Fransız Baron Charles L. Montesquieu (1689-1755), bugünkü anayasal güçler ayrımını (yasama, yürütme, yargı) öne sürdü. Siyasi felsefesi ile Fransız Devrimi üzerinde büyük etkisi olan Jean-Jacques Rousseau (1712-78), 1762’de yayınladığı “Sosyal Sözleşme” adlı eserinde meşru klasik Cumhuriyetçi çerçeve içinde bir meşru siyasi düzenin temellerini ortaya koydu. 

 Ulus devletin ortaya çıkması, milliyetçilik akımının da gelişmesine yol açtı. Bu kavram, 1715 yılından itibaren İngiltere’de daha çok ulusal bilinç, ulusal karakter anlamında kullanılmaya başladı. Milliyetçilik akımları, 1789 yılındaki Fransız devriminden sonra bütün Avrupa’ya yayıldı. 

Uluslararası ilişkilerdeki sistemde şekil olarak bağımsız devletlerin sayısı son iki yüzyılda iniş ve çıkış gösterdi. 1800 yılında 150 kadar olan bağımsız devlet sayısı 19. yüzyılın ortasında tahminen 100’e kadar indi. Daha sonra bu sayı Asya ve Afrika’nın sömürgeleşmesi ve Avrupa’daki küçük siyasi birliklerde modern   ulus devletlerin oluşması yoluyla (1890’larda) 29’a düştü. 

19. yüzyılın ikinci yarısında üç uygar toplum düzeyine karşılık gelecek üç devlet tanımı üzerinde duruluyordu: Tam siyasal, kısmi siyasal ve nihayet doğal ya da çok az insani. Osmanlılar ve Çinliler gibi barbar (!) devletlerin uluslararası tanınmaya hak kazanmadıkları ifade ediliyordu.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluklarının yıkılmasıyla devletlerin sayısı yine yükseldi. Yeni bir devlet kurma dalgası başladı. İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa’daki sömürge imparatorluklarının yıkılması sonrası devlet kurulma aşamasının ikinci ve çok daha geniş dalgası yayıldı. Bunun sonucunda bağımsız devletlerin sayısı 165’e çıktı. Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve diğer devletlerin yıkılmasıyla üçüncü bir ulus devlet dalgası gerçekleşti ve 1995’e kadar olan dönemde bağımsız devletlerin sayısı 193’e ulaştı. 

Bu devletlerden yalnızca on altısı, yüzyıllara uzanan yapıda tarihi bir devlet yapısı göstermektedir. Devletler ebedi değildir; oluşumun, değişimin ve de zamanın geçişindeki tarihi olaylara yenik düşerler. 

Modern devlet sisteminde bütün devletler şekil olarak hukuk yönünden eşit düzeydedir, aynı ölçüde bağımsızdırlar. Hiçbiri diğer bir devlet veya devletler grubu tarafından boyunduruk altına alınamazlar ve anlaşmaları bu esasa dayanarak yaparlar. Devletler hukukunda herhangi bir uluslararası kanun koruyucu tanımı yoktur ancak onun yerine gönüllü yapılan anlaşmalar geçerlidir. Devlet, uluslararası anlaşmaların güvence altına aldığı sınırlar içinde, “bağımsız ve siyasal bir bütün” olarak kabul edilir. Bir devletin egemenliği şu unsurlardan oluşur:

            - Devletler yasal olarak eşittir.

            - Her devlet kendi ülkesinde tam egemenlik haklarını kullanır.

            - Her devlet diğer devletlerin hukuki varlığına saygı göstermek yükümlülüğündedir.

            - Bir devletin ülke bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığı ihlal edilemez.

            - Her devlet kendi siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel sistemini serbestçe seçme ve geliştirme hakkına sahiptir.

            - Her devlet diğer devletlerle barışçı bir şekilde yaşamak için uluslararası yükümlülüklerine tam olarak ve titizlikle uymak zorundadır.

