05 Mayıs 2025

Araplaştırma ve Türkiye

22 Dakika
OKUNMA SÜRESİ

 “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. 

Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur.”

Mustafa Kemal Atatürk

Tarihteki ilk dört insan uygarlığı nehir kenarlarında kuruldu: Mısır (Nil), Mezopotamya (Dicle-Fırat), Hint (İndus) ve Çin (Sarı nehir). Orta Doğu, MÖ 20 binlerde çölleşmeye başladı. Evrensel tarihin birbirine zincirleme bağlı dört uygarlığı; Eski Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları, Klasik Yunan Çağı uygarlığı, Orta Çağ İslam Dünyası uygarlığı ve Batı Avrupa uygarlığıdır. Bir Orta Çağ uygarlığı olan İslam, bir Arap uygarlığı değildir; en belirgin ürünlerini Arabistan dışında vermiştir.

Orta Doğu’nun haşin coğrafyasından evrensel emelleri olan üç büyük din ile peygamberler ve fatihler çıktı. Yahudiler, tarihsel olarak kendilerini Sami ırkı ile ilişkilendirirler. Samiler’in, Sami halkları veya Semitik ırk, büyük kısmı bugün Orta Doğu’da yaşayan etnik bir gruptur. Günümüzde dünyadaki en kalabalık Sami kavmi Araplardır. Irklar tarihine göre, bu dönemde Samilerden başka, Aryanlar (bugünkü Hindistan, İran ve Afganistan), Türkler (Orta Asya) ve Mısırlılar hâkim ırklardır. 

“Arap” kelimesi, bir kültürü ve dili ifade eder; ana dil olarak Arapça konuşanları tanımlar. Araplık bir ırk değil, tarih içinde birleşen bir kültürdür. Arapların çoğu Müslüman olsa da Hristiyan veya Yahudi Araplar da vardır. Arap ülkeleri içinde farklı etnik, dil ve dinlerde (Ermeni, Berberi) gibi toplumlar yaşamaktadır. Bu makalede, son yıllarda özellikle Türklere yönelik olarak artan Araplaştırma gayretlerine odaklanacağız.

Araplaştırma

Araplaştırma; Arap olmayan bir bölgede Arap olmayan nüfusa Arap dilinin, Arap kültürünün ve Arap kimliğinin kademeli olarak benimsetilmesidir. İslamiyet’in 620 yılında Arap Yarımadası’nda ortaya çıkıp dünyaya yayılmaya başlaması, aynı zamanda İslam’ın girdiği ülkelerde “Araplaştırma” sürecini de beraberinde getirmiştir. Müslümanlığı kabul eden toplumlar, ister istemez Arap kültürünün etkisiyle asimile olmuşlar, öz benliklerinden uzaklaşarak Araplaşmışlardır. 

Bir yerde Arap Yarımadası dışına yayılan şey, “İslam” değil “Araplık” olmuştur. Bunun böyle olmasını da, bizzat Hz. Muhammed istemiştir. “Kuran’ın Arapça kalması halinde kutsal niteliğini koruyacağını”, “ideal değerlere ancak Araplık bilinciyle kavuşulabileceğini” söylemiştir. Böylece “İslam Ümmeti” denilen şey, “Araplık bilincine sahip toplum” anlamına gelmektedir. Bir başka ifadeyle, İslam’ı kabul eden her toplum, İslam’ın “Arap” niteliği nedeniyle “Araplık” ruhunu alır ve “Araplık” bilincine saplanır. 

Arap kavimleri, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra ortaya çıkan otorite boşluğundan yararlanarak Medine’ye zekât göndermeyi reddederler ve bundan böyle kendi içlerinden çıkacak peygamberlere itaat edeceklerini ilan ederler. Bu durumun Arap Yarımadası’nda iç çatışmalara yol açması üzerine Halife Ebubekir, Arap kavimlerini tek bayrak altında toplamak, yeni arayışlara imkân bırakmamak, yeni topraklar elde ederek zengin ganimetlere kavuşmak, ekonomik sıkıntıları aşmak ve çölde zor şartlarda yaşayan Arapların enerjilerini dışarıya yönlendirmek amacıyla kuzeye doğru yayılma seferleri başlatır. Bu seferlerde kazanılan ganimetlerin (köleler, cariyeler, mallar, araziler) 4/5’inin askerlere, 1/5’inin devlete olacak şekilde pay edilmesinin getirdiği zenginleşme, savaşan askerlerin hayat seviyelerinin kısa zamanda yükselmesine yol açar. 

Yüzyıllarca Arapça ve Arap gelenekleri, “İslam’ın şartı” olarak kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Böylece Müslüman olmak için “Arap kültürünü benimsemek” şart koşulmuştur. İslamiyet’in adı kullanılarak geniş bir coğrafyada “Arap hegemonyası” kurulmuştur. Bu hegemonya, zamanla “Arap kültür emperyalizmine” dönüşmüştür.

