< < BEYİN FIRTINASI


BEYİN FIRTINASI

TÜRKİYE'NİN EKONOMİSİNDE GELİNEN SON DURUM VE OLABİLECEK GELİŞMELER

 

KONUK: SELAHATTİN ALTIER

 

 

I- GİRİŞ

 

Prof. Dr. ÜMİT ÖZDAĞ:

 

Bu hafta seçim dönemini ekonomik olarak ele alacağız. Konuğumuz Selahattin Altıer. Biliyorsunuz sayın Altıer daha önce AKP döneminin ekonomik değerlendirmesini iki bölümden oluşan bir yazıda gerçekleştirdi,bunlardan bir tanesini özel bir rapor olarak dağıttık merkez bankasında,iş dünyasında ve basında da ciddi yer aldı, dikkat çekti, tartışmaya neden oldu ardından dergimizin (21.yüzyıl dergisin) ilk sayısında değerlendirmelere devam edildi.Bugün ele alacağımız konuyu ise üçüncü sayımızda (21.yüzyıl dergisinin üçüncü sayısında) bir makale, bir rapor olarak tekrar değerlendireceğiz..

 

Sözü daha fazla uzatmadan sayın Altıer'e bırakmak istiyorum.

 

II- SELAHATTİN ALTIER'İN DEĞERLENDİRMELERİ:

 

Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Ekonomik durumu her birimiz izliyoruz, burada ekonomide herkesin bildiği konuları tekrarlamaktan ziyade kısa bir sunumdan sonra ekonomide varılan noktaları karşılıklı olarak beyin fırtınası şeklinde tartışmak istiyorum. Bu yolu izlersek hem birbirimize katkımız olacak hem de bundan sonraki dönemde ilerleyeceğimiz yolu daha iyi belirleyebileceğiz.

 

Hatırlanacağı üzere 1999 yılında Ecevit Hükümeti zamanında IMF ile bir stand-by anlaşması yapıldı ve önümüze 6 milyar dolarlık bir kredi imkanı konuldu, o zamanki Türkiye'nin ekonomik boyutlarındabu para büyük bir imkan olarak görülüyordu, oysa bugün bu para neredeyse borsada bir günde dönen paranın yarısıdır. IMF bize bu programı sunduğunda Türkiye de ithalat ve ihracat arasında büyük fark yoktu ve

 

Türkiye'nin borç toplamı 230 milyar dolar civarındaydı, o dönemde cari açığımızda hemen hemen yoktu, döviz gelir ve giderimizi denk getirebiliyorduk, şimdilerde ise, cari açık çok konuşulur oldu, hatta sokaktaki simitçi bile cari açıktan bahseder hale geldi. Ben T.C. Merkez Bankasında 1995-1996 yıllarında görevliydim ve IMF masasına bakıyordum, bu dönemlerde de önemli bir cari açığımız ve IMF ye borcumuz yoktu.

 

Şimdi geriye dönüp fotoğraflar çekersek önce Ecevit hükümeti arkadan 1999 yılında iktidara gelen DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetleri dönemlerinde IMF ve dış güçler ülkemize globalleşme ve liberalleşmenin yararlı olacağı ve Türkiye'nin daha hızlı büyüyeceği düşüncesini empoze etmiş ve bu hükümetler IMF ile stand-by kredi anlaşması yaparak bu anlaşmayı yürütmeye çalışmışlardır. Hepimiz hatırlarız ilk başlarda işler iyi yürümüş ancak bir döviz kuru ayarlanması yapılmadan program uygulanmaya başlandığından ve program gerekli ayarlamalar yapılıp iyi yürütülemediğinden belki de koalisyon hükümeti nedeniyle 2001 krizine kadar gelinmiştir. Hatırlanacağı üzere kriz sonrası Derviş döneminde de yine mevcut program revize edilmiş ve IMF den daha fazla (30 milyar civarı) borçlanılarak programa devam edilmiştir.

 

Günümüzden geçmişe bakıldığında o gün yaşananlar daha iyi görünmektedir. O dönemde Türkiye'ye belli bir döviz borcu veriliyor, serbest kur sistemine geçiliyor ve yüksek reel faiz ödenmesi sistemi oturtuluyor ve de bu sistem o günden günümüze kadar devam ettiriliyor. Tabi ki koalisyon hükümeti başarılı olamadığı için Tayyip Erdoğan'ın önü adeta gizli bir el tarafında açılarak, Tayip Erdoğan'ın başkanlığında bir hükümet 2002 yılında iktidara geliyor. Hepimiz hatırlarız Siirt milletvekilliği boşaltılıp Tayyip Erdoğan milletvekili oluyor Erbakan'a bir türlü bitmeyen siyasiyasak getiriliyor. Ancak burada konununderinliğine girmek istemiyorum. 2002 yılında iktidara gelen AKP de İMF politikalarına sıkı sıkı yapıştı ve bugünlere gelindi. AKP iktidara geldiğinde iç borcumuz 100 milyar dolar dış borç 130 milyar dolara idi. Şimdi ise iç borç ve dış borç toplamı 400 milyara ulaştı. Türkiye Cumhuriyetinin 80 yılda yaptığı borç kadar borç 4 yılda yapılmış oldu. Bugün 400 milyar dolar borç ve 100 milyar dolar sıcak para ile karşı karşıya bulunmaktayız. Yani ülkemiz üzerine 500 milyar dolar yük bindirilmiştir. Tek olumlu gösterge döviz rezervimizin 30 milyar dolardan 60 milyar dolara çıkmış olmasıdır. Türk halkı bankalara 100 milyar dolar borçlandırılmış vaziyettedir. Bunun 70 milyar doları tüketici kredileri, 20 milyar doları konut kredisi, 10 milyar doları araba kredileridir. Karşımıza 500 milyar dolar borçlu, devamlı reel faiz ödeyen bir ülke çıkmıştır.

 

Tabii ki bu noktalara gelirken IMF nin bir takım öngörüleri olmuştur, örneğin, T.C. Merkez bankası Kanununda Atatürk zamanın,da konulmuş "TCMB kalkınmayı teşvik eder" diye bir madde vardı, bu maddeylekaldırttılar yerine "TCMB fiyat istikrarını sağlar", maddesini koydular bankalar aracılığı ile özel sektöre verilen reeskont kredilerini kapattılar, hazineye konjonktürel ihtiyaç için verilen krediyi kapattılar, böylece hem özel sektörün hem de hazinenin boğazını sıkıp dış borçlanmaya ve devlet mallarının satışına yönlendirdiler. Türk özel sektörünün hemen hemen hiç dış borcu yokken bugün özel sektör 130 milyar doların üzerinde borçlu hale geldi veya getirildi. Bu arada Hazine Dünyada eşi olmayan %13-15 gibi reel faiz ödemeye devam etti, borçlanmanın büyümesinde dış konjonktür kadar bu reel faizlerde rol oynadı.

 

Şimdi diyebiliriz ki AKP bunlara rağmen 2007 seçimlerini kazandı peki nasıl oldu? Cevap, halk 2001 krizinden o kadar korktu (veya korkutuldu ki) ki ya daha kötü durum olursa endişesiyle hareket etti. Yani çok sevdiklerinden değil de korkularından dolayı AKP ye oy verdiler.

 

Şimdi kısaca 2001 krizine dönelim birde dünyada neler oluyor onlara bakalım. 2001 krizi sırasında bir Demirbank olayı yaşandı, bu bankanın elinde hazine bonoları vardı, kendilerine söz verilmiş ben bu bonoları istediğin zaman nakde çeviririm sen bu bonoları satın al diye, bankada kar amacı ile almış. Kriz anında Türk parası likidite sıkıntısı doğduğunda ben senin bonolarını kırmam nakde çevirmiyorum deniliyor, yani devletin kağıdını Merkez Bankası satın almam diyor, böyle bir durumda Dünyanın neresinde olsa bir banka iflas eder. En belirgin olay olduğu için Demirbank'ı söylüyorum. Benzer olaylar da var. Bu güne gelirsek Avrupa ve Amerika'da geçenlerde bir nakit para krizi yaşandı, Avrupa'nın en büyük bankalarından Fransız Bank Paribas nakit sıkıntısından neredeyse iflas noktasına geldi, aynı Demirbank gibi likidite sıkıntısına girdi, bunu gören Avrupa Merkez Bankası (AMB) hemen bir operasyon ile bir para politikası oluşturdu ve sırf bu bankayı kurtarmak için bir günde piyasaya 145 milyar Euro pompaladı, böylece söz konusu banka elindeki bonoları paraya çevirip likidite problemini çözdü, benzer para operasyonları ABD'de de yapıldı. Şimdi düşünüyorum 2001 krizinde eğer TCMB hazine bonoları karşısında birkaç bankanın likidite ihtiyacını karşılasaydı belki de kriz olmayacaktı. Hepimiz hatırlarız o günlerde yüzde yedibinlere varan Türk Parası faizleri doğdu. Merkez Bankası ise orada eli kolu bağlı duruyordu, halbuki AMB bir günde krizi önlemek için gereğini yaptı, 145 milyar Euro'yu piyasaya bir günde verdi ve takviyeye de devam etti, bankalarını çökertmedi. Geriye baktığımızda bence bu kriz bilinçli yaratılmıştır, Türkiye' yi daha fazla borçlandırmak devlet mallarına hatta özel malları yabancılara sattırmak için. Kriz olunca ne oldu, o gün dolar altıyüzbin TL'den birmilyonikiyüzbin TL ye çıktı bugüne kadar 5 yıldır aynı seviyede duruyor. İnsan düşünüyor madem ki döviz tutulabilecekti, o dönemde TCMB piyasaya biraz para verseydi ve döviz kurunu makul bir düzeyde düşürseydi bu kadar büyük kriz belasıyla karşı karşıya kalınmayacaktı. Kanımca kriz belkide dış güçlerce (buna IMF de dahil olabilir) planlanmış bir olaydı. Türkiye'yi ani bir krize sokup arkasındanülkenin borçlarını ikiye katlanması ve 100 milyar dolar sıcak parayı içeri sokup devlet mallarının satılmasına yol açılması bu konudaki görüşümüzü desteklemektedir. Sıcak parayı çekmek için aşırı reel faizler ödendi, hesap yapılmış 2001 yılında 100.000 dolar sıcak para getiren yabancının parası 5 yıl sonra görülmemiş bir şekilde 500.000 dolar olmuş, tabii ki yabancıanaparasını katladığı gibi karının sadece bir kısmı ile Türk piyasalarında oynar hale gelmiş.

 

Bu gelişmeler karşısında krizin özel olarak yaratıldığı, devletin ve özel sektörün borçlandırılması ve devlet mallarının satışı suretiyle ülkemizin boyunduruk altına alınmak istendiği görüşü doğmaktadır. Nitekim ülkemizdeki 2001 krizinin ardından ABD'nin Irak'ı işgal etmesi tesadüf müdür? Eğer ekonomik olarak çok daha güçlü bir ülke olsaydık, bu kadar borçlu olmasaydık ABD Irak da belkide bu kadar rahat dolaşamayacaktı. Günümüzden geriye baktığımızda bende bu kanaat doğuyor, olayları kronolojik olarak sıraladığımızda bu kadar tesadüfler zinciri olamaz. Neden o zamanTCMB makul bir miktarda bir Türk parasını Avrupa Merkez Bankası gibi (AMB) gibi piyasaya vermedi, onu sorgulamak lazım.

 

Şimdi günümüze gelirsek, sayın hocamın dediği gibi ekonomi bu günden sonra nereye gider? Birazda bunu açıklayalım; Yeni hükümet kanımcamuğlakbirprogram açıkladı, bakıldığında mevcut ekonomi politikasının aynen devam edeceği kanaati doğuyor veekonomik sistem dolara endekslenmiş durumda. Elektrik zammı yapılmıyor nedeni elektrik birim fiyatları dolar ile tespit edilmiş ve dolara endekslenmiş, dolar artmadıkça elektrik fiyatları da aynen kalıyor. Döviz fiyatları sabit olduğundan akaryakıt fiyatları kur nedeniyle artmıyor, ithal malları ucuza geliyor ve bu nedenle de enflasyon yavaşlamış görünüyor. AKP'nin yeniden iktidara gelmesinin nedenlerinden biride budur, çünkü ucuz ithal malları sayesindevatandaşların büyük bir kısmı otomobil gibi mallara ulaşabiliyor, yabancı mallar karşısında alım gücü artmış oluyor, ancak enflasyon devam ettiğinden yerli mallar ise vatandaş için pahalılaşıyor, özetleyerli mallar pahalılaştığından ithal mallar ucuz kalıyor bu da ithalatın hızla artmasına neden oluyor. Nitekim son 5 yılda ithal malların fiyatları aynı kaldığı halde; yerli bir çok malda fiyat artışları(enflasyon) yüzde yüzleri geçiyor, sonuçta yerli ve ithal malları arasındaki nispi fiyat dengesi de değişiyor ve ithalat hızla artıyor, 180 hatta 200 milyar dolarlara gidiyor. Bu gelişme ihracatımızı da etkiliyor, ihraç malları içerisindeki ithal girdi miktarı artıyor, örneğin elektronik sanayinde ithal girdi oranı %95'lere kadar çıkıyor. Sanayide ithal mallar rekabetine dayanamayıp yavaş yavaş ölüyor ve montaj sanayine dönüyor, istihdam yaratmayan ve ülkemize pek katkı sağlamayan bir sektör haline dönüşüyor . Bu gelişmelerin sonucu da ortadadır, son aylık ithalat rakamı 15 milyar doları aştı, yılık 180 milyar dolara doğru gidiyor. İhracatımız 100 milyar dahi olsa açık 80 milyar dolar oluyor. Türkiye'nin 80 milyar dolarlık dış ticaret açığını uzun vadede absorbe etmesi mümkün değildir. Bu rakamlar artıkABD'nin veya sıcak paranın halledebileceği ( İngilizce deyimi ile "cover" edebileceği ) noktaları aşmıştır. Diğer yandan özel sektör 130 milyar dolar borçlanmış durumda, bu paraya yıllık %7 oranında faiz ödense dahisadece bu krediler için yılda 10 milyar dolar faiz ödenmesi gerekiyor, buna 80 milyar dolar dış ticaret açığı eklenirse sadece bu iki kalem için 90 milyar dolar bulmak lazım. Sıcak paralara ödenen meblağlar da buna eklenirse yükün büyüklüğü ortadadır. Oysa çok övünülen turizm en fazla 20 milyar dolar getirmektedir, turizm Ruslara hizmet eder hale gelmiştir, turizm hizmetleri ucuz olduğu için turist gelmekte fakat fazla bir döviz gelmemektedir.

 

Türkiye böyle bir durumu ancak bir süre daha devam ettirebilir. Reel faizlere dikkat edin , hazine bonosu faizleri %20nin altına indiği zaman ülkemizde hemen kriz belirtileri görülmektedir, geçen sene faizler %12'lere inmişti yabancılar hemen kriz gibi bir durum yaratmış ve doları 1,7 YTL'ye yükseltmişler, ama otoriteler hemen aman yapmayın biz faizleri yükselteceğiz deyip kapalı kapılar ardında faizleri tekrar %20'lere yükseltmişler idi, yabancılar dolarlarını 1,7 YTL'den satıp tekrar %20 faizli hazine bonosu almışlar, dolar tekrar 1,2 YTL'ye indiğinde hem kurdan hem de faizden para kazanmışlardı. Son 2 yıla baktığımızda faizler %12'lere doğru gelince yabancılar faizleri tekrar %20'lere yükselttiriyorlar, kur iniş binişlerinden de ayrıca para kazanıyorlar. Anlaşıldığı üzere faizlerin %20'lerin altına inmesi yabancıların iştahını kesmiyor, ayrıca faiz indi bindi oyunundan dadöviz kurları yoluyla büyük karlar sağlıyorlar.

 

Ekonomide bu gelişmeler olurken Türk finans sektörü de yabancıların eline geçmektedir. 2001 krizinin yarattığı korku ve ekonomideki pembe tablonun bozulacağı korkusu ile Türk banka sahipleri de bankalarını satmaktadırlar. Hüsnü Özyeğin gibi profesyonel bir kimsede bankasını ( Finans Bank) 3 milyar dolara sattı , sattı ama satılan Finans Bank 1 yılda 1 milyar dolar kar elde etti. Yabancılara satılan Türk Telekomun bu yılki karı 5 milyar dolar civarında çıkacak. Satılan bu önemli kuruluşlarda birkaç yıl içerisinde ülkemizin karşısına 15-20 milyar dolar civarında bir kar transferi yükü çıkaracaktır.

 

Bence bu günkü ekonomik tablo iki yıl daha devam edebilir, zira ülkemizin yabancılara satılacak devlet malı ve özel malları bitmektedir, az önce bahsettiğim döviz ödeme yükleri taşınamaz hale gelmektedir. Eğer hükümet önlem almaz ise çok korkunç durumlarla karşılaşacağını düşünüyorum. Şunu da vurgulayayım 20 milyar dolarlık devlet malı satıldı, Uzan gurubu mallarından da 10 milyar dolara yakın döviz sağlandı Uzan'ın dolaylıda olsa Türkiye aleyhine açtığı Uluslararası davalar 20 milyar dolar civarında, eğer bu davaları kazanırsa bu da hükümetin üzerine büyük yük getirecektir, bunu bir kenara bırakırsak, Petrol İş Sendikası başkanı devletin üretim yapan son kuruluşu Petkim'dir bunu sattırmayacağız, yaşatacağız demektir, ancak bu günkü durumda hükümetin Petkim'i satacağı anlaşılmaktadır, böyleceüretken ve karlı devlet kuruluşu kalmamaktadır.

 

Özel bankaların sanırım %35' i yabancıların eline geçti, yakında bu oran %50'yi geçecektir. Özel sektörün elinde AltarnatifBank kalmıştır oda satılma yolundadır. Sigorta sektörünün %90'ı yabancılara geçmiştir. Daha ilginci EczacıBaşı İlaç'da Çek'lere satılmıştır,Çanakkalede'ki salça fabrikasını da yabancılar satın almış, yabancılar diğer özel sektör fabrikalarını da satın almaya başlamışlardır, bakacağız ki 5 yıl sonra,sanıyorum bu hükümet bu koşullarda o kadar süre dayanamaz, Türkiye gerek borçlandırılma gerekse özel sektör ve kamu mallarının mülkiyeti açısından tam bir ekonomik işgal altında olacaktır. Bunun siyasi ve sosyal etkileri olacaktır. Kanımca hükümet bu işi iki yıldan fazla götüremez, çünkü dövizdeki gelişmeler hükümeti yavaş yavaş sıkıştırmaya başlamıştır, kamu personeline %2 zam verilmektedir, çalışanları bu kadar baskı altında tutabilecek midir.

 

Türkiye de en ucuz iki şey vardır bir tanesi döviz diğeri ise emek. Bu ucuz iki faktör üzerine kurulu sistem, bu iki faktörün birisinde oynama olması halinde çökebilir ve kontrolü çok güç olur. Bunu sadece biz görmüyoruz, TUSİAD ve TOBB de görüyor, zaten görmemeleri mümkün değil, Hazineyi uyardılar "reel faizleri düşürün, ekonomi bunu kaldırmıyor" diye,tabiî ki bunu diplomatik bir dille söylediler, bunun üzerine IMF temsilcisi çıktı " hayır, hazine bütçe açığı vermeyecektir, artan harcamaları kısın" dedi, bu, devlet biraz daha vergi koysun biraz daha zam yapsın, ama mevcut döviz kuru politikasını terk etmesin demektir. Sanırım gelen tehlikeyi Hükümette görüyor bir şeyler yapmak istiyor ama dış güçler onlarında elini kolunu bağlıyor, Merkez Bankası Hükümetten bağımsız fiyat istikrarını sağlayacağım diye en kolay yol olan reel faizleri yüksek tutuyor ve rahat bir yönetim ile fiyat istikrarı dışında ülkenin kalkınması, büyümesi ve refahı konularını görev edinmiyor. Sanıyorum hükümetin TCMB'na baskı yapmasını önlemek için IMF temsilcisi mevcut kur sisteminin değiştirilmemesi ve devlet harcamalarının kısılması konusunda açıklama yapmıştır ve mevcut durum hakkında Devletin içindede tartışmalar olmaktadır.

 

Hükümet yabancıların ekonomiye hakimiyetini engellemez, sanayimizi montaj sanayine dönmesini durdurucu ve istihdam sağlayıcı önlemler (bunun için faizler indirilmelidir ancak bu durumda dövizin yükseleceğini biliyorlar) almaz ise iki yıl içerisinde çok önemli reel ekonomik krizle karşı karşıya kalınacaktır.

 

Özetle söyleyeceklerim bunlar, rakamlar zaten herkesin malumları olduğundan rakamlarda detaya girmeye gerek olmadığını düşünüyorum, bu girişten sonra konuları tartışırsak daha faydalı olacaktır.

 

Prof. Dr. ÜMİT ÖZDAĞ:

 

O zaman artık bundan sonraki bölümü tartışma zeminine oturtalım ve bubeyin fırtınasına devam edelim.

 

III- BÖLÜM, TARTIŞMA:

 

CÜNEYT ÖZTÜRK:

 

Burada bir paradoks yok mudur? Yani hem ülkenin devlet ve özel sektör mallarının yabancıların eline geçeceğini konuşuyoruz hem de bu iki sene içerisinde ekonomik kriz olacak diyoruz, yabancılar bir krizle kendilerini karşı karşıya mı bırakacak, bu bir paradoks değil midir?

 

SELAHATTİN ALTIER:

 

Devlet malları hemen hemen bitti, geçen gün işittim Çukurova Gaz diye bir şirket oluşturulmuş onu satacaklar, EGO'nun gazını ayırdılar o bölümü de satacaklar, tramvay vs.de satacaklar. Artık marjinal kuruluşlar satılıyor, üretim yapan kuruluşlara ilaveten haklar, lisanslar, kullanım hakları satılmaya başlandı. Pektim de satılınca üretim yapan kuruluş kalmıyor. İki yıl sonra hemen hemen tüm kuruluşlarımız yabancıların olacaktır, doğal olarak yabancılar bu durumda kriz olsun istemezler, ancak ortama göre hareket ediyorlar, sanırım bir krizi onlarda tahmin ettiklerinden yaptıkları yatırımları amorti etmek için acele ediyorlar, Örneğin Türk Telekomu altı buçuk milyar dolara Oger aldı, Telekom'un bu yılki karı ( 2006) 2,5 milyar dolar, görüleceği üzere yatırımı 3-4 yılda amorti etmeye çalışıyorlar. Telekom'un bu karının ana nedeni hizmet fiyatlarının artmasıdır, yabancılar çok hızlı amorti edilebilen hizmet sektörü ve tekel kuruluşlara yönelmekte yeni yatırımlarla pek ilgilenmemektedir. Hizmet sektöründe döviz bazında fiyatlar çok yükselmiştir, ülkemizde toplu taşıma aracına 1,2 YTL'ye binilmektedir bu 1 dolar etmektedir, Manhattan'da da otobüs 1 dolardır, bu yılda 45 bin dolar gelir olanda, yılda 5 bin dolar geliri olanda 1 dolara belediye otobüsüne biniyor demektir.

 

Sonuçta Türkiye'deki yabancı yatırımcıda kriz olsun istemez ancak sistem kendi kendini çürütüyor, kendi urlarını üretiyor, Oger Telekom'u almış 4 yılda amorti ediyor ama Avrupa'da amorti süresi 15-20 yıl. Yabancılar şimdilik döviz kurlarını bu seviyelerde tutmaya çalışacaklardır. En azından yatırımlarını amorti edip karlarını döviz olarak yurtdışına çıkarana kadar. Zaten TCMB'de döviz kurlarının düşük tutulmasına yüksek faiz silahı ile yardımcı oluyor, kura müdahale etmiyor, Hazine de kurların düşük olmasına yardım ediyor, ihtiyacı yokken %20 ile piyasadan borçlanıyor, parayı götürüp Sıfır faizle TC Merkez Bankasına yatırıyor, sırf piyasadan para çekmek için, bu olacak şey değildir. Hazinenin ödediği faizi de sonuçta vatandaş ödüyor, diğer yandan da DPT'nin açıklamasına göre 2007'de vergi tahsilatı düşüyor. Ancak giderler artıyor, bütçe açığı büyümeye başlıyor. Hükümet bu açığı kapatmak için vergileri arttırıp mallara zam yapabilir, bu durumda halk bunu kaldıramayıp hükümetten önlem alınmasını isteyebilir, sonuçta sosyal rahatsızlıklar artabilir bu da krizin boyutunu arttırabilir. Diğer yandan ödenecek döviz faizleri cari açık ve kar transferleri de döviz kıtlığı yaratıp döviz kurlarını yükselmesine neden olabilir, bu da krizi tetikler, oluşabilecek uluslar arası gelişmelerde krizi tetikleyebilir.

 

Bugün Türkiye buğday, kağıt gibi ana ihtiyaç maddelerini ithal eder hale gelmiştir, doğabilecek en ufak döviz kıtlığında bu mallar ithal edilemez ise kriz aniden birkaç kat büyüyebilir. Eğer hükümet önceden tedbir alırsa 1 dolar= 2 YTL olur, eğer ani bir kriz olup piyasa ayarlama yaparsa 1 dolar = 5 YTL olur.

 

Özetle ülkemizde yatırım yapan dış güçler kriz istemez ama az önce belirttiğim şekilde onların inisiyatifleri dışında bir kriz gelişebilir bu nedenle bence paradoks durumu yoktur.

 

AYSUN EVLİYAOĞLU:

 

Krizin şiddetini ne görüyorsunuz? Yani 2001 krizinden daha mı şiddetli olur düşüncesindesiniz?

 

SELAHATTİN ALTIER:

 

2001 krizi ülkemiz açısından çok acemice doğmuş bir krizdir. Bahsetmiştim TCMB çıkıp Demirbank kağıtlarını kırsa idi bir kriz doğmayacaktı.

 

AYSUN EVLİYAOĞLU:

 

Peki o dönemde piyasaya ne kadar nakit vermesi gerekirdi? Nasıl bir rakamla o kriz önlenebilirdi?

 

SELAHATTİN ALTIER:

 

Krizden sonra IMF ile rakamlar revize edildi, şimdi rakamları net söyleyemem, yanlış olmasın ama bu revizeden sonra TCMB tüm bankalara para verdi, ancak verilen bu paranın %10'u krizden önce piyasaya verilseydi bu kriz doğmayabilirdi. Kriz tamamen finansal kriz idi. Ama bu sefer kriz olursa reel sektörde olacaktır. Bu çok daha tehlikelidir.

 

2001 krizi önceden halledebilirdi, kriz sadece dolar 1.700 TL'ye çıksın diye mi doğdu, TCMB piyasaya neden para vermedi, yoksa TCMB'nin bu parayı piyasaya vermesi engellendi mi? Aklım almıyor nasıl olurda TCMB ihtiyaca göre piyasaya para vermiyor, o zaman başkan Gazi Erçel idi, kendisini tanıyoruz. Nasıl böyle davrandı yorumlanması çok güç. IMF sen piyasaya para verme diyebilir. Böyle bir ortamda IMF'nin sözü dinlenir mi, AMB başkanı nasıl duruma göre piyasaya bir günde 100milyarlarca Euro'yu verdi. TCMB de bunu yapmalı idi.

 

Prof. Dr. ÜMİT ÖZDAĞ:

 

Ben de bir soruyla devam etmek istiyorum. Şimdi devlet mallarının satışı borçları kapamada kullanılıyor, peki özel sektörün yaptığı satışlardan gelen parayı Türk özel sektörü hangi alanlara yatırıyor? Bu konuda bir araştırma var mı? Bu para uçup gitmiyor herhalde, peki nereye gidiyor?

 

SELAHATTİN ALTIER:

 

Bu konuda KOÇ ile ilgili bildiklerimi söyleyeyim. TÜPRAŞ'ı sanıyorum 5 milyar dolara satın aldılar. Diğer yandan Telekom'u satın alan Oger yılda 2,5 milyar dolar kar ediyor yani Telekomun karı ile 2 yılda bir adet TÜPRAŞ satın alınabiliyor. Bu gidişle yabancılar sadece karları ile Türkiye'nin tüm kuruluşlarını satın alacaklar. Bu çok ilginç bir durum, sanırım KOÇ sattığı kuruşlardan (İZOCAM, DEMİRDÖKÜM) elde ettiği karlarla bu kredinin anapara ve faizini ödüyor olabilir. Finansbank'ı satan H. ÖZYEĞİN üniversite kuracağını açıkladı, yurtdışına yatırım yapıyor olabilir.

 

SORU:

 

Ben biraz da söylediğiniz rakamlar açısından bir ekleme ile katılmak istiyorum. Şimdi bu ithalat – ihracat rakamları biraz da realitenin dışında gibi geliyor bana, ihracatta gümrük terimlerinden bir tanesi hariçte işleme diğer biri ise dahilde işleme rejimi denen bir olay. Bunların asıl açılımı, örneğin siz Türkiye'den kumaş götürüyorsunuz Çin'de bunu bir mamul hale getirip ucuz işçilikten kazanma adına tekrar Türkiye'ye getirip satıyorsunuz. Bunu ihracat rakamı olarak koyuyorsunuz. Bir de dahilde işleme var ki o da bunun tersi diyelim ki Rusya'dan getiriyorsunuz malı Türkiye'de işleyip geri götürüyorsunuz bu da dahilde işlemedir. Bu her iki rakam da bir getirisi yok yani her ikisinin gelişinde ve gidişinde bir vergi tahsilatı yoktur. Ama bunların rakamlarını mesela hariçte işlemeden 5 milyon dolar dahilde işlemeden de 15 milyon dolar olsun toplamda ithalatın üzerine 20 milyon dolarlık bir yük daha koyuyoruz, ancak bunun bir vergilendirmeye tabi olmamasından dolayı hazineye bir aktarımı yok. Dolayısıyla bu 80 milyar dolarlık hadise bu şekilde şişirilmiş rakamlardan oluşuyor.

 

Bir de döviz kurları ile ilgili bir hadise var şimdi döviz yükselmesinin ticarette faydası var. Diyor ki ben şu kağıdı 25 cent e ihraç ettiğim zaman iç piyasada o 25 cent i Türk parasına çevirdiğinde para kazanıyor. Neden? Çünkü döviz 1.6-1.7 civarında ama 1.2 de kaldığı zaman ben bunu 25 cent e ihraç edemem o zaman 75 cent e ihraç etmem lazım ki doları Türk parasına çevirdiğim zaman kaybım olmasın. Yani döviz yükselmesinin ekonomiye bu noktada faydası vardır. İstikrar yorumlarınıza da aynen katılıyorum.

 

SELAHATTİN ALTIER:

 

Döviz işinde iki menfaat grubu var, biri reel sektör diğeri de borsacılar, sıcak paracılar, sıcak para 100 milyar dolar belkide daha fazla. Döviz kuru %10 yükselse sıcak paracılar 10 milyar dolar kaybediyor. Bu yatırımcılar dolar bazında zarar etmemek için kuru düşük tutmak istiyorlar. Diğer bir menfaat grubu da 130 milyar borcu olan özel sektör. Bu borcun önemli kısmı bankalara ait, eğer kurlar yükselirse bankalar bu borçları nedeniyle zarar edeceklerdir. Doğabilecek bu zararlar bankalar için çok tehlikeli olur. Kur artışını devlette istemez çünkü kur yükselirse döviz borcunu ödemede daha fazla YTL bulması gerekecek. Bunun sonucunda da vergileri arttırmak zorunda kalacaktır.

 

Bu menfaat gruplarının oyununu sadece TCMBbozabilecekken fiyat istikrarını sağlama uğruna bu oyuna müdahale etmemektedir. Hatta geçenlerde yüksek faizli Merkez Bankası bonosu çıkarıp piyasadan para çekilmesi suretiyle mevcut sisteme destek sağlanmıştır. Merkez Bankası ve hazine piyasadan parayı çekmese bu ortamda %20 olan Türk parası faiz hemen %10lara iner, yani faizler düşmesin diye piyasadan para çekilmektedir. Hazine yabancılardan ve piyasadan %20 ile aldığı paraları MB'na sıfır faizle yatırmaktadır, sırf kurları düşük tutmak için.

 

Sistem menfaat gruplarının işine geliyor ama vatandaş ayda 400 YTL ye çalışıyor, bu sistem ne kadar daha yürür bilinmez. Hükümet dolara arttırmayacağım sözü vermişti, ama nereye kadar, oda muğlak.

 

SORU:

 

Şimdi Sayın Altıer sözünüze başlarken Merkez bankası kurulurken üretimi desteklemek için katkı sağlanmak için kuruldu bu Atatürk zamanında görevleri arasında sayılmış bir maddedir bu sonradan kaldırıldı dediniz, yani bu ne demektir? Merkez bankası bir sömürü aracı olarak kullanılacak ve kullanılıyor demek. Yani baktığımızda şu anda parayı muhafaza etmek amacı içinde olan merkez bankasının yerine devletin diğer organları kullanılamaz mı? Şu anda merkez bankasına kesin kes ihtiyacımız var mıdır?

 

SELAHATTİN ALTIER:

 

Merkez Bankaları iki tip olabiliyor. Birinci tip sadece fiyat istikrarını hedef alan merkez bankaları. Bunlar enflasyondan geçmişte büyük tokat yemiş, milyarlık banknot küpürleriyle tanışmış şu anda çok gelişmiş ekonomileri olan ve enflasyondan çok korkan ülkelerin merkez bankalarıdır. Örnek olarak Fransa ve Almanya'yı gösterebiliriz. Diğer tip ise fiyat istikrarı yanında ekonomik kalkınmaya da katkıda bulunan gelişmekte olan ülkelerin merkez bankalarıdır. Tabi ki her iki tip merkez bankasında da temel görevler arasında para basmak da vardır.

 

Türkiye'de 1930 yılında merkez bankası kurulurken , merkez bankasına hem para basma görevi verilmiş hem de gelişmesi planlanan sektörlere fon sağlanması amaçlanmıştır. Genelde ülkeler kalkınıp zenginleştikçe ekonomi kendi kendine yürümeye başladığından, MB'larının görevleri arasında fiyat istikrarının sağlanması ön planlanançıkmaktadır.

 

Gelişmiş ülkelerde, siyasi baskılara maruz kalmadan fiyat istikrarını sağlayabilmeleri için merkez bankalarına bağımsızlık verilmiş ve bu hususta kanunlar çıkarılmıştır. Örneğin ABD Başkanı Amerikan MB Başkanını atayabilmekte ancak görevden alamamaktadır. Ülkemizde de IMF'nin baskısıyla 2001 krizinden sonra TCMB kanunu değiştirilmiş ve TC Merkez Bankasına çok gelişmiş ülkelerde olduğu gibi sadece fiyat istikrarını sağlama görevi verilmiş, ekonomik kalkınmaya katkı görevi kaldırılmıştır. TCMB'nin kalkınmaya katkı görevi Türkiye sanki ABD ve Almanya'nın ekonomik düzeyine gelmiş gibi kaldırılmıştır. Şunu da belirteyim 2. Dünya Harbinden sonra Almanya MB sının kalkınmaya katkıları olmuştur. Bugün TCMB sadece fiyat istikrarı ile uğraşmaktadır, ülkemiz belli bir kalkınma düzeyine geldiğinde bu şekilde hareket edilebilir, ancak bugün için erken bir karardır, TCMB nin kalkınmaya katkı için yapacağı çok görevler bulunmaktadır.

 

Şunu da belirteyim, 1930larda TCMB kanunu yapılırken, bankaya kalkınma görevi verilirken ticaretin, sanayinin, tarımın, ihracatın, yatırımların desteklenmesi amaçlanmıştır. Yani reel sektör teşvik edilmiştir, inşaat sektörü o zaman ölü yatırım görüldüğünden TCMB nin inşaat sektörüne kredi açması kanunla yasaklanmıştır.

 

Ülkemizde kurulduğundan beri MB sanayiyi ve reel sektörü destekledi, bugün sabancı ve birçok büyük kuruluşun sanayi tesisleri TCMB'nin orta vadeli reeskont kredileri ile kurulmuştur, şimdi reel sektöre TCMB desteği bıçak gibi kesildi, reel sektör yeterince Türk parası kredi kullanamaz ve yatırım yapamaz hale geldi, reel sektör yurtdışı kredilere yönlendirildi ve 5-6 yıl içerisinde dış borçları 130 milyar dolarlara ulaştı. Ekonomi otoriteleri ve MB adeta ben borç vermem git dışardan borç al demektedir.

 

Belirttiğim gibi TCMB ben döviz kuruna karışmıyorum, faize karışıyorum demektedir, o zaman Merkez Bankası olarak faize de karışma, madem ki liberal ekonomi var faizi de serbest bırakacaksın.

 

KIVANÇ GALİP ÖVER:

 

Aslında şunu da kabul etmek lazım birçok şeyin istisnai yaşandığı bir ülkede yaşıyoruz ancak bu konuyu böyle bir durumu yaşayan ve yaşamakta olan muhakkak bazı ülkeler vardır. Böyle bir ülke ya da ülkeler var mı? Varsa oralarda bu süreç nasıl devam ediyor. Genel olarak nasıl bir değerlendirme yapabiliriz?

 

SELAHATTİN ALTIER:

 

Arjantin, Brezilya ve Venezüella gibi ülkelerde benzer durumlar vardı, ama ne oldu CHAVES çıktı IMF yi kovdum dedi, reel faizleri düşürdüler, cari fazla vermeye başladılar, ekonomileri gerçekanlamda düzeldi, ama Türkiye Dünyada en yüksek reel faizi ödüyor, ne oldu sonuçta, sözünü ettiğim ülkeler cari fazla vermeye başladı ve bizim cari açığımız gittikçe büyüyor, 40 milyar dolara gidiyor. IMF den yakasını kurtarıp milli politika uygulayan ülkeler başarılı oluyor.

 

KIVANÇ GALİP ÖVER:

 

Bir sorum daha olacak sayın Altıer, duyduğuma göre Kore'de böyle bir durum oluyor ve milli seferberlik ilan ediliyor, halktan para toplanıyor ve borçlar ödeniyor. Buna benzer şeyler Türkiye de telaffuz edilse yani biz IMF yi bir şekilde gönderirsek bunun sonrasında yedi düveli bize düşman mı ederiz. Ekonomisi yalıtılan bir ülke durumuna mı düşeriz

 

SELAHATTİN ALTIER:

 

Güzel söylüyorsunuz, durum gayet açık, hayal görmeye gerek yok, rakamlar belli, yılda 10-15 milyar dolar faiz ödeniyor, 80 milyar dolar ithalat ihracat açığı var, bu resmi rakamlar, inanılacak gibi değil. Bir örnek vereyim Arjantin borçlarını ödedi mi, sadece %20 sini ödedi, şimdi sanayisi de cari fazlası da Türkiye'den iyi, Arjantin siz beni bugüne kadar sömürdünüz, bende şimdi borcumu ödemiyorum, isteyen gelsin borcunun %25ini ödüyorum dedi, herkes razı oldu, olay kapandı gitti.

 

Size bir olay anlatayım, 1995 yılında Washington'a IMF toplantılarına Yaman Törüner başkanlığında bir heyetle gittim. Ben dış ilişkiler genel müdürü ve IMF masası sorumlusu idim. Bana dedi ki (kendisi çok akıllı bir insandır) şu Çinlilerle görüşelim ikimiz paralarımızı birleştirelim ve paralarımızı yabancı bankalara beraber yatıralım, daha fazla faiz alırız dedi. Bizim o zaman 26 milyar dolarımız vardı. Çinlilerle görüştük onların da 80 milyar doları varmış, Tamam dediler. Toplam 106 milyar doları beraber yatırıma yöneltmeye karar verdik. 26 milyar doların getireceği faiz ile 106 milyar doların getireceği faiz arasında binde bir fark da olsa önemli miktarda para kazanılacaktı. Bu çok akıllıca bir projeydi fakat farklı sebeplerle ne yazık ki yarım kaldı. Sonuçta, o zaman Çinlilerin 80 milyar doları bizim 26 milyar dolarımız vardı değil mi? Şu anda bizim 60-65 milyar dolar, Çinin ise 1,1 trilyon dolar döviz rezervi var.

Çin'de IMF yok, Türkiye'de ise var.

 

SORU:

 

Son altı yıldır Ufuk SÖYLEMEZ ile birlikte çalışıyorum.Yayın ve metin danışmanlığını yaptığım "Siyasette Merkezi Yeniden Kurmak" adlı çalışmanın ardından, "Türkiye Maskeli Değişimin Tuzağında" diye bir çalışma yaptık. Ben ekonomist değilim fakat liberal düşünce topluluğu içerisinde son 4–5 yıldır ekonomistlerle de çalıştım. Genelde de söylenen 2001 krizinin çok yapay bir kriz olduğu bu krizin Türkiye'nin siyasi yapısını tasarımlamak açısından yaratılmış bir kriz gibi görünüyor. Yani üstü ekonomi altı siyasi gibi bir durum söz konusu. Ve sizin de dediğiniz gibi bu yatırımcılar yatırımlarını değil amorti etmek birkaç sene içerisinde bir, bir buçuk katını kazandı yani sanıldığı gibi bu kriz onlar için çok da büyük bir kriz olmayacak aksine her krizde biraz daha büyüdükleri göz önünde bulundurulursa onlar için iyi sonuçlar da doğurabilir. Sorum şu: Türkiye bu yeni krizde yani oluşacak yeni ekonomik sıkışma ortamında nasıl bir yapılanmaya tabi tutulacak.

 

Bir de insanlar bazı şeylere işte nasıl diyeyim bilgisayar televizyon belki de araba gibi mallara sahip oldukça bu ekonomik sıkışma konusunda hiçbir fikirleri oluşmuyor. Bu sinsice yaklaşan kriz ortamına insanları hazırlamak bence şu an gerçekten çok önemli. Ve muhalefet de aslında bu zeminde yapılanmalıdır. Biraz da kötümser olursak ya hükümet de bu kriz oluşturabilecek kanalların elemanıysa ya onlar da çalışanlar da bu planın içindeyseler? Ne yapmalıyız nasıl yorumluyorsunuz böyle bir durumu?

 

SELAHATTİN ALTIER:

 

Türkiye Hollanda gibi bir ülke değildir. Türkiye'nin nüfusu her yıl %2 artıyor, her yıl iki milyon genç iş hayatına giriyor, bunlara iş bulup istihdam sağlanması gerekiyor, Hollanda'nın ise nüfusu azalıyor, Başbakanımız herhalde Türkiye'nin Hollanda gibi bir tüccar ülke olacağına, ülkede ticaret artınca ve borsa iyileştikçe ülkenin Hollanda gibi tüccar bir ülke kadar zenginleşeceğini düşünüyor, ülkenin borçları, cari açık, sıcak para, sanayinin montaj sanayine dönüşmesi, nüfus arştı ve işsizlik konularında Allah Kerim. Ama nüfusunun %100üne yakını Müslüman olan ülkemiz içine girdiği dış borç ve sıcak para ambargosu nedeniyle, Irakta bir milyon Müslümanınöldürülmesi konusunda sesini çıkaramıyor. Ülkemiz herhalde bu kadar ekonomik çember içinde olmasa idi, öldürülen Müslümanlar ve başa geçirilen çuval konusunda sesini çıkarırdı. Hükümette bilmektedir ki ABDye karşı reaksiyon gösterip çıkış yapılsa sonuç sıcak paranın kaçışı, dövizin fırlaması, borsanın altüst olması ve ekonomik çöküştür.

 

IV- SONUÇ VE DEĞERLENDİRME:

 

Prof. Dr. ÜMİT ÖZDAĞ:

 

Milliyetçi olmak milli menfaati doğru tanımlamak ve milli menfaati gerçekleştirebilmek demektir yani bir kişi kendisini milliyetçi olarak nitelendirip samimi olarak da yani duygusal anlamda milliyetçi olup milli menfaati objektif olarak doğru tanımlayamazsa doğru da gerçekleştiremez. O zaman kendini ne kadar milliyetçi olarak değerlendirirse değerlendirsin eylemlerinin sonucu millete yarar olmayacağı için tarihe de milliyetçi olarak geçmesi mümkün değildir. Her halkın her ailenin yaşamının önemli bir bölümünü de ki var olması için yeme, içme ve barınma, bu anlamda ihtiyaçları karşılanmayan bir insanın diğer alanlara geçmesi mümkün değildir.

 

Ne yazık ki Türk milliyetçilerinin üzerinde en az düşündüğü alan da ekonomi. Oysa yirmibirinci yüzyıla küreselleşmeye küresel ekonomiye bir cevap üretmeden önümüze konan temel ekonomik paradigmayı çözüp ona alternatif koymadan ne Türkiye yi yeniden kavramak anlamak ne de ilerletmek mümkün olmaz. Bizim enstitü olarak bundan sonraki çalışmalarımızda ekonomi daha önemli bir yer tutmalı diye düşünüyoruz ve her ay en az bir veya iki beyin fırtınası oturumunu ekonomik meselelere ayırmayı ve ileriki aşamalarda biraz daha teknik detaylara inici çalışmalar yapmamız gerekiyor. Bu bir giriş niteliği taşıyordu. Sizlerden gelen taleplere yönelik de değerlendirmeler yapabiliriz.

 

AKP Türk siyasi tarihine geçildikten sonra bir tek 1954 senesinde demokrat partinin yaptığını yaparak oylarını artırmayı ve iktidarda kalmayı başardı. Demokrat Partinin ilk dönemlerini hatırlayalım; (1950-54 arasını) tarım ürünleri fiyatlarında Kore savaşından dolayı Türkiye 1950 ye kadar tek parti içerisinde dış borçlarını ödemeye yönelik sıkı para politikalarıyla hazinesinde sürekli para bulundurmaya yönelik bu da halkın üzerine belirli yükler bindirmiş,savaş bu yükleri biraz daha artırmış. Böyle bir ortamda halkın refahında ciddi bir yol alınıyor sanayi başlıyor ve ardından 1954 de hakikaten çok yüksek bir oyla Demokrat Parti iktidara geliyor. Ama daha sonra kötü yönetilen bir ekonomi , ve ardından 1957 seçimleri. Ve Demokrat Parti seçimleri tekrar kazanıyor.

 

AKP'nin de seçim başarısına baktığımız zaman 80 yılda yapılan borç dört buçuk senede yapılmıştır. Bu büyük bir borç. Muhakkak ki bu borç şu veya bu ölçüde kitleye dolaylı da olsa yansıyacaktır. Nasıl bir aile reisinin borç alıyor ise ve bu borcun aileye elbise araba kıyafet gibi yansımaları olursa bu alınan büyük borcun da millete yansıması dört buçuk senede olmuştur. Halk gelecekteki krizlere göre oy vermez halk cebindeki paraya göre oy verir. Üstelik halka gelecekteki krizler her yönüyle ve herkesin anlayacağı bir dille muhalefet tarafından anlatılamazsahalkın gelecekte oluşabilecek krizleri anlaması veya öngörmesini beklememiz mümkün değildir. Ancak bizim gelecekteki krizleri halka anlatabilmemiz için önce öğrenmemiz gerekiyor ki anlatabilelim.

 

Türkiye'de muhalefet yarım yamalak iki şeyin üzerine odaklandı. Cumhuriyet Halk Partisi, Laiklik; Milliyetçi Hareket Partisi ise (!)(!)(!) teröre odaklandı diyelim. Ama iki sene veya daha ileride yaşanacak büyük çöküşü millete hiç kimse anlatmadı. Onun için bu seçimlerin sonucu büyük bir kesimin söylediği gibi halkın büyük hatası değil, başarısı olarak da görülebilir çünkü başka bir halk bu kadar baskı altında kalsa muhtemelen tekrar iktidar olan partinin oyları %60–65 gibi bir rakam olurdu.

 

Evet, bu hafta seçim süreci ve AKP'yi ekonomik olarak yorumladık. Önümüzdeki haftalarda politik ve psikolojik açılardan değerlendirerek seçim dönemi ve AKP değerlendirmelerimizi tamamlayacağız.

 

Hepinize katıldığınız için teşekkür ederim…

Son ekleyen 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Editörü

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...

Error: No articles to display