            Nitekim bugün Trump’ın görmezden gelmeye çalıştığı BM Şartnamesi; devletlerin egemenliğine, iç işlerine ve toprak bütünlüğüne saygı temelinde yazılmıştır. ABD ve müttefikleri 2001 yılı sonrası devlet egemenliğini yok sayabilmek için Liberal Dünya Düzeni adını verdikleri gayriresmî bir anlayış uydurmuşlardır. Böylece halklarına kötü davrandıkları bahanesi ile Suriye ve Libya gibi ülkelerde BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan iç savaş başlatmış ve savaşa taraf olmuşlardır.

Emperyalizm ve Uydurma Devletler

Emperyalizmin büyük ölçüde II. Dünya Savaşı sonrasında bitmesi, pek çok yeni bağımsız ülkenin ortaya çıkmasına neden oldu. 1945 yılında BM’nin sadece 51 üye devleti varken, bu rakam 1970’de özellikle Afrika ve Ortadoğu’da sömürge devletlerin bağımsızlığını kazanması ile 170’e ulaştı. Bugün ise BM’ye akredite olmuş 197 devlet var. 

Öncelikle ‘uydurma devlet’ten ne anladığımızı açıklayalım. Bu devletler çeşitli savaşlar içinde belirli bir coğrafya içindeki suni bölünmeler ve savaş sonrası kalan nüfus bakiyelerinden ortaya çıkmış, köklü etnik ve tarihi geçmişi olmayan, siyasi koşullar gereği icat edilmiş devletlerdir. 

Örneğin Panama bir uydurma devlettir. Daha önce İspanya ve Kolombiya’nın kontrolünde olan Panama bölgesi, dünya ticaretine denizlerde hâkim olmak isteyen ABD tarafından 1903 yılında işgal edilmiş ve burada kendi amaçlarına hizmet eden bir devlet kurulmuştur. Panama’nın başındaki diktatör Manuel Noriega, uyuşturucu işini abartınca 1989 yılında Bush yönetimi tarafından bir operasyonla devlet başkanı ülkesinde tutuklanmış, ABD’ye getirilmiş ve 40 yıl hapse mahkûm edilmiştir. 

Grönland, tarih boyunca Norveç ve Danimarka arasında el değiştiren İzlanda adası, II. Dünya Savaşı başlangıcında önce İngiltere, 1941 yılında ise ABD tarafından işgal edildi. İzlanda, sırf ABD askeri uçaklarının Avrupa’ya uçuşlarında yakıt ikmali yapabilsinler diye devlet haline getirildi ve NATO’ya üye yapıldı. İzlanda liderlerinin adadaki Amerikan askerleri ve NATO tatbikatları ile ilgili herhangi bir müdahalede bulunması söz konusu değildi. Hiçbir zenginliği olmayan İzlanda’nın başbakanı yılın dokuz ayını borç para aramakla geçiriyor.

Tarih boyunca tıpkı emperyalist Norveç, Danimarka gibi ülkelerin işgaline uğradı. Danimarka, Grönland adasındaki Eskimoları yok etmek için önce denizi zehirleyerek nüfus azalttı. 1953 yılında adanın sömürge statüsüne son vererek, kendine bağlı bir devlet haline getirdi. Adanın çevresindeki zengin maden ve mineral yatakları ile stratejik konumu ABD’nin yeni hedefi oldu. 

Latin Amerika ve Ortadoğu’daki gelişmeler de etnik bir kökeni olmayan, doğaçlama devletlerin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu devletler daha sonra kendilerine has kimlik geliştirmeye çalıştılar.

1492-1542 tarihlerinde Latin Amerika’da yoğun bir İspanyol kolonileşmesi başlamış ve 300.000 İspanyol yeni dünyaya yerleşmişti. 17. yüzyıldan itibaren ise özellikle İspanya, Portekiz ve İtalya’dan olmak üzere yaklaşık 20 milyon kişinin Avrupa’dan Orta ve Güney Amerika’ya göç etmiştir. Bugün Güney Amerika’da yaşayan yaklaşık 50 milyon kişinin kökenlerinin bu ülkelere dayandığı tahmin edilmektedir. 