Araplaşmada en büyük etken hiç kuşkusuz “din”, “dil” ve Hz. Muhammed’in Arapları kutsayan sözleri olmuştur. Arapçanın “Tanrı dili” olarak ilan edilmesi, Arapları sevmenin “İslam’ın şartı” olarak gösterilmesi, Arap kültür emperyalizminin eğitimsiz geniş kitleleri etkilemesinin önünü açmıştır.

Araplaşma, Arap olmayan bir bölgenin fethi ile Arap olmayan nüfusta Arap etkisinin artmasını, Arap dilinin, kültürünün, kimliğinin kademeli olarak benimsenmesini tarif eder. İslam dini ve bunlarla ilişkili olarak İslam’a dayanan sosyo-politik düzen ile Arapça bir kitap olan Kur’an Araplaşmada merkezi bir rol oynamıştır. Ve bu, genellikle fethedilen topraklarda İslamileştirme ile beraber ilerlemiştir. Arap kültürünü din sanan yeni halklar bir yandan Araplaşırken, kendi eski inançlarının mirasını da yeni dine uygulayarak kendine özgü bir İslam anlayışı içine girmişlerdir. Böylece genel olarak, Arap orijinli unsurlar, fethedilen medeniyetlerden oluşan çeşitli unsurlarla çeşitli şekillerde birleşti. 

İslamiyet’i kabul edip de Arap kültür emperyalizminin etkisinde kalmayan, kısmen veya tamamen Araplaşmayan ülke hemen hemen yok gibidir. Bugün köken olarak halkı gerçek anlamda Arap olan 8 ülke vardır: Suudi Arabistan, Yemen, Ürdün, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn ve Kuveyt.

Oysa 22 Mart 1945 yılında Kahire’de kurulan Arap Birliği’nin bugünkü üye sayısı 22’dir. Diğer 14’ü, İslamiyet’in asimile ederek Araplaştırdığı ülkelerdir. Örneğin; Irak, Suriye, Mısır, Tunus, Fas, Cezayir, Libya, Lübnan, Komorlar, Filistin, Cibuti, Moritanya, Somali ve Sudan “sonradan Araplaşan” ülkelere tipik örnektir. Buralar, “İslamiyet’in Araplaştırdığı” ülkelerdir.

Görüldüğü gibi, gerçekte Afrika’da hiçbir Arap ülkesi yoktur. Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas gibi ülkeler; Arap kökenli olmadıkları halde İslam’ın etkisiyle “Arapçayı ve Araplığı kabul ederek Araplaşmış” ülkelerdir. Bugün Araplaşan ülkelerin bazılarının dünlerine değinelim:

- Iraklılar; Sümerlerin, Akadların, Babillerin, Asurların torunlarıydı.

- Mısırlılar; Antik Mısır medeniyetinin mirasçılarıdır.

- Tunus’ta yaşayanlar; Kartacalı Anibal’ın torunlarıdır.

- Cezayirliler, Libyalılar, Faslılar; Tuareg ya da Berberidir.

- Suriyeliler; Süryani’dir, Süryanilerin kökeni de Asurlara dayanır.

- Lübnanlılar; tarihin gördüğü en iyi denizciler olan Fenikelilerin torunlarıdır.

Modern zamanlarda, Araplaşma sürecini tersine çevirmek için çeşitli siyasi gelişmeler olmuştur. Bunların arasında dikkate değer olanlar şunlardır:

- Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk’ün reformlarının bir parçası olarak Arap alfabesinden Latin alfabesine geçiş.

- 1948 yılında Arap olmayan İsrail devletinin daha önce Arapların egemen olduğu bir bölgede kurulması.

- Güney Sudan’ın, Sudan’ın Araplaştırma programından ayrılması.

- Berberizm, Cezayir, Fas ve Mali dâhil olmak üzere Kuzey Afrika'da bulunan etnik, coğrafi veya kültürel milliyetçiliğin siyasi kültürel bir hareketidir. Berberici hareket, İslamcı güdümlü kültürel Araplaştırma ve Pan-Arabist siyasal ideolojiye ve ayrıca laiklikle bağlantılı olarak muhalefet içindedir.

Sonuç olarak, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslam dini sayesinde Arap kültürü de etkin bir şekilde yayılmış, Arap kökenli olmayan toplumlar, Müslümanlaşma süreci içinde kısmen ya da tümüyle Araplaşmışlardır. Türkler, bu kapsamda “kısmen Araplaşanlar” arasında gösterilebilir. Türklerin Araplaştırılması, Arapların Türkleri Orta Asya önlerinde “kılıç zoruyla Müslümanlaştırmasıyla” başlar.

