Almanya'ya Ne Oluyor?

Yazan  10 Kasım 2016

Asırlık müttefik, Avrupa'da Türklerin yegane dostu ülke olarak bildiğimiz Almanya'ya bugünlerde ne oluyor? Nedir bu düşmanca tavır? Nedir  bu Alman siyasetçilerin Türkiye'yi  bölmek ve parçalamak için terör örgütlerine adeta yardım ve yataklık yapmada  birbirleri ile yarışırcasına göz karartmışlık hali? Bu sorunun cevabını bulmak için aslında üç tarihi kesişme noktasına gitmemiz gerekiyor. Ancak bunlardan en önemlisi 1980'li yılların başlarıdır. Bu dönemde 12 Eylül Askeri Darbesinden kaçan Markist-Leninist militanlar, bölücü hainler ve Atatürk Düşmanı radikal unsurlar Alman Devleti'nin aslında Polonya'da ve diğer Doğu Bloğu Ülkelerinde bulunan Soydaşları için hazırladığı son derece geniş ve liberal iltica hakkından faydalanarak bugün FETÖ/PDY terör örgütünün Türk Devletine nüfuz ederek kilit noktaları ele geçirmesi gibi Alman Toplumuna sızmışlar, yıllar içerisinde kanaat önderi pozisyonlarına, etkili sivil toplum örgütleri yönetimlerine, basın ve yayın kuruluşlarında önemli noktalara gelmişler, toplumun her kesiminde çok güçlü yapılar oluşturmuşlar, Almanya'yı bölücü terör örgütünün en önemli lojistik ve finansal üssü haline getirmişlerdir. Bunlardan bazıları ve çocukları daha da ileri giderek siyasete atılmışlar, tüm siyasi partilerde Federal Milletvekili, Bakan Konumlarına kadar yükselmişledir. Bunun en son örneklerinden bir tanesi de Ermeni soykırımı yalanına ilişkin tasarıya Federal Parlamento'da olumlu oy vererek kendi atalarına, dedelerine dahi  katil, soykırımcı damgası vurmaktan çekinmeyen on bir kansızdır. Bunlar sağ, sol, aşırı sol, yeşiller ve liberal bütün düşünce yapısında ki partilere eşit dağılmışlardır. Yani siyasi yelpazenin tüm noktalarında ki bu gafiller asıllarını inkar ederek Türk ve Türk Devleti düşmanlığı ortak paydasında buluşmuşlardır. Bu odaklara Almanya'da son derece güçlü bir yapıya sahip olan FETÖ de başta mali konular olmak üzere her alanda ciddi bir destek vermektedir. Bunun en son kanıtı ise Almanya'da ki yakınlarını ziyaret etme, onların özel günlerini paylaşma yolunda türlü vize eziyeti çeken yüz binlerce Türk Vatandaşına adeta nazire yaparcasına FETÖ desteği aldığı Devlet Kurumlarınca çok güçlü şekilde iddia edilen bir gazetecinin Almanya'ya kaçtıktan hemen sonra Alman pasaportunu cebine koyarak ülke ülke dolaşıp tüm televizyon kanallarında Türk aleyhtarı programlarda boy göstermesi, Almanya'da "muhalif" gazete çıkarmaktan bahsetmesi, nereden bu değirmenin suyu sorusunu ise es geçmesi teşkil etmektedir.

Bu aşamada aklımıza gelen ilk sorular ise tüm bunlar olurken Türk Devleti neredeydi? Neden bunlara göz yumdu ? Olacağı kuşkusuzdur. Hele Almanya'da yaşayan ezici çoğunluğu Milliyetçi-Muhafazakar olan 3,5 milyonu aşkın bir Türk Toplumu söz konusu iken. En son Diyarbakır'da PKK'lı alçaklarca gerçekleştirilen terör saldırısını ve hayatını kaybeden Şehitlerimizi zerrece anmadan, olayı kınamadan, başsağlığı dahi dilemeden doğruca hak ettiklerini bulan PKK terör örgütünün uzantısı HDP 'lilerin yardımına soluk soluğa koşan Alman Siyasetçileri adeta  bu bölücü uzantılarının üst aklına ve hamiliğine iten faktörler nelerdir ?  3,5 Milyon nüfusa sahip İsrail'in dünyanın süper gücü 350 Milyon nüfusa sahip ABD'nin politikalarını Yahudi Lobisi sayesinde nasıl etkilediği ve nasıl yön verdiği göz önüne alındığında 3,5 Milyon Türk'ün yaşadığı bunlardan yaklaşık 800 bininin vatandaş olduğu Almanya karşısında  düşülen durumun bir trajedinin ötesine geçemeyeceği kuşkusuzdur.  

Burada ki 35 yıllık asıl vebalin Turgut Özal döneminden başlamak üzere T.C. Hükümetlerinde, Dışişleri Bakanlığında, Almanya'da ki Büyükelçilik ve Konsoloslukların ilgili bölümlerinde olduğu kuşkusuzdur. Tüm bu Kuruluşlar elbirliği ile Türk Devleti düşmanları semirip palazlanırken adeta uymuşlar, gerek basın gerekse sivil toplum örgütleri nezdinde hiç bir kalıcı ve sağlıklı işbirliği, kuvvetli lobi  oluşturamamışlar, faaliyetleri sadece, Türkiye'den Diyanet İşleri Başkanlığından İmam getirilmesi, Camii Cemaati ve Camilere yönelik çalışmalarda bulunan DITIB ve öğretmen göndermek ile sınırlı kalmıştır. Bölücü hainlerin organizasyonları her geçen gün büyürken, devleşirken bunların karşısında Merhum Bağbuğ Alpaslan Türkeş'in eşsiz öngörüsü ile kurulan Almanya Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu ve Avrupa Türk Federasyonu yalnız bırakılmış ve burada örgütlenen Türk Vatandaşlarına sahip çıkılmamıştır. Almanya'daki 3,5 milyonu aşkın Türk Vatandaşını ise "hatırlayan ve sahip çıkan" sadece onları inanç sömürüsü yaparak yüksek kar, helal kazanç vaatleri ile aldatan ve alın terlerini, birikimlerini sömüren düzmece şirketler veya hortumcu yardım kuruluşları olmuştur.

Tüm bunlar sahnelenirken Temsilcilikler sadece Milli Günlerde Resepsiyon vermekle, Türk'lerin rutin nüfus ve vatandaşlık işlemlerini yapmakla vakit geçirmişler, Alman Basını ile sıkı ilişkiler kuran "olayları bir de benden dinleyin" diyebilen, hatta daha ötesi akıcı Almanca konuşan, Alman Gazetecilerin  yaşam  biçimlerini yakından tanıyan bir Basın Ataşesine ise tesadüf edilmemiştir.

Almanya'nın 2016 yılının kasım ayının ilk haftasında adeta bölücü terör uzantılarının hamisi ve üst aklı, FETÖ mensuplarının koruyucu meleği ve darbecilere dahi siyasi sığınma hakkı tanıyan emin liman haline getiren politik gelişmelerin vebali ve başlangıcı aslında 1980'li yılların ortasında dönemin Başbakanı Turgut Özal ve onun Savunma Bakanına aittir. Dış Siyasette, özellikle Avrupa Ülkeleri ile olanda onlar için kendi ülke çıkarlarının ve menfaatlerinin her şeyin, hatta kendi geçerli etik değerlerinin dahi üstünde olmadığını düşünmek, bu tür ikili ilişkilerde Avrupalılar ile dostluktan bahsetmek en hafif tabiri ile saflıktır.

İki Almanya'nın birleşmesini ve Almanya üzerinde ki başta silah ihracı olmak üzere tüm kısıtlamaları kaldıran 2+4 (iki Almanya + 2. Dünya Savaşı Galip Devletleri = ABD +İngiltere + Fransa +Rusya) Antlaşmasının 12.Eylül.1990 yılında Moskova'da imzalanmasından önce soğuk savaş döneminde Almanya'nın NATO Ülkeleri dışında silah satması yasaklanmıştı ve bu durum çok güçlenmiş olan Alman Silah Sanayi'ni rahatsız etmekteydi. Alman Ekonomisi de bu karlı pastadan payını alamamakta, çok önemli bir gelir kaynağından mahrum kalmaktaydı. İşte bu kısıtlamaya çözüm arayan Leopard Tankları Üreticisi Kraus Maffei Firması ile bu tankların motorlarını üreten MAN Şirketi Türkiye üzerinden üretim ve ihracat için bir arayışa girdiler. Zira MAN Şirketi'nin Türkiye'de çok eskilere dayanan bir üretim üssü bulunmaktaydı hatta Ortadoğu ülkelerine 1981 yılına otobüs, kamyon ihracına başlanmıştı. Bu kapsamda Alman Hükümeti de ikna edilerek öncelikle Türk Ordusu'ndan başlamak üzere  Leopard Tanklarının ihracının önünün açılması için Türkiye'ye Almanya tarafından yapılmakta olan yıllık 130 milyon Alman Markı Askeri Yardıma ek olarak 150'şer tanklık iki paket halinde Özel Askeri Yardım I ve II'nin (Sonderrüstungshilfe I und II) yapılması sağlandı.

Tüm ek donanımları ve yedek parçaları ile sevk edilen bu 300 tank o güne kadar Almanya'nın yurtdışına yapmış olduğu  en kapsamlı askeri yardımı teşkil etmekteydi. Burada asıl hedefin 1987-88 yılında sonuçlanacak olan Türk Ordusu'nun ihtiyacı 1700 adet Zırhlı Personel Taşıyıcı ihalesini Leopard Tankları ile aynı motorlara ve donanıma sahip Puma Modeli ZPT ile üstlenerek bunların üretimlerinin Türkiye'ye kaydırılması ve Ankara'da ki MAN Motor Fabrikasına yapılacak ilave yatırımlarla burada Leopard Tankları ve Puma ZPT'ların dizel motorlarının üretilmesi olduğu açıktı. Kraus Maffei ve MAN Şirketleri daha sonra buradan Leopard Tankları ve Puma ZPT'ların Ortadoğu Ülkelerine Almanya üzerinde ki kısıtlamaları aşarak ihracını planlamaktaydılar. Türkiye ise bu sayede karşılıklı menfaatler çerçevesinde çok önemli bir sanayi kolu olan dizel motorları üretim tesislerine sahip olacak, ciddi bir teknoloji transferinden daha 1980'li yıllarda faydalanmaya başlayacaktı.

Tüm ek donanımları ve yedek parçaları ile 300 adet dönemin son derece gelişmiş Leopard Tanklarını bedelsiz olarak vererek yüklü bir askeri yardımda bulunan, Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nın Arifiye'deki Tank Fabrikası'nda başta optik atölye olmak üzere  5. ve 6. Bakım Kademeleri hariç tüm altyapının kurulmasını destekleyen Alman tarafı rakiplerine nazaran çok üstün Puma Modeli ZPT'lar ile  ihaleyi alacağından çok emindi. Ancak tam bir ABD teslimiyetçisi politika izleyen, örneğin bugün THY Yönetiminin yaptığı gibi uçak alımını ABD'li Boeing ve Avrupalı Airbus arasında bölüştüren gerçekçi dengeli dış politika öngörüsünden zerrece nasibini almamış dönemin Başbakan'ı Turgut Özal'ı ve onun Savunma Bakanı'nı hesap etmemişlerdi. Genel Kurmay Başkanlığı'nın ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nın da tercihlerini Zırhlı Personel Taşıyıcılar dışında Leopard Tankları'nı da içerecek tüm bu ortak üretim perspektifini ve üstün vasıfları dikkate alarak Puma'lardan yana kullandıkları dillendirilmekteydi. Ancak İhalenin tamamını ülke menfaatlerini ve dış politika gerçeklerini görmezden gelerek ABD Firmasına vermeyi kafasına koymuş olduğu anlaşılan dönemin Başbakanı Turgut Özal Genel Kurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanını kurdurduğu Savunma Sanayi Müsteşarlığı üzerinden aşarak Almanları saf dışı bıraktı, ihaleyi o güne kadar Türkiye'de arazisi, fabrikası bir tarafa torna tezgahı bile olmayan, Ticaret Tescilini ihaleyi aldıktan sonra yaptıran bir firmaya verdi. Hatta bu arada kulislere ve basına yapılan karşılaştırmalı incelemelere Alman, İngiliz ve Fransız Üreticileri ZPT Modelleri ile katılırken ABD Firmasının testlere zırhlı aracını sokmadığı ilgili ZPT Modelinin zırhının vasıfsız ve alüminyumdan olduğu için dayanıksız olduğu, Milli Savunma Bakanı'nın zırhlı araç ihalesinde firma kayırdığı iddiaları yansımıştı. Diğer yandan Pumaların üretileceği fabrika ve Leopard Tankları ile ortak dizel motorlarının üretileceği tesisler Ankara yakınında hazırdı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Bakım Kademelerini kurmuştu.

Bu gelişme karşısında şoka uğrayan, menfaatleri ve planları sekteye uğrayan Alman tarafı Türkiye ile olan siyasetinde bu aşamadan sonra ciddi bir değişikliğe gitmeye, Alman Derin Devleti ise Türkiye düşmanlarını desteklemeye yöneldi. Hatta bir üst düzey Alman yetkilinin "Kendimizi aldatılmış hissediyoruz, Türkiye tüm yaptıklarımıza ve verdiğimiz desteğe karşın, Puma rakiplerine nazaran çok üstün ve sonuçta ortak üretim ile teknoloji transferi sayesinde ucuz olmasına rağmen, kendi menfaatlerini de göz ardı ederek daha niteliksiz bir ZPT Modelini seçti, elbet tüm hataların olduğu gibi bunun da ödenecek bedelleri olacaktır"  dediğine şahit olanlar vardır. Dış politikalarında büyük devletler fatura ödetme şekillerini öyle açık açık ilan etmezler, bedel ödendikten sonra bile bunun neyin karşılığı olduğu, neyin olup bittiğini bile anlamak zordur. Tıpkı bugünlerde yaşadıklarımız gibi.

Özellikle bu tarihten sonra Almanya ülkesinde ki Türkiye düşmanı bölücü oluşumlara sınırsız tolerans tanımaya başladı, onların kuruluşlarının önünü açtı, ülkede başta PKK olmak üzere tüm Türkiye Düşmanı Örgütler adeta cirit atmaya, sivil toplum kuruluşları maskesi altında diledikleri gibi faaliyetlerde bulunmaya başladılar, bunlara Türk Dışişleri Bakanlığı'nın yukarıda anlatılan yetersizlikleri ve vurdum duymazlığı da eklenince sonunda bu günlere gelindi. Asıl önemlisi Almanya Ortadoğu Politikalarında Türkiye'den önemli ölçüde uzaklaşarak ayrılıkçı hareketleri desteklemeye başlayan Kürt kartını çekti.

Almanya ve Türkiye arasında ki ilişkilerin üçüncü tarihi kesişmesi, ama kronolojik olarak ilki 1800'lü yılların sonlarına denk gelmektedir. Aslında ilk karşılıklı temas 1770'li yıllarda Kırım felaketinin yaşandığı yıllarda  Osmanlı  Padişah III.Mustafa'nın dönemine denk gelse de dönemin Prusya