Simon Bolivar, 1816’da İspanyollara karşı savaşı kazandı ve Venezüella’nın bağımsızlığını ilan etti. 1819’da Cumhurbaşkanı seçilen Bolivar, Bogota’ya girdi ve Kolombiya devletini kurarak, Venezüella ile birleştirdi. 1822’de Ekvator’u birliğe kattı. 1816’da Arjantin, 1818’de Şili, 1822’de Brezilya, 1828’de Uruguay bağımsızlığını ilan etti. Kasım 1821’de Panama bağımsız oldu. 1821’de bağımsızlığını ilan eden Peru ancak Bolivar’ın yardımı ile 1824’te ülkeyi İspanyollardan temizledi. 1821’de beş Orta Amerika eyaleti bağımsızlığını ilan etti ve Meksika İmparatorluğu’na katıldı. 1823’te Meksika İmparatorluğu yıkılınca, eyaletler Meksika'dan ayrılarak Orta Amerika Birleşik Eyaletleri’ni oluşturdular. Ama aralarında sürekli anlaşmazlık çıkan bu eyaletler 1838’de Guatemala, Honduras, El Salvador, Nikaragua ve Kosta Rika adı ile günümüzde olduğu gibi beş ayrı bağımsız devlet oldu. Bu cumhuriyetleri birleştirmek için sürdürülen çabalar sonuç vermedi. 

Peru ve Şili, dağ sınırları tarafından doğal olarak korunmaktadır. Tarihte Hollanda ve Belçika, İngiltere’nin koruması altındaydı. Ekvator, iç bölgesine denizden ulaşabilecek bir devlet olmadığı için hâlâ bağımsız bir siyasal yapıya sahiptir. Uruguay, Arjantin ve Brezilya arasında bir tampon görevi gördüğü için devlet olma hakkını kazanmıştır. 

Diğer bir uydurma devlet olan, Amerika Birleşik Devletleri (ABD), 1776’da Avrupa’dan gelen yerleşimlerin kurduğu on üç koloninin ittifakından doğdu. Louisiana Fransa’dan, Florida İspanya’dan, Alaska Rusya’dan satın alındı. Teksas ise iç savaş çıkartılarak Meksika’dan zorla alındı. Bununla da kalınmayarak, Meksika’nın üçte biri savaşla ele geçirildiğinde Kaliforniya, Nevada, Utah, Kolarado, Arizona ve Yeni Meksiko da ABD eyaletleri oldu. Bugün 2 milyondan az olan Kızılderili nüfusu daha çok ülkenin batısında yaşamaktadır. Zenciler ise nüfusun yaklaşık %12’sini teşkil etmektedir. Bundan 250 yıl önce ABD diye bir devlet ya da kimlik yoktu. ABD, çoğu Alman ve İngiliz olan yaklaşık 50 milletten insanların yaşadığı bir ülkedir. 

Kanada’da tıpkı ABD gibi çeşitli kolonilerin bir konfederasyon oluşturması ile 1840 yılında kuruldu. Fransızca konuşan Quebec eyaleti 1980 ve 1995’de referandumla bağımsızlık girişiminde bulunmuştur. 

1914 yılında Afrika’nın %90’ı Avrupalı devletlerin sömürgesiydi. İkinci Dünya Savaşı sonrası 30 yıl içinde çoğu bağımsızlığını kazandı. Ancak, emperyalist devletler içlerinde hiç çıkmadı, bunlara Rusya ve Çin eklendi. Örneğin Afrika’nın küçük ülkesi Liberya, büyük güçlerin koruması altında yaşamını sürdürmektedir. 

Ortadoğu bugünkü şeklini Osmanlı İmparatorluğu’nun bölge üzerindeki gücünü kaybetmesi ile aldı. Ortadoğu haritası Kahire’deki İngiliz Yüksek Komiseri Winston Churchill’in masasında cetvelle çizildi. Ortadoğu’daki Arap nüfus kabilelerden meydana geldiğinden ortada bir ulus devlet yoktur. Mevcut devlet yapıları kabileler arasında bir ittifakı, devlet yapısı ise iktidarı koruyacak bir iç güvenlik yapılanmasına benzemektedir. Sadece Mısır’ın bir  ulus devlet kurma çabası olmuş ancak bu, İslamcılar karşısında başarısız kalmıştır. 