Kılıçla Müslümanlaştırma

Hz. Ömer'in hilafeti yıllarında İslâm orduları, Suriye ve Bizans’a karşı tam bir başarı elde ettikten sonra İran’a yönelmişlerdir. MS 637’deki Kadisiye savaşında bozguna uğrayan Sasaniler, bundan sonra meydana gelen savaşlarda da İslam orduları karşısında başarısız kalmışlardır. Böylece İslâm devletinin doğudaki sınırı Ceyhun nehrine kadar uzanmıştır. 

Orta Asya’nın büyük bir bölümünde nüfusun seyrek oluşu, Arap ordularının işini kolaylaştırmıştı. Genişlemekten başka yapılan herhangi bir hamle Arapların dağılmasına ve iç savaşa yol açabilirdi. 

Hz. Ömer zamanında gerçekleştirilen fetihlerle Türklerin Müslüman Araplarla ilk temasları başlamıştır. Her ne kadar Hz. Ömer Müslüman askerlerin Ceyhun nehrini geçmelerini yasaklamışsa da sonradan bu yasağa uyulmamış ve Arap İslâm orduları aşağı Türkistan'a doğru fetih akınlarını sürdürmüşlerdir. Önceleri bu akınlar fetih hareketinden çok taciz etmeler ve baskınlar yapma tarzında, yağma ve ganimet hareketleri olarak sürdürülmüştür. 

642’den itibaren Türkler ile ilk temaslara başlayan Araplar, Batı’daki başarısızlık ve Abbasilerin Bağdat’ta güçlenmeleri üzerine Doğu’ya Türklere yönelmişti. Araplar, Türkler ile 651 yılında Maveraünnehir bölgesinde ilk çatışmalara başlamış ancak bu mücadele İslam’ın yayılması için pek etkili olmamıştı. 713 yılında Araplar Maveraünnehir’e girdiler Buhara ve Semerkand’ı işgal ettiler. Araplar, Maveraünnehir bölgesinde pek çok Türkü yapılan savaşlarda kılıçtan geçirmiştir. 

Talancı Araplar 673 yılında Buhara’yı kuşatırlar. Kibac Hatun diğer Türk beyliklerinden yardım isterse de bu yardım gelmez ve Araplar Buhara’yı talan ederler. Birkaç yıl sonra Araplar bu kez Semerkand’a saldırırlar. Semerkand’ı talan ederler ve topladığı binlerce Türk gencini köle pazarlarında satmak için Horasan’a getirirler. Bu talanlardan her Arap 2400 dirhem alır. Bir kölenin satış fiyatının 500 dirhem olduğu düşünülürse, bu durumda aldıkları ganimetin adam başına 5 köleye eş değer olduğu görülür. 

Zekeriya Kitapçı “Türkistan’da İslamiyet ve Türkler” adlı eserinde, Halid Bin Velid’in İranlı komutan Hürmüz’e yazdığı mektupta “İslam dinine giriniz. Emniyet içinde yaşamanıza devam edersiniz. Eğer İslam dinine girmezseniz, o zaman bizim hâkimiyetimizi kabul ediniz. Zimmi (anlaşma ile İslam diyarında yaşamasına izin verilmiş olan kimse) olun, biz de sizi koruyalım. O zaman bize cizye (Müslüman olmayanlardan alınan kelle vergisi) vermeniz gerekir. Eğer bunu da kabul etmezseniz, yapacak bir şey yoktur, hükmü Allah verecektir.” dediğini yazar. 

Velid, İslam hukukunu da, “Harbin meşruiyet kazanması için düşmanın önce Allah’a imana ve İslam dinini kabule, bu olmadığı takdirde vergi ödemeye çağrılması gerekmektedir. Aksi halde sorunun çözümü kılıçlara havale edilir.” diyerek özetler. Böylece Araplar, talanı Kuran’a dayandırarak işi kılıfına da uydururlar. 680 yılına kadar Türk beyliklerine saldırılar bu şekilde sürer gider.

Kuteybe b. Müslim (ölümü M 715)’in Horasan'a vali olarak atanmasıyla birlikte, fetih hareketleri hızlanmış, Baykent, Buhara ve Semerkant gibi önemli ticaret merkezleri fethedilmiştir. Kuteybe, askeri sahada gösterdiği başarıyı İslâm dininin yayılmasında gösterememiş, fethettiği yerlerde yağma ve katliamlarda bulunmuştur. 

705 yılına gelindiğinde Kuteybe Horasan’a vali olarak atanır ve askerlerine, “Allah kendi dininin aziz olması için size bu toprakları helal kıldı.” der. Helale hücum başlar, Baykent kuşatılır. İki ay süren savaş sonrası şehir teslim alınır. Eli silah tutan ne kadar Türk varsa hepsi öldürülür. Kadınlar ve çocuklar esir alınır. Şehir yağmalanır. Budist inancını simgeleyen bütün heykeller toplanır, altın olanlar eritilerek ganimet olarak alınır. Yağmadan sonra Arap aileleri Baykent’e yerleştirilir. Muhafız birlikleri ve tüm denetim organları Araplardan oluşturulur. Daha sonra esir edilen kadın ve çocuklar, kocalarına ve babalarına geri satılır. 

Halk önceleri Müslüman olmuş gibi görünse de bu dini kabul etmek istemez. Türklerin aslında Müslüman olmadıklarını, evlerinde İslami kuralları uygulamadıklarını anlayan Kuteybe şehirlere 50 bin Arap aile yerleştirir. Türkler evlerini Araplarla paylaşmak zorunda bırakılır ve bu şekilde bire bir kontrol altına alınırlar. İslami kurallara uymayanlar ağır şekilde cezalandırılır. Evlere yerleştirilen Araplar Türklerin o zamana kadar yaptıkları bütün birikimlerine el koyar, tarlalarını alır ve Türkleri o tarlalarda çalıştırırlar. Yeni vergiler çıkarılır. Yerli halk, halifeye senede 200 bin dirhem, Horasan Valisi’ne de 10 bin dirhem vergi ödemeye, Arap askerlerinin atlarına yem temin etmeye, Arap ailelerine odun temin etmeye, onlara tahsis edilen arazilerde çalışmaya zorlanır. 

Cuma namazı zorunlu hale getirilir ama yine de Türklerden rağbet görmez. Bunun üzerine Kuteybe, namaza gelenlere 2 dirhem vaat ederek fakirler üzerinde İslam’ı etkili kılmaya çalışır. Bu uygulama fakirlerin taklidi bir şekilde bile olsa İslam dinine girmelerine ve camilere akın akın koşmalarına sebep olur. Bu algı operasyonu İslamiyet’in toplumda kabul gördüğü düşüncesini yerleştirir. 

Buhara’nın ekonomik gücünü elinde tutan Türk asıllı Kuşan asilzadelerinin ise bu nevi zorlamalara itibar etmemeleri Arapları tahrik eder ve bir Cuma namazı sonrası Araplar bunların yaşadıkları mahalleye giderek 700 köşkü yakıp yıkar ve tüm servetlerine el koyarlar. Özetle fakirlerin parayla, zenginlerin de baskı ve şiddetle ikna edilmesi yoluna gidilmiştir. 

Alman teolog Wellhausen, Kuteybe için “Başarılarını çoğu kez vicdansızlığına borçluydu.” demiştir. Taberi’nin anlatımına göre bu vicdansızlık şu aşamada: “Bir defasında Abdurrahman Bin Müslim, Kuteybe’ye 4000 esirle gelmişti. Kuteybe, Türk esirlerini görünce hemen tahtının meydana kurulmasını istedi. Tahtının üzerine mağrur bir eda ile oturan Kuteybe, bu Türk esirlerinin bin tanesinin sağına, bin tanesinin soluna, bin tanesinin arkasına ve bin tanesinin de önüne dizilmesini istemiş ve sonra da Arap askerlerine dönerek Türklerin kafalarının koparılmasını emretmiştir. Etrafın bir anda kafa, kol ve gövdeler ile kan gölüne döndüğünden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.” Bu savaşlarda öldürülen Türklerin haddi hesabı yoktu. 

712’ye gelindiğinde bu kez Doğu’nun en zengin kenti Semerkant kuşatılır. Talan ve katliamdan korkan Semerkant Meliki Oğuz Bey Kuteybe ile hemen anlaşır. 716’da Kuteybe’nin ölümü üzerine Yezid Horasan’a vali olarak atanır. İlk iş olarak İran’da Dehistan bölgesini işgal eder, sonra Curcan’a yönelir. 7 ay süren savaştan sonra kale düşer, Yezid de selefi Kuteybe gibi Türkleri öldürerek yol boyu ağaçlara astırır. Sadece Curcan’da 40 bin kişinin öldürüldüğü söylenir .

Bu büyük vahşetlere karşı Türk direnişi başlar. Batı Göktürk boylarını egemenliğinde birleştiren Türgiş Kağan’ı Su-lu Araplara karşı direnişi örgütler. Buhara’yı geri alır. Tüm işgal edilmiş yerler ayağa kalkar. Arapların hâkimiyet alanı daralır. İlk yıllarda ganimeti boylar arasında paylaştıran Su-lu, son yıllarda ganimetleri dağıtmamaya başlayınca bu sefer boylar arasında huzursuzluk çıkar ve bir boy beyi tarafından çadırında öldürülür. İşte bu olay Türkler için dönüm noktasıdır. Kağan’ın öldürülmesi iç karışıklıklara sebep olur ve Araplara karşı direniş zayıflar. 

Emevi idarecilerin politikaları, Türklerin Araplara karşı kin ve nefret duygularını artırmış ve İslâmiyet’i kabul etmelerine de mani olmuştur. Emeviler döneminde fethedilen bölgelerde İslâmiyet'i kabul eden ancak Arap olmayan Müslümanlar “Mevali” sayılmış ve Mevali, idari, siyasi, ekonomik ve sosyal bakımlardan yönetim nazarında ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüşlerdir. Bunlar Müslüman olmalarına karşın her türlü vergiyle mükellef tutulmuş ve fetihlere piyade olarak katılmalarına rağmen, Arap süvarilerinden daha az aylık ve daha az hisse almışlardır. Bu durum onları bir nevi Arapların hamisi olan Emevi devletine karşı kin beslemeye götürmüştür. 

Emevi yönetiminin İslâm'ın yayılmasından çok, Arap saltanatına önem vermesi ve Türklere karşı tam bir istila hareketine girişmiş olması, Türkler arasında İslâmiyet'in yayılmasını geciktirmiştir. 

İslam devleti, Emeviler zamanında birçok kavmi içinde barındıran bir imparatorluk olmasına rağmen, devlet yönetimi temelde koyu bir Arap milliyetçiliği esasına dayanmış ve birbirine kan bağı ile bağlı sosyal bir sınıf teşkil eden Emevi taraftarı Arapların hâkimiyeti altında varlığını sürdürmüştür. Arap olmayan diğer Müslüman topluluklar toplumsal ve ekonomik bakımdan ezilmiş ve yönetim tarafından köle muamelesi görmüştür. Bu nedenlerden dolayı, imparatorluk sınırları içerisinde yönetime karşı kin besleyen, gayrimemnun bir kitle oluşmuştur. Bu kitlenin yönetim aleyhine giriştiği faaliyetler kısa zamanda etkisini göstermiş ve Ebû Müslim Horasani’nin başlattığı isyan faaliyetleri sonunda, Emevi yönetimi doğuda, hem dînî ve hem de sosyal ve siyasal otoritesini kaybetmiştir. 

Özellikle Emevilere karşı isyan faaliyetlerini yürüten Abbasi ailesi, Mevali’nin nüfus olarak hâkimiyetinden dolayı faaliyetlerini Horasan'da yoğunlaştırmış, isyanı yöneten Ebû Müslim'in nezaretinde Mevali’den oluşan daî ve nakîbler eliyle gizlice teşkilatlanıp isyan hazırlıklarına başlamışlardır. 

Neticede Mevalî'nin, Emevi iktidarına karşı oluşan memnuniyetsizliği yanında, Arap kabileleri arasındaki eski kan davalarının sürmesi ve bazı siyasî grupların iktidar olma hırsları sonucu Emevi devleti yıkılmış ve onun yerine Abbasiler devleti kurulmuştur (MS 750). İslâm İmparatorluğunda yönetime Emevilerin yerine Abbasilerin geçmesi, yalnız basit bir hükümet darbesi ve bir hanedan değişikliği olmayıp aynı zamanda İslâm tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. 

Emevilerin yanlış politikaları yüzünden birbirine dostça yaklaşamayan Araplar ve Türkler, Talas Savaşı (MS 751) ile Çinlilere karşı ortak mücadele etmişlerdir. Karahan hükümdarı Saltuk Buğra Han’ın devlet dini olarak İslam’ı kabul edişi ile Türklerin İslam’a geçişi hızlandı. Talas Savaşı sonrası oluşan, dostluklar beraberinde Türklerin hızla İslamlaşmasını ve İslâm devletinin hizmetinde görevler almasını sağlamıştır. Yaklaşık yüz yıla yakın savaşlarla geçen Türk-Arap ilişkileri yerini dostluğa, barışa bırakmış, kanlı savaşlar son bulmuş ve iyi ilişkiler başlamıştır. 

Türklere Yönelik Araplaştırma

Araplar, Hz. Muhammed’in ölümünden (8 Haziran 632) sonra İslam’ı yayma adına “kadın, köle, mal ve toprak” talanına başladı. Önce Irak ve İran’a, oradan da İpekyolu güzergâhında bulunan çok dinli, çok kültürlü bir coğrafya olan “Türklerin yurduna” yöneldiler. 670-750 yılları arasında Orta Asya’daki Türk yurtlarını yağmaladılar. Yüz binlerce Türkü katlettiler. Kadınları ve kızları cariye olarak kullandılar. Çocukları esir pazarlarında sattılar. Türklüğü, Yecüc-Mecüc ilan ettiler.

Türklerin 670-750 yılları arasındaki tarihi “kapalı kutu” gibidir. İslam tarihçileri bu kutuyu asla açmazlar. Çünkü Türk tarihinin en acı hatıraları bu dönemde yaşanmıştır. 670 yılında başlayan Arap zulmü yüzünden bazı Türk boyları başka dinleri seçti. Örneğin Peçenekler Hristiyan oldu. Uygurlar Mani dinini seçti. Bir kısım Uygur Türkü Budizm’i tercih etti. Halen Yakutya Türkleri Budist’tir. Hazar Türkleri ise 860 yılında Museviliği kabul ettiler.

Türk boylarının büyük kısmı ise silah zoruyla Müslüman oldular. 934 yılında da Karahanlı Devlet Başkanı Satuk Buğra Han’ın kendi çıkarı için Müslümanlığı kabul etmesiyle, resmen İslam dünyası içinde yerlerini aldılar. Türklerin İslam ve Arap kültürü ile tanışması böylesine sancılı oldu.

Türklerin Araplaştırılmasında en büyük etken, diğer uygarlıkların Araplaştırılmasında da olduğu gibi, “din” ve “dil” olmuştur. Yani “Müslümanlık” ve “Arapça”. Araplaşmaya karşı direnç noktaları da ortaya çıktı. Örneğin Kaşgarlı Mahmut, Araplara Türkçe öğretmek için “Divan-ı Lügat’it-Türk” adlı eserini yazdı (1072-1074). Karamanoğlu Mehmet Bey de, Araplaşma ve Farslaşmayı durdurabilmek için Türkçeyi “resmi dil” ilan etti (13 Mayıs 1277) ancak bu çabalar Türklerin Araplaştırılmasını engelleyemedi.

Özellikle Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde (1029-1157), Batı’daki “kral-kilise” ortaklığı benzeri, “sultan-halife” ortaklığı kuruldu. Bu ortaklığın özünde, geniş coğrafyanın kolay yönetilmesi için halkın Araplaştırılması vardı. Araplaştırma çalışmaları, bazı bölgelerde baskı ve zulümle, bazı bölgelerde ise “çıkar karşılığı” devam ettirildi.

Osmanlı döneminde; Araplık “şerefli kavim” olarak yüceltildi, Türklük aşağılandı; Arap kıyafetleri “sünnet” denilerek giyildi; çocuklara Türkçe ad yerine Arapça adlar verildi, Arapça “kutsal dil” olarak kabul edildi. Bu yöntemle toplum gittikçe Araplaştırıldı.

Anadolu’nun ve Türklerin Araplaştırılması, esas olarak Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılında halifeliği almasıyla başlar. 1512’de tahta geçen Selim, Mercidabık ve Ridaniye savaşlarını kazanarak Memlüklülerin elinden Abbasi halifeliğini “kılıç zoruyla” aldı. Ancak Arap dünyası halifeliğin kendilerinden alınmasına şiddetle karşı çıktı ve “Türk halifeye biat etmeme” kararı verdi. 

Arap’a göre, halifelik makamı Arap ırkından birisine ait olmalıydı. Orta Asya’dan gelmiş bir ırka, yani Türklere geçmemeliydi. Sorunu çözmek ve Arapları Türk halifeye bağlamak için Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulundu. Mısır’dan ve Arap dünyasından 2 bin civarında ulema ve molla belirlendi, bunlar İstanbul’a davet edildi; kendilerine para, altın, mal mülk arazi verilerek kalıcı olarak yerleştirildi. Taraflar; “Türk İslamı”nı tamamen terk edilerek “Arap İslamı”na geçiş konusunda anlaştılar. Bu olay, Türklerin Araplaştırılması konusunda en önemli dönüm noktasıdır.

Mısır ve Arap dünyasından getirilen ulema ve mollalar devletin en önemli karar noktalarına yerleştirildi. İmparatorlukta “Türk’üm” veya “Türkmen’im” diyen “Kızılbaş” diye aşağılandı, dışlandı, hatta kafası kesildi. Farklı tarihi kayıtlara göre, bu dönemde Kuyucu Murat Paşa’nın “Türk’üm-Türkmen’im” dedikleri için kafasını kesip kuyulara doldurduğu insan sayısı 158 bindir.

Osmanlı’nın son 350 yılı, ilk 250 yılın aksine Türklere zulümle geçer. Sıkı bir Arap yanlısı mezhepçilik kurulur. 1603 yılına gelindiğinde Türk tekkeleri yasaklanır, yerine Halid-i Nakş-i Kürt-i tekkeleri kurulur. Kürtlere sayısız imtiyazlar verilir. 1839’daki 1.Tanzimat Fermanı’na kadar Kürtler askerlikten muaf tutulur. Aynı dönemde Türkler saraydan, ordudan ve mevcut idari yapıdan tasfiye edilir.

Yine aynı dönemde, Türklerin siyasi ve askeri gücünü kırmak için Arap mollaların fetvalarıyla sadece Türklerden oluşan “Serdengeçti Birlikleri” oluşturuldu, Türkler ön saflarda savaştırılarak kırdırıldı. Bütün bu gelişmeler sonunda, Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran asli unsur olan Türkmenler artık tamamen dışlanmış, devlet yönetimi Arapların ve Araplaştırılan Türklerin eline geçmiştir.

Atatürk’ün Araplaşma İle Mücadelesi

Dünya tarihinde ‘Türkçe konuşan Türk’tür’ diyerek ilk Türkiye devletini kuran Atatürk’tür. Cumhuriyetin kurgusu ve dili onun vizyonudur. Ona saldıranlar Türklüğe saldıranlardır. Atatürk, Türklüğün yok olmasının önüne geçmiş en büyük Türk’tür ve İslamcı Arap kalıntısı yobazlar bu yüzden Atatürk’ü bir numaralı düşman ilan etmişlerdir. İslam’ın tehditleriyle Türk Milletini korkutan Arap soylular, 500 yıldır Türk Milletinin sırtından geçinip Türk Milletini sömürüyorlar. 

Sadece Mustafa Kemal Atatürk, Araplaştırmanın “Türk kimliği”ni nasıl yok ettiğini gördü, gerekli önlemleri aldı, Araplaştırma çalışmalarının önüne set çekti. Ancak Atatürk’ün ölümünden sonra, özellikle Türkiye 1945’lerde emperyalizmin kucağına bir kez daha oturduğunda, çok partili sistemle birlikte Araplaştırma kaldığı yerden tam gaz devam etti. Türklerin Araplaştırılması, bugün zirve yapmış durumdadır.

Eğer tarihimizde Atatürk olmasaydı, bugün biz de “İslam’ın Araplaştırdığı uygarlıklardan biri” olacaktık. Tıpkı Arap olmadıkları halde Araplaştırılan Irak, Suriye, Mısır, Tunus, Fas, Cezayir, Libya, Lübnan, Filistin, Cibuti, Moritanya, Somali ve Sudan gibi. Başta Suudi Arabistan olmak üzere Arap dünyasının, kurtarıcımız ve kurucumuz Mustafa Kemal Atatürk’e öfkeleri bundan. Türkleri de tam anlamıyla Araplaştıracaklardı, ramak kalmıştı, Mustafa Kemal engel oldu.

Atatürk, bunu iki yöntemle başardı:

- Araplaştırma bataklığının kaynağı olan tekke, zaviye, türbe ve tarikatları kapatarak.

- Arap alfabesinden Türk alfabesine geçerek, yani dilimizi millileştirerek.

Sosyal Devrim, Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması  (30 Kasım 1925): 

Tekke; tarikat şeyhi ve ailesinin barındığı, ibadet ve törenler gibi tarikat etkinliklerinin yapıldığı, şeyhin müritlerinin de kaldığı yapılardır. Tekke, zaviye, türbe ve tarikatların kapatılması, “toplumu laikleştirme” ve “toplumu Araplaştırma” tehlikesinden kurtarma operasyonlarının en önemli halkalarıdır. Çünkü tarikatlarda “bir dinsel öndere bağlanmak” esastır; bağlananın, yani “mürit” olanın da toplumda “birey” olabilme şansı yoktur.

Atatürk, yeni Türk devletini tarihten ders çıkararak ve modern çağın koşullarını gözeterek kurmuştu. Akıl ve bilim temelli laik, seküler, uygar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde, Ortaçağ bağnazlığının kalıntısı tekke, zaviye ve medreselerin yeri yoktu. Tarikatların, Mustafa Kemal’in “yeni bir toplum yaratma” hedefinde işlevi olamazdı.

Atatürk, bu konudaki görüşünü 30 Ağustos 1925’te Kastamonu Türk Ocağı’nda yaptığı konuşmada net olarak şöyle ortaya koymuştu: “Ölüleri yardıma çağırmak, uygar bir ulus için yüz karasıdır. Bugün mevcut tarikatların amacı, kendine bağlı olanları, dünya hayatı ile manevi hayatta mutluluğa kavuşturmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin, tüm kapsamıyla uygarlığın saçtığı ışık önünde filan ya da falan şeyhin yol göstermesiyle maddi ve manevi mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye uygar toplumunda varlığını kesinlikle kabul etmiyorum.”

1925 başlarında patlak veren “Şeyh Sait İsyanı” da tekke ve zaviyelerin kapatılma sürecini hızlandırdı. Kürt ve Zaza aşiretlerinin destek verdiği bu isyan, Türkiye Cumhuriyeti ve onun devrimlerine karşı “hilafeti geri getirmek” amacıyla yapılmıştı. İsyan devam ederken 4 Mart 1925’te “Takrir-i Sükûn Kanunu” çıkarıldı ve “İstiklal Mahkemeleri” kuruldu. Daha önce de, 25 Şubat 1925’te “Hıyaneti Vataniye Kanunu”nun 1.maddesine “dini siyasete alet edenlerin vatan haini sayılacakları” hükmü eklenmişti. İsyan bastırıldı, isyancılar yargılanıp cezalandırıldı.

Atatürk, 1927 yılında Ankara’da yaptığı bir konuşmada, tarikatların kapatılması nedenini şöyle açıklar: “Efendiler! Tekke ve zaviyeleri din düşmanı olduğumuz için değil, bilakis bu gibi yapılar din ve devlet düşmanı oldukları için yasakladık.”

Sonuçta Atatürk; tekke, zaviye ve türbeleri kapatarak Anadolu’daki en büyük bataklığı, “tarikat cemaat bataklığını”, “Türkleri Araplaştırma bataklığını” kurutmayı amaçlamıştı.

            Kültür Devrimi: Arap Alfabesinden Türk Alfabesine Geçiş ve Dilde Millileşme (3 Kasım 1928).

Türkler, 10. Yüzyıl’dan itibaren İslam dini ile birlikte Arap Alfabesini de benimsemişlerdi. İslam dinini isteyerek veya zorla kabul eden her toplum, “Arapça kutsal dil” denilerek “Araplaştırma” işlemine tabi tutuluyordu, Türklerin de bu kıskaçtan kurtulmaları mümkün değildi. Yüzyıllar boyunca devam eden bu “Araplaştırma” politikası sonucunda, Türkler, kendi dinlerinden, kendi dillerinden, kendi kültürlerinden tamamen uzaklaştırılmış, tipik bir “Arap toplumu” haline dönüştürülmüştü.

Mustafa Kemal önderliğinde kurulan ulus devlet, “Türk toplumunu özüne döndürme” hedefi çerçevesinde, ‘dil’ konusunu öncelikle ele aldı. Toplumun, “Arapçanın boyunduruğundan” kurtarılması, kendi alfabesine kavuşturulması şarttı. 3 Kasım 1928’de yürürlüğe giren kanunla, o güne kadar kullanılan Arap harfleri esaslı “Osmanlı alfabesi” kullanımdan kaldırıldı, Latin harfleri esaslı “Türk alfabesi” kullanıma sokuldu. Bundan birkaç ay önce de, 20 Mayıs 1928’de çıkarılan bir yasayla “uluslararası rakamlar” kabul edilmişti.

Alfabe değişikliği, yayıncılık sektörünün de önünü açtı. 1729-1928 yılları arasında 200 yılda 30 bin kadar kitap basılmışken, alfabe değişikliğinden sonraki 16 yılda kitap basımında o sayıya ulaşıldı.

Atatürk’e göre, “milli his” denen duyarlılık, ancak “milli dil” ile gerçekleşebilirdi. Bu nedenle amaç, dilde millileşme ve zenginleşmeydi. Türkçeyi bilim ve kültür dili haline getirmek, düşünsel yaratıcılığı geliştirmek gibi somut adımlar atılması hedeflenmişti.

Mustafa Kemal, yasanın çıkmasından sonra, İstanbul Sarayburnu’nda kara tahtanın başına geçti, “başöğretmen” olarak “Türk alfabesine” geçişi başlattı.

Emperyalistler ve Türkiye’deki işbirlikçileri, Türkleri Araplaştırmak için var güçleriyle çalışıyorlar. Her geçen gün artan “hilafet” çağırıları, ihtiyacın çok ötesinde Kuran kursu, imam hatip okulu ve ilahiyat fakültesi açılması, normal okullarda dahi bilimsel eğitimden uzaklaşıp dinsel eğitime ağırlık verilmesi, ülkeyi yönetenlerin Arap ve Arapça hayranlıkları, Araplaştırmanın hâlâ devam ettiğini gösteriyor.

“Araplaştırma”, bugün Türkiye’nin en büyük sorunu. Ama ne yazık ki, Araplar “kutsal ecdat”, Arapça da “kutsal dil” kabul edildiğinden, kırmızı çizgi çekilmiş üzerinde pek durulmuyor. “Arap kültürü”, topluma “din” olarak sunulmaya devam ediyor. Toplum, “Arap kültürü” ile aldatılıyor.

Türkiye’yi Araplaştırma Gayretleri

Makalenin devamı ve geniş versiyonu için;

https://www.academia.edu/129194623/Araplaştırma_ve_Türkiye

 

 

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *