YAZAN: Duhan Alptürk İNCE
İsrail-Filistin çatışmasının temelinde, yüzyıllar boyu süregelen siyasi, dini ve toplumsal hedefler yer alırken, bu krizin yalnızca güvenlik gerekçeleriyle sınırlı olmadığını anlamak gerekir. İsrail'in, özellikle Gazze üzerindeki politikaları ve saldırıları, bölgedeki istikrarın kökünden sarsılmasına neden olan bir insani krizi gündeme taşımaktadır. Gazze, abluka altında, yüzlerce kilometrekarelik bir alanda iki milyon kişinin sınırlı kaynaklarla hayatta kalmaya çalıştığı bir yer haline gelmiştir. Bölgede sağlık, eğitim ve sosyal haklar gibi temel hizmetlerden mahrum bırakılan Filistinliler, uluslararası toplumun dikkatini ancak çatışmalar yoğunlaştığında ve ölümler artış gösterdiğinde çekebilmektedir.
İsrail yönetimindeki bu stratejik politikaların ardında yatan amaçlar, yalnızca güvenliği sağlama noktasında değil, aynı zamanda bölgesel güç dengesini İsrail lehine şekillendirme girişiminde de yatmaktadır. Doğu Akdeniz'deki enerji kaynaklarına tam erişim sağlama ve kıyı şeridi kontrolü gibi hedefler, bu durumu geniş çaplı bir bölgesel stratejiye oturtmaktadır. Özellikle Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinli yerleşimlerin azaltılması, İsrail'in demografik dengeyi değiştirme girişimlerine de hizmet etmektedir. Bu stratejilerin sonucunda, Filistin toprakları her geçen yıl Yahudi yerleşim bölgelerine dönüştürülmektedir.
Bu noktada uluslararası toplumun ve özellikle Müslüman ülkelerin tepkisizliği dikkat çekicidir. Bölgedeki krizin çözümü için diplomatik girişimlerin yetersiz kalması, İsrail’in bölgede istediği şekilde hareket etmesine imkân tanımaktadır. Bu sessizlik, yalnızca Filistin değil, Doğu Türkistan gibi diğer coğrafyalarda da benzer baskı politikalarının artmasına zemin hazırlamaktadır. Müslüman ülkelerin yöneticileri arasında dayanışma eksikliği, küresel politikada bu krizlerin uzun süreli çözümsüz kalmasına sebep olmaktadır. Batı’da yaşanan saldırılara anında ve kapsamlı bir şekilde tepki verilirken, Gazze ve Batı Şeria’daki insan hakları ihlalleri gündeme dahi gelmemektedir.
Siyasi aktörlerin bu sorunları yalnızca yerel çatışmalar olarak değerlendirmesi, daha geniş jeopolitik hedefleri göz ardı etmelerine yol açmaktadır. İsrail’in askeri ve siyasi eylemlerine destek veren birçok Batılı ülkenin farklı dini ve ideolojik kaygılarla hareket etmesi bu durumu karmaşık hale getirmektedir. Özellikle, Filistinlilerin yurtlarından sürülmesi ve yerleşim yerlerine el konulması sürecine Batı’dan ciddi bir yaptırım veya baskı gelmemesi dikkat çekicidir. Bu durumun ekonomik ve ticari bağlar üzerinden şekillendiği aşikardır. Bölgede sadece ekonomik değil, kültürel ve dini boyutları da içeren karmaşık bir güç mücadelesi söz konusudur.
İsrail-Filistin çatışmasının çözümü, yalnızca bölgesel değil, küresel bir dayanışmayı gerektiren çok yönlü bir yaklaşımla ele alınmalıdır. Ekonomik yaptırımlar, ticari ambargolar ve diplomatik izolasyon gibi adımların tartışılması, bölgedeki insani trajediyi sona erdirmeye yönelik daha etkili sonuçlar doğurabilir. Çatışmanın karmaşık yapısı, yalnızca bir terör tehdidine indirgenmeden; İsrail’in uzun vadeli stratejik hedefleri ve Filistin halkının insani haklarının göz önünde bulundurulduğu bütüncül bir çözüm sürecini gerekli kılmaktadır.
Aksa Tufanı Operasyonu ve Ortadoğu’da Dönüşüm Dinamikleri
7 Ekim 2023'te Hamas'ın İzzeddin Kassam Tugayları tarafından başlatılan Aksa Tufanı Operasyonu, sadece İsrail-Filistin çatışmasında değil, aynı zamanda Ortadoğu’nun siyasi ve toplumsal dengelerinde geniş kapsamlı sonuçlara neden oldu. Hamas’ın İzzeddin Kassam Tugayları tarafından başlatılan bu operasyon, yalnızca bir direniş hareketi olarak değil, Ortadoğu'nun siyasi ve toplumsal dengelerini de derinden etkileyen bir olay olarak yankı buldu. Operasyon, İsrail'in genişleme stratejilerine karşı bir meydan okuma niteliği taşırken, Arap toplumları, İran’ın “Direniş Ekseni” politikaları ve Batı'nın bölgedeki etkisi açısından da ciddi sonuçlar doğurdu. Bu operasyon, İsrail'in güvenlik stratejileri, Arap dünyasındaki rejimlerin durumu ve uluslararası sistemin yetersizliklerini ortaya koyan, küresel düzen üzerinde sarsıcı etkiler yarattı.
İsrail’in Güvenlik Algısındaki Dönüşüm
Aksa Tufanı Operasyonu, İsrail’in yıllardır geliştirdiği güvenlik ve istihbarat sistemlerinde ciddi zafiyetleri ortaya çıkardı. İsrail, kuruluşundan itibaren güçlü bir istihbarat sistemi kurarak bölgedeki tehditleri kontrol etmeyi hedefledi. Ancak Gazze merkezli bu direniş hareketi, İsrail'in istihbarat eksikliklerini ve güvenlik mekanizmalarındaki kırılganlıkları gözler önüne serdi. Hamas’ın gerçekleştirdiği beklenmedik saldırılar, İsrail’de güvenlik algısında önemli bir değişim yarattı ve ülkenin güvenlik paradigmasını yeniden gözden geçirmesi gerektiğini gösterdi.
İsrail’in genişleme stratejileri kapsamında Gazze üzerindeki abluka ve Batı Şeria’da süregelen yerleşim faaliyetleri, iç ve dış güvenlik tehditlerini daha da artırdı. Direnişin etkisini artırdığı bu süreç, İsrail toplumunda devletin güvenlik kapasitesine dair ciddi soru işaretleri doğurdu. Bu olaylar, İsrail iç siyasetinde de yeni bir gerilim dönemi başlattı. Güvenlik stratejilerindeki bu açmazlar, İsrail'in sadece siyasi değil, toplumsal düzeyde de güven kaybı yaşamasına neden oldu.
İsrail’in Siyasi ve Toplumsal Çatlakları
İsrail, kuruluşundan bu yana küresel söylem üstünlüğünü elinde tutarak bölgede meşruiyetini güçlendirdi. Özellikle Holokost mağduriyetinin yarattığı hassasiyet üzerinden Batılı ülkelerden geniş destek gören Tel Aviv yönetimi, bu süreç boyunca kendisine yöneltilen eleştirileri antisemitizm suçlaması ile bastırma stratejisi geliştirdi. Ancak Aksa Tufanı sonrası bu söylemin işlevselliğini yitirdiği gözlemlenmektedir. Hamas’ın operasyonu, İsrail'in bölgede kontrolü sağlamadaki güçlüklerini ortaya koyarken, aynı zamanda halkın devlete olan güvenini sarsan olaylara neden oldu. Süreç içinde İsrail istihbarat birimlerinin yaşadığı zorluklar, toplumda güvenlik kaygılarını artırdı ve iç siyasette yeni bir istikrarsızlık dönemine işaret etti.
İsrail’in saldırılarında sivil hedeflerin vurulması ve uluslararası hukuk normlarına aykırı eylemleri, özellikle Batı toplumlarında ciddi bir tepki uyandırdı. İsrail yönetimi gerek küresel medyada gerekse diplomasi alanında üstünlük sağlamak için büyük çaba sarf etse de bu operasyon sonrasında kamuoyunda oluşan yeni algı, işgal devletinin dokunulmazlık algısını sarsmıştır. Bu gelişmelerin orta vadede İsrail'in diplomatik pozisyonunu ve dış desteğini zayıflatabileceği öngörülmektedir.
Filistin Direniş Hareketinde Yeni Yaklaşımlar
Aksa Tufanı, Filistin direniş hareketinin stratejik anlamda dönüşüm geçirdiği bir dönem olarak öne çıkmaktadır. Aksa Tufanı Operasyonu, Filistin direniş hareketinin stratejik ve operasyonel bir değişim sürecine girdiğinin en somut göstergelerinden biridir. Hamas ve Kassam Tugayları, geleneksel çatışma taktiklerinin ötesine geçerek daha inovatif bir direniş anlayışı geliştirdi. Yüksek teknoloji kullanımı ve çok boyutlu saldırı stratejisi, direnişin etkinliğini artırdı. Hamas, Gazze’de geliştirdiği stratejik önlemler sayesinde İsrail’in istihbarat ağlarını aşarak operasyonlarını sürdürmeyi başardı.
Bu operasyon, Filistin direnişinin sadece fiziksel değil, psikolojik bir boyuta da sahip olduğunu kanıtladı. İsrail'in bölgedeki üstünlük iddialarına karşı güçlü bir meydan okuma oluşturan bu direniş, küresel çapta da yankı buldu. Filistin halkının bağımsızlık mücadelesine destek veren toplumsal hareketler, Aksa Tufan’ının ardından güçlendi ve Filistin davasının dünya kamuoyunda daha görünür hale gelmesine katkıda bulundu.
Arap Rejimleri ve Toplumsal Baskılar
Ortadoğu’daki Arap rejimleri, uzun yıllardır İsrail’in Filistin politikalarına karşı sınırlı bir duruş sergilemiş; İsrail ile ekonomik ve diplomatik ilişkilerini geliştirme yönünde adımlar atmıştır. 2017’de ABD’nin büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararı ve ardından gelen İbrahim Anlaşmaları, Arap ülkeleriyle İsrail arasında normalleşme sürecini hızlandırmıştır. Ancak 7 Ekim’de başlatılan operasyon, Arap toplumlarında büyük bir tepkiye yol açarak bu normalleşme sürecini sorgulamaya açmıştır. Arap liderleri, halkın taleplerine kayıtsız kalmanın siyasi maliyetinin farkında olsa da Batı ile ters düşme endişesiyle İsrail’e yönelik sert bir tepki göstermekten kaçınmaktadır.
Gazze'de yaşanan insani krizler, Arap halklarının Filistin davasına olan duyarlılığını canlandırmış ve Arap liderlerinin bu konuda daha proaktif bir tutum alması yönünde toplumsal baskıyı artırmıştır. Suudi Arabistan ve Mısır gibi bölgenin önde gelen ülkelerinin, İsrail ile normalleşmeyi devam ettirirken aynı zamanda Gazze’ye yönelik desteği artırmaları gerektiği yönündeki toplumsal baskı, Ortadoğu’daki siyasi denklemi karmaşıklaştırmaktadır. Bu durum, bölgede yeni bir toplumsal hareketlenmenin önünü açabilir ve rejimlerin bu taleplere nasıl yanıt vereceği, önümüzdeki dönemde bölgesel siyasetin ana belirleyicilerinden biri haline gelebilir.
İbrahim Anlaşmaları: İçeriği ve Ortadoğu’da Yaratacağı Etkiler
Bilmeyenler için kısaca değinecek olursak 2020 yılında imzalanan İbrahim Anlaşmaları, İsrail’in Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn ile diplomatik ilişkiler kurmasını sağlayan önemli bir dönüm noktası oldu. Bu anlaşma, İsrail ve bazı Arap ülkeleri arasındaki diplomatik normalleşmeyi hedefleyen bir dizi antlaşmanın ilk adımı olarak kabul edilmektedir. ABD’nin aracılık ettiği bu anlaşmalar, daha önce İsrail ile diplomatik ilişkileri olmayan veya resmi olarak çatışma halinde bulunan Arap ülkeleriyle ilişkilerin normalleşmesini teşvik etti. Sonraki yıllarda Sudan ve Fas da İsrail ile ilişkilerini normalleştirme sürecine katıldı.
İbrahim Anlaşmaları, İsrail’in uzun süredir Arap dünyası ile ilişkilerini normalleştirme girişimlerinin sonucunda atılan somut bir adımdır. İsrail ve BAE ile Bahreyn arasında imzalanan anlaşmalar, karşılıklı olarak büyükelçilikler açılması, ticaretin ve ekonomik iş birliğinin artırılması, bilim ve teknoloji alanlarında iş birliği yapılması ve turizmin teşvik edilmesini kapsamaktadır. Bu anlaşmaların odak noktasında, ülkeler arasındaki diplomatik ilişkilerin resmi olarak başlatılması ve siyasi, ekonomik ve güvenlik alanlarında iş birliğinin genişletilmesi yer almaktadır.
İbrahim Anlaşmaları, Arap ülkeleri ile İsrail arasındaki dini, kültürel ve siyasi farklılıkların ötesine geçilmesi gerektiğini savunan bir yaklaşımla hareket etmektedir. ABD öncülüğünde gerçekleştirilen anlaşmaların, İsrail’in bölgedeki konumunu güçlendirmesi hedeflenirken, Arap ülkeleri için de ekonomik ve askeri iş birlikleri yoluyla yeni fırsatlar oluşturulması amaçlanmaktadır. Bu anlaşma ile özellikle BAE, ABD’nin onayını alarak modern savaş uçakları ve gelişmiş savunma sistemleri gibi askeri teknolojilere erişim sağlama imkânı buldu.
Anlaşmanın Arka Planı ve Motivasyonları
İbrahim Anlaşmalarının arka planında, birkaç temel stratejik motivasyon öne çıkmaktadır. Bunlardan biri, İran’ın Ortadoğu’daki nüfuzunu sınırlama çabasıdır. Anlaşmanın tarafları, özellikle İran’ın Suriye, Lübnan ve Yemen gibi ülkelerde artan etkisini dengelemek amacıyla ortak bir stratejik cephe oluşturmayı hedeflemiştir. ABD, İran karşısında bölgedeki Arap ülkeleri ile İsrail’in daha yakın iş birliği içinde olmasını desteklemektedir.
Diğer bir motivasyon ise, ekonomik kalkınma arayışıdır. BAE ve Bahreyn gibi Körfez ülkeleri, uzun vadede petrole dayalı ekonomilerini çeşitlendirme çabası içerisindedir. İsrail ile yapılan anlaşmalar, bu ülkelerin teknoloji, finans, sağlık ve turizm gibi alanlarda gelişmiş bir ortakla iş birliği yapmasına olanak tanımaktadır. Özellikle BAE ve İsrail arasında hızla gelişen ticaret, teknolojik iş birlikleri ve yatırımlar, ekonomik bağların güçlenmesine katkı sağlamaktadır.
Arap Dünyası ve Ortadoğu’da Yeni Güç Dengeleri
Son savaş, Ortadoğu’daki Arap rejimlerinin İsrail karşısındaki tutumunu yeniden sorgulamalarına yol açtı. 2017'de ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararından sonra başlayan normalleşme süreci, İbrahim Anlaşmaları ile hızlanmıştı. Ancak Gazze’deki direniş hareketinin yükselişi, Arap toplumlarında büyük bir tepki doğurdu. Toplumun Filistin’e verdiği destek, Arap rejimlerini İsrail’e karşı daha temkinli bir politika izlemeye zorladı. Arap liderleri, Batı ile olan ilişkilerini sürdürme kaygısıyla İsrail’e karşı mesafeli bir duruş sergilese de halktan gelen Filistin yanlısı talepler, bölgedeki toplumsal dinamikleri değiştiriyor.
Bu süreçte İran ve Direniş Ekseni olarak adlandırılan blok, Ortadoğu’daki jeopolitik denklemde stratejik bir rol oynamaya başladı. İran, Filistin davasına verdiği destekle bölgede etkinliğini artırmayı hedefliyor. Hamas’ın Aksa Tufanı ile İsrail’e karşı gösterdiği direnç, İran’ın bölgedeki etkisini ve güvenilirliğini artırma konusunda ona bir avantaj sağladı. İran’ın Filistin konusundaki bu etkisi, Batı dünyası ve İsrail tarafından yakından izlenmekte ve bu durum, Ortadoğu’nun jeopolitik dengelerini karmaşıklaştırmaktadır.
İran ve Direniş Eksen’inin Yeni Rolü
İran, Filistin davasını destekleyen ve kendini direnişin lideri olarak konumlandıran bir ülke olarak, bu operasyon sonrası bölgedeki nüfuzunu yeniden değerlendirmek durumunda kalmıştır. Özellikle Hizbullah ve diğer müttefik grupların İsrail'e karşı eylemlilik durumu, Tahran yönetiminin İsrail ile olan güç mücadelesinde elini güçlendirmiştir. Ancak bu destek, İran’ın fiili bir müdahalede bulunma ihtimali ile karşı karşıya kalmasına yol açmıştır.
İran’ın stratejik hamleleri, aynı zamanda bölgedeki vekil grupların etkinliğini artırmaya yönelik bir dengeyi de gözetmektedir. Özellikle Yemen’deki Husi hareketi gibi unsurlar, Aksa Tufanı Operasyonu’nu destekleme yönünde güçlü bir motivasyona sahiptir. İran’ın bu gruplara verdiği destek, ABD ve İsrail tarafından yakından izlenmekte olup, bu durum Ortadoğu’daki çatışma ortamını daha karmaşık bir hale getirmektedir.
Uluslararası Hukukun Sınanması
Gazze’de yaşananlar, uluslararası hukukun ve uluslararası örgütlerin etkinliğini de ciddi biçimde sorgulamaya açmıştır. Birleşmiş Milletler (BM) ve diğer uluslararası kurumların Gazze’deki insan hakları ihlallerine yeterli tepki gösterememesi, bu yapıların reform ihtiyacını yeniden gündeme getirmiştir. Uluslararası hukukun ihlal edilmesine karşın etkin bir yaptırım uygulanamaması, küresel sistemin adalet ve güvenlik sağlama konusundaki zaaflarını açığa çıkarmıştır.
Birleşmiş Milletler (BM) ve Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) gibi yapılar, İsrail’in Filistin topraklarındaki insan hakları ihlalleri karşısında yeterince etkili olamamasıyla eleştirilerin hedefi oldu. BM Genel Sekreteri’nin Gazze’ye erişiminin engellenmesi ve İsrail tarafından "istenmeyen adam" ilan edilmesi, bu kurumların sadece sembolik düzeyde işlev gösterdiğini düşündürdü. Bu yetersizlik, BM gibi uluslararası kurumların reform ihtiyacını bir kez daha gündeme taşıdı.
İsrail’in sivil hedeflere yönelik saldırıları ve insan hakları normlarını ihlal etmesi, Batı merkezli uluslararası hukuk sisteminin sorgulanmasına yol açtı. Bu olaylar, uluslararası sistemin adalet sağlama konusundaki zaaflarını açığa çıkararak, küresel kamuoyunda daha etkin bir hukuk düzeni ihtiyacına işaret etti. Bu süreç, gelecekte daha güçlü ve tarafsız bir uluslararası hukuk sisteminin yapılandırılması gerekliliğine dair düşünceleri pekiştirdi.
Batılı Güçlerin İkilemi ve Küresel Kamuoyunun Tepkisi
Filistin’de yaşanan olaylar, Batılı ülkelerin İsrail’e koşulsuz desteğini yeniden tartışmaya açtı. İsrail’in genişleme politikaları karşısında Batı’nın sessiz kalması, bu ülkelerin insan hakları konusundaki söylemlerinin çifte standart olarak algılanmasına yol açtı. ABD ve Avrupa’nın İsrail’e olan desteği, bu ülkelerde kamuoyu tarafından eleştirilmekte ve Gazze’deki insani krizlerin yayılmasıyla birlikte Batı kamuoyunda daha yüksek sesle dile getirilmektedir.
Sosyal medyada hızla yayılan Gazze görüntüleri ve Filistin yanlısı gösteriler, İsrail’in kamu diplomasisinde zorluk yaşamasına neden oldu. Filistin’e yönelik destek kampanyalarının Batı toplumlarında artması, İsrail’e yönelik eleştirilerin güçlenmesine neden olarak bu ülkelerin dış politikasında yeni bir baskı unsuru oluşturabilir. Bu durum, Batılı devletlerin İsrail’e olan desteklerini gözden geçirme gerekliliğini ortaya çıkarıyor.
Dinin Uluslararası İlişkilerde Artan Rolü
Son savaş, dini unsurların uluslararası ilişkilerde giderek daha önemli bir rol oynayabileceğini gösterdi. İsrail’in genişleme politikalarında Yahudi teolojik referanslara yaptığı vurgular, bölgedeki çatışmanın sadece politik değil, dini bir nitelik kazandığını ortaya koymaktadır. Özellikle Yahudi teopolitik unsurların İsrail’in stratejik hedeflerini şekillendirmesi, bölgedeki İslami direnişin daha güçlü bir motivasyon kazanmasına neden olmuştur.
Ortadoğu’da Yahudi ve İslam teolojilerinin belirleyici bir rol oynaması, bölgedeki çatışmanın çözümünde seküler bir bakış açısının yeterli olmayacağını göstermektedir. Bu durum, uluslararası ilişkilerde dini unsurların giderek daha fazla rol oynayacağını ve gelecekte dinin, uluslararası sistemde başat bir paradigma olarak öne çıkabileceğini göstermektedir.
Uluslararası Tepkiler ve Sessizlik
Filistin temelinde dünyada yaşanan ihlaller, uluslararası toplumun zayıf tepkisiyle karşılaşmaktadır. Filistin’deki insan hakları ihlalleri, Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kuruluşlar tarafından birçok kez kınanmış olsa da özellikle ABD ve Avrupa ülkelerinin İsrail’e yönelik desteği bu kınamaların sonuçsuz kalmasına yol açmaktadır. BM’nin, Gazze’deki abluka veya Batı Şeria’daki yerleşim faaliyetleri konusunda yaptırım uygulayamaması, Filistin halkı için adaletin sağlanmasını zorlaştırmaktadır.
Diğer bölgelerde yaşanan ihlaller ise, devletlerin küresel ekonomik gücü ve küresel etkisi nedeniyle sınırlı tepkilerle karşılanmaktadır. Birçok ülke, küresel güç olarak adlandırılan devletlerle olan ticari ilişkilerinin zarar görmemesi adına, hak ihlalleri konusunda sessiz kalmayı tercih etmektedir. Özellikle Müslüman ülkelerin Müslüman milletlerin uğradığı zulme karşı sessizliği, uluslararası toplumda büyük bir hayal kırıklığı yaratmaktadır. Bu bölgelerdeki baskılara yönelik uluslararası tepkilerin zayıf kalması, insan hakları ihlallerinin daha da derinleşmesine yol açmaktadır.
Ortadoğu ise daha karmaşık bir durumun içindedir. Bölgedeki enerji potansiyeli sebebiyle küresel güçlerin çıkar çatışması yaşanan bölgede özellikle ABD desteğinde kurulmaya çalışılan sözde Kürdistan için bölgenin hakimiyet altına alınması ve oradaki başta Türkler olmak üzere diğer milletlerin direnişinin kırılması önem arz etmektedir. Bu sebeple küresel medya bu bölgede yaşananlara karşı sessiz kalmakta ve Türk kimliğine karşı yapılan saldırılara tepkisiz kalmaktadır.
Sonuç ve Değerlendirme
Aksa Tufanı Operasyonu, bölgesel ve küresel ölçekte yeni dinamikleri tetikleyerek Ortadoğu’da uzun vadeli değişimlerin önünü açmaktadır. İsrail’in varoluşsal korkularını derinleştiren bu süreç, Arap liderlerini toplumlarıyla yüzleşmeye, İran’ı ise bölgedeki rolünü yeniden değerlendirmeye zorlamaktadır. Uluslararası sistemin zayıf noktalarını gözler önüne sererek, bölgesel güçler için yeni fırsatlar ve riskler yaratmaktadır. Bu operasyonun etkilerinin uzun yıllar boyunca bölgesel siyaseti ve küresel dengeleri şekillendireceği öngörülmektedir.
Savaş, İsrail-Filistin çatışmasının ötesinde, Ortadoğu ve küresel düzeyde uzun vadeli bir dönüşüm sürecini tetikleyen bir olay olarak tarihe geçmiştir. Savaş ile beraber küresel boyutta oluşan gerilim dünyayı yeni bir savaş korkusunun içine sokmaktadır. Bu süreçte İsrail’in güvenlik stratejileri ve kamuoyundaki imajı ciddi biçimde sarsılmış, toplumlarının Filistin davasına verdiği destek artmış ve Batı’nın çifte standartlı dış politikası sert eleştirilere maruz kalmıştır. Bu süreç, Batılı güçlerin küresel etkinliğine meydan okuyan yeni güçlerin önünü açarken, dinin uluslararası ilişkilerdeki etkisinin de giderek arttığını göstermektedir. Bölgede yaşanan gerilimler, İsrail-Filistin çatışmasının çok ötesinde, uluslararası düzenin zayıf noktalarını ve küresel dengelerdeki kırılganlığı açıkça gözler önüne sermiştir. Bu olay, Batı merkezli düzenin tarafsızlık konusundaki zaaflarını gün yüzüne çıkararak, küresel bir adalet arayışını yeniden gündeme getirmiştir. Çok kutuplu bir dünya düzeni ihtiyacı, BRICS gibi Batı dışı ittifakların güçlenmesine zemin hazırlarken, dinin uluslararası ilişkilerdeki etkisini artıran yeni bir paradigmanın ortaya çıkmasına da işaret etmektedir.
Özellikle Ortadoğu temelinde farklı etnik gruplara ve mezheplere dayalı uydu devletlerin kurulma hayali bölgedeki enerjiyi yönetmek isteyen küresel güçlerin iştahını kabartmaktadır. Bu amaç uğrunda en büyük tehdit bölgede etkin ve güçlü bir Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığıdır. Bölgede söz sahibi olan askeri ve ekonomik yönden güçlü bir Türkiye bu ülkelerin planlarını bozabilecek tek faktör olarak öne çıkmaktadır. Bu sebeple ülkemiz üzerinde devamlı olarak farklı senaryolar ile zayıflatma oyunları oynanmaktadır. Bunun için ülkemizin güçlü durması ve bölgede gerekli pozisyonları alma konusunda geç kalmaması gerekmektedir. Bu bölgenin gerekliliği olarak güçlü ordu ve güçlü ekonomiye sahip istikrarlı bir ülke olmamız gerekmektedir.
Kaynakça
- Arı, M. & Doğan, Z. (2024). "Aksa Tufanı Operasyonu ve Direniş Ekseni Üzerindeki Etkileri." Uluslararası Güvenlik Stratejileri Dergisi, 21(2), 103-118.
- Demir, R. (2020). "İran ve Direniş Ekseni: Ortadoğu’da Yeni Güç Dengesi." Uluslararası Güvenlik ve Terörizm Dergisi, 15(4), 145-160.
- International Crisis Group. (2023). "Israel-Palestine: New Dynamics in a Protracted Conflict." Middle East Report, 234, 1-34.
- Kaya, S. (2023). "İsrail-Filistin Çatışmasının Ortadoğu'daki Jeopolitik Dinamiklere Etkisi." Ortadoğu ve Küresel Siyaset Dergisi, 18(1), 45-62.
- Küçük, B. (2021). "Ortadoğu’da İbrahim Anlaşmaları ve Yeni Bölgesel Dengeler." Ortadoğu ve Afrika Çalışmaları Dergisi, 13(1), 201-223.
- Yalçın, H. (2019). "Ortadoğu’da İsrail-Filistin Sorununun Tarihsel ve Siyasal Boyutları." Ortadoğu Araştırmaları Dergisi, 25(2), 89-112.