İngiltere, Şerif Hüseyin’in oğullarından Abdullah’ın denetiminde 1921’de Ürdün’ü kurarken, Emir Faysal’ı da İngiliz mandası olması kararlaştırılan Irak’ın başına getirdi. Churchill ve ekibi, Mezopotamya’nın adını Irak olarak değiştirdi ve Faysal’ı Irak kralı yaptı. İngilizlere en çok yardım eden kabilelerden birine verilen bahşiş ise Kuveyt Krallığı oldu. İngilizler, Arap İsyanında kullanmaları için bir bayrak yaptılar ve bu bayrak daha sonra Ürdün, Filistin, Sudan, Suriye ve Kuveyt bayraklarına model oldu. Şerif Hüseyin’in halifeliğine karşı çıkan Necid Emiri Abdülaziz bin Suud, Şerif’e alternatif arayan İngilizlerin desteğini alarak 25 Aralık 1925’te Mekke’yi işgal etti. 1927’deki Cidde Anlaşması ile İngiltere, Abdülaziz’in kendine verdiği Hicaz Kralı ve Necid Sultanı unvanını kabul etti. Böylece başlayan Suudi egemenliği, 1932 yılında Suudi Krallığı adını aldı. 

Özetle, Suudi kabilesine Arabistan hediye edildi ve adı Suudi Arabistan oldu. Irak 1932’de, Suudi Arabistan 1932’de, Mısır 1936’da, Suriye 1945’de, Cezayir 1962’de İngiltere ve Fransa’dan sözde bağımsızlıklarını kazandılar. İngiltere ve Fransa bu devletlerdeki kontrollerini kendi yerleştirdikleri Krallar ve rejimler vasıtası ile devam ettirdiler. II. Dünya Savaşı’na kadar Ortadoğu’nun pek çok yeri Fransa ve İngiltere’nin mandasında kaldı. Suni devletlerin çoğu artık tarihsel anlamda kendilerine şekil veren aşiret hayatı ve güçlü aile yapıları ile ayakta kalmakta zorlanmakta, kâğıttan kaleler gibi birer birer yıkılmayı beklemektedir. 

Bugün “Orta Asya” dediğimiz; Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan topraklarının resmi adı, 1924 yılına kadar “Türkistan” idi. Sovyetler tarafından Türk boyları birbirinden koparılarak, ayrı bir millet olmaya zorlandı; bölünerek, kimliksizleştirmek için yeni devletler üretildi. Kafkasya’da asimilasyon ve Ruslaştırma siyaseti uygulayan Ruslar, bölge halklarının tüm haklarını gasp ederek istila hareketine girişti.

Sovyetler Birliği’nin dağılması ile pek çok yeni devlet ortaya çıkmasına rağmen, Rusya hâlâ 69 adet özerk ve yarı bağımsız devleti sıkı bir şekilde kontrol eden milletler hapishanesidir ve Ukrayna’da devam eden işgali ve Kırım’ı ilhakı aslında Putin’in Çarlık döneminin toprak kazanımlarını devam ettirme ihtirasıdır. Rusya, bu ihtirasına Doğu Avrupa ve diğer etki bölgelerinde devam etmeye kararlıdır. Rusya’nın dağılması halinde en az 12 Türk devleti daha bağımsız olabilir: Balkar, Karaçay, Başkurdistan, Tataristan, Kırım, Tuva, Altay, Yakutistan vd.

Çin komünist olunca tıpkı Sovyetler gibi emperyalizme soyundu. 1949 yılında İç Moğolistan, Doğu Türkistan, Mançurya ve Tibet’i işgal etti. Çevre coğrafyalarda pek çok ülkeyi işgal ve askeri tehdit ile tampon haline getirerek stratejik derinlik sağlayan Çin, İpek Yolu Projesi ile yeni bir emperyal planı uygulamaktadır. Bu emperyal etki bölgesi sadece Avrasya değil; Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika ve hatta kutuplara uzanmayı hedefleyen bir küresel projedir. Bu projenin üzerinde oluşturulan güzergâhlar, limanlar ve diğer tesisler ekonomi kadar askeri amaçlara da uygundur. 56 ayrı bölgeden meydana gelen Çin’in de bir askeri yenilgi sonrası toprak bütünlüğünü sağlaması kolay değildir. Çin hükümeti Mart 2025 içinde ulusal egemenlik ve toprak bütünlüğünü en büyük risk göstererek, 245 milyar dolarlık savunma bütçesini onayladı.

Arnavutluk, Letonya, Litvanya ve Estonya yeni yaratılmış devletlerdir.

Başı Belada Olan Ülkeler

Emperyalizm, her zaman askeri güç ya da işgalle gelmez. Büyük güçler, zayıfları ekonomik güç, diplomasi ve stratejik ittifaklarla da etkileri altına alır, dediklerini yaptırırlar. Örneğin ABD, hâlâ Ortadoğu ve Latin Amerika’daki devletlerin egemenliğine ekonomik baskı, askeri ilişkiler ve ideolojik ikna ile müdahale etmektedir. Şu ana kadar ABD yanlısı olan Panama başkanı Jose Raul Mulino ve Danimarka başbakanı Mette Frederiksen ABD’nin taleplerini reddederken, Arap ülkeleri Trump’ın istemediği Filistinlileri ülkelerine almak için aralarında görüşüyorlar. Çünkü koltuklarında bugüne kadar ABD’nin müsaadesi ile oturabildiler. 

Kanada’nın çok kültürlülüğü merkezi olmayan federal devlet anlayışı ile evrildi ve ülkeyi bir arada tutmak için pek çok yol denendi. Çok kültürlülük 1970 ve 80’lerde resmi federal politika idi ama başkent Quebec’in ayrılmak isteği arttı. Gelen göçmenlerin bir iki nesil sonra çoklu kimliğe alışacağı farz ediliyor. Bir kişinin kültürel, dil veya dini miras ve geleneğini kaybetmeden yaşadığı ülkenin milli değerlerine ve varlıklarına entegre olacağı öngörülüyor. Mesele hâlâ ortak değerler etrafında tüm grupları bir arada yaşayabilir tutmakta gözüküyor. Avustralya, Kanada tipi çok kültürlülüğün diğer bir örneğidir. 

Kanada eski Başbakanı Justin Trudeau’ya göre  Güçlü ulusal (dil, din veya kültür) kimliği olan ülkeler, başka milletlerden insanları etkili bir şekilde entegre edemiyor. Fransa’da tipik olan ve tipik olmayan vatandaş çeşidi var. Kanada’da ise böyle bir dinamik yok, ne çekirdek bir kimlik ne de (siyasi ya da kültürel) bir ana akım var. Kanada’da açıklık, saygı, şefkat ve sıkı çalışmak ortak değerlerdir ve bu yüzden eşitlik ve adalet aranır. Bu özellikler bizi ilk ‘ulus ötesi devlet’ yapıyor.

Dünya, 35 yıldır Sovyetler Birliği’nin çöküşünün sonuçları ile uğraşıyor ve ne Batı eski Sovyet coğrafyasına kendini uyarlayabildi ne de Ruslar dünyanın geri kalanı ile ilişkilerini bir düzene koyabildi. Kendilerini geçmiş imparatorlukların modern temsilcisi olarak gören Rus yöneticiler, Avrasya Birliği gibi yeni fantezilerle hayallerini sürdürmek istemektedirler. Putin’in kafasında Sovyet ve Çarlık Rusya’sı söylemleri üzerinden inşa edilmiş bir “Rus İmparatorluğu” fikri, aslında Rusya’nın kurtuluşu açısından son çare olarak görülüyor. Rusya-Ukrayna Savaşı, aynı zamanda bir “kimlik savaşı” olarak da karşımıza çıkıyor.

İngiliz politikaları Avrupa Birliği ve Transatlantik ilişkiler arasında devinmektedir. İngiltere, Soğuk Savaş yıllarını emperyal güçten geri çekilme süreci olarak geçirdi ve son 20 yıldır Avrupa kıtası ile ABD arasında kendine bir yer bulmaya çalışıyor. Şu anda İngiltere, seçeneklerini açık tutmakta, oyunun sonu beklemekte ve kendini çevredeki değişimlerden maksimum fayda sağlayacak şekilde konumlandırmaktadır. Ancak bu tehlikeli bir yoldur, eğer İngiltere kendi dengesini kaybederse yüzyıllar önce öğrendiği gibi her zaman kendisini bekleyen emniyetli bir yol bulunmamaktadır. Şimdilik, İngiltere zaman kazanıyor ve tarihteki büyük değişimler için bekliyor. ABD dışişleri bakanı 1962’de İngiltere için “İmparatorluğunu kaybetmiş ve kendine bir rol bulamamış ülke, eski bir ABD uçak gemisine benzediğini” söylemişti. Pek çok kişi İngiltere’nin artık batmakta olan bir transatlantik köprü ya da uçak gemisi olduğu yorumunu da yapıyor.

ABD, 19. yüzyıldan beri Avrupa’ya hiçbir gücün tek başına domine etmesini istemiyordu. Ama şimdi birleşik bir Avrupa tehdit olarak görülüyor. Ukrayna ile birlikte Rus hegemonyası da tehdide başladı. Almanya, Rusya’yı karşısına almak istemiyor çünkü AB krizde iken bir savaşı finanse edemez. Almanya’nın zaten küçük bir ordusu var ve bu ordu örneğin Ukrayna gibi bir yerde melez savaş yapamaz. Bütün bunlar güçlü gözüken Almanya’nın aslında ne kadar zayıf ve hassas konumda olduğunu gösteriyor. Avrupa Birliği içinde, Almanya dışında tüm üye ülkeler mutsuz ama aynı umutsuz yolda gidiyorlar. Almanlar biliyor ki eski korkular asla ölmez; büyük sopayı devamlı saklı ve kilitli tutuyor. 

Fransa bir yol ayırımına geldi ve yanlış kararlar ekonomiyi daha da kötüye götürecek ve Avrupa’nın kalpgâhı daha sorunlu hâle gelecektir. Fransa’nın beş ana sorunu var: Ekonomi büyümeyi sürdürülebilir hâlde tutamıyor, büyük ölçüde ülkedeki Müslümanlara atfedilen toplumsal yabancılaşma, (kötü ekonomi ve göçten beslenen) yükselen aşırı sağ, ekonomide Almanya ile rekabet edecek yeni bir Fransız rolü, kötü liderlik ve devlet adamlığı. Fransa, Para Birliği bölgesine kaynak aktaran değil artık ondan para çeken ülke oldu ve yük büyük ölçüde Almanya’ya kaldı. Fransa, merkez güç olmaktan problem ülke olmaya kayması Avrupa için büyük bir dengesizlik doğurdu. Yalnız kalan Almanya önemli kararları tek başına vermeye başladı ama kararları uygulamada etkili olmadığı görüldü. Fransa reform yapmadıkça Avrupa çevresi ekonomileri de zayıf olacak ve sarsıntılar artarak devam edecek. Özetle Fransa, durma noktasına geldi.

Meksika’nın geleneksel problemleri olan ABD ile nasıl bir ilişki kuracağı, kuzey sınırının idaresi ve ülke içindeki eşitsizlikler karşısında ülke birliğini nasıl koruyacağı coğrafyasında önemli değişiklikler olmadıkça devam edecektir. Meksika için fakir halkın ABD’ye göçü döviz kaynağı, ABD için ise ucuz iş gücü demektir. Ne Meksika ne de ABD bu göç trafiğini durdurma niyetindedir.

Toprakları Meksika gibi Polonya’nın da ulusal stratejisi tarihsel olarak korku ve ümitsizlik üzerine kurulmuş, en önemli sorunu ulusal kimliğin ve bağımsızlığın korunması olagelmiştir. Polonya, hâlâ Rus tehdidi karşısında titremektedir. Almanya’nın kıpırdanması da Polonya’yı endişelendirmektedir. Polonya, bir yandan bölgesel güç olmaya çalışmakta, diğer yandan haritadan silinme korkusu yaşamaktadır.

Macaristan tarihi felaketler, hayal kırıklıkları ve kızgınlıklarla dolu. Ne Avrupa’nın söz verdiği refahı sağlayacağını ne de Rusya’nın Avrupa’nın istediği gibi olacağını düşünüyorlar. Macaristan’a düşen tarih boyunca olduğu gibi Almanya ve Rusya arasında bir denge kurarak felaketten kurtulmak. Orban, Almanya’nın dayattığı politikaların ülkenin ekonomik ve sosyal refahına uygun olmadığını düşünüyor ve stratejisi bağımsız bir ekonomi yaratarak, ulusal gücü artırmak. Macaristan hâlâ 9 milyon nüfusa sahip ve dış güçler onu kolayca yutabilir ve manevra alanı hâlâ sınırlı. 

Yunanistan ise çok karmaşık bir coğrafyaya sahiptir. Zaten dağlarla kaplı ülkenin dar sahil kesimleri dağlara çok yakındır. Ege’deki 6.000 kadar adanın çoğunda insan yaşamaz. Kırılgan jeostratejik konumunun diğer bir unsuru Doğu Akdeniz’e uzanma zorluğudur. Entegre bir ekonomi geliştirmek ve vergi toplamak zordur. Savunma harcamalarının tarih boyunca yüksek olması yanında iç politikadaki popülizm, Yunanistan’ı fakirliğe mahkûm bırakmaktadır.

Yunanistan gibi aşırı milliyetçiliğin revaçta olduğu Ermenistan büyük nüfus kaybına uğradı ve ekonomisi çok kötü durumda. Ermenistan’ın gelişmesi komşuları ile ilişkilerini her alanda iş birliği haline oturtmasına bağlı.

İsrail için güvenlik, devletin hayatta kalma meselesidir ve etrafındaki tehditlere karşı jeopolitik gerçekleri, karmaşık diplomatik ilişkiler ve askeri hazırlıkla birlikte harmanlamalıdır. Netice itibarı ile İsrail küçük ve zayıf bir devlettir ve onun gücü komşularının zayıflığından gelmektedir. Bu yüzden, sürekli ABD yardımına ve diplomatik desteğine ihtiyacı vardır.

Uzak Doğu’da tıpkı Almanya gibi ekonomik gelişmesini tamamlamış Japonya, Asyalılaşma politikası ile bir yandan büyük güç olma yönünde silahlı kuvvetlerini geliştirirken, bir yandan da Çin ile savaşa hazırlanmaktadır.

ABD, Güney Kore’de II. Dünya Savaşı sonrası ülke inşası yapmış, din, eğitim ve kültürünü yeniden kurgulamıştır. Birleşme çabası içindeki Kuzey Kore’nin emperyalizm ile mücadelesi devam etmektedir. Büyük güçler bu ülkeyi ikiye bölünmüş olarak tutmak istemektedir. 

Molla devrimi ile fetret devrine girmiş olan İran halkı, ülkesinde özgürlük ve demokrasi yolunda büyük bir mücadele vermektedir. İran’ın sorunları yeni bir devrimden sonra da bitmeyecektir.

            Ortadoğu toplumları tarihsel kökleri olmayan Westfalia düzenine uygun modern devletler oluşmaya çalışırken, Darülislam kavramı açmaza düşmüştü. Modern Arap devletini kurmaya çalışan Pan-Arapçıların amaçladıkları devlet, birleşik bir Arap ulusu, tek bir etnik, dilsel ve kültürel bir yapıydı. Buna zıt bir eğilim olarak ortaya çıkan İslamcılık yani Siyasal İslam ise modern Arap kimliği olarak ortak bir din anlayışında dayanılmasında ısrar ediyordu. Birçoğu, İslamcılığı kendi değerlerinden vazgeçmeden, Batılı olmadan modern olma yolu sayıyordu. 1950 ve 60’larda Mısır, Irak, Suriye, Yemen ve Libya’da feodal monarşileri deviren askeri liderler, laik yönetimler kurdular. Laikler ve Pan-İslam teokrasisini savunanlar arasında gerilim arttı. Laik ve milliyetçi liderler, Batının İslamcıları daha pratik bulması nedeni ile Arap sosyalizmi ve Sovyetlere yakınlaştılar. Bu bölünmenin temelinde İslam vizyonu değil, ulusal çıkarlar vardı. Araplar için tek ideolojik mesele, İsrail’in ortaya çıkışı idi. 

Sonraki on yıllarda Ortadoğu ve başka yerlerde radikallerin ve cihatçıların (El Kaide, IŞİD, Hamas, Hizbullah, Taliban, Boko Haram, El Nusra vb.) temel düsturu; cihadın ihmal edilmiş görevinden söz ederek, Darülharp’ı, yani inanmayanların dünyasını dönüştürmek oldu. İslamcılar, Westfalia tipi uluslararası düzeni tümden reddediyorlar ve ulusal bağlılıkların gerçekten inançtan sapma olduğunu düşünüyorlar.

Avrasya coğrafyasındaki devletler, tarihsel olarak Çin ve Rusya’nın merkezinde olduğu iki büyük güç merkezinin arasına sıkışıp kalmıştır. Bu devletlerin en önemlileri Türk Dünyası üyeleridir. 300 milyonluk Türk Dünyası 144 milyonluk Rusya’nın baskısı altındadır. Öte tarafta Doğu Türkistan’da Çin işgali ve soykırımı devam etmektedir. Türk jeopolitiği açısından farkında olmamız gereken konu şudur: Türk Dünyası coğrafyasının kuzey kolu Ruslar tarafından büyük ölçüde asimile edilmiştir. Orta kolun Anadolu ile bağları İran tarafından engellenmiş ve Zengezor Koridoru’nun Ermeniler tarafından işgaline destek olmuştur. Bu yüzden, Azerbaycan ile Nahçıvan arasındaki Zengezur Koridoru’nun açılması ve Trans-Hazar Havzası’nın hayata geçmesi tüm Türk Dünyası’nın öncelikle arkasında olması gereken jeopolitik bir zorunluluktur.

Tarihi boyunca en az 125 devlet kuran Türkler ise pek çok coğrafyada etnik kimliğini korumaya çalışıyor. 1923 yılında yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Mustafa Kemal Atatürk, homojen bir ulus devlet yapısı oluşturulmasına öncelik vermişti. Türk unsurunu kapsayan milli sınırlar içinde bir Türk devleti kurmak, Milli Mücadele’nin öncülüğünü yapan Mustafa Kemal’in başlıca amacıydı. Atatürk, Türk Kimliğine dayalı bir ulus devlet kurdu. Ancak, son 25 yıldır Osmanlı hayali içinde olanlar, ülkemizin kimliğinin en önemli unsuru olan Türklüğü hedef aldılar ve kendi ihtirasları için tıpkı Ortadoğu ülkeleri gibi İslamcılığı öne çıkardılar. Belki yüzyıl sonra birileri Türkiye’nin intihar hapını kendi kendine nasıl yuttuğunu anlatacak. Bu coğrafyada ancak güçlü ve üniter ulus devletler yaşayabilir. Türkiye, Arap Birliği benzeri bir konfederasyon/federasyon olmamalıdır.

Bugünkü Uluslararası Düzen ve Devletlerin Temel Sorunları

Makalenin devamı ve geniş versiyonu için;

https://www.academia.edu/128139991/Trump_ve_Devletlerin_Sonu_Devlet_Ötesi_Dünya_

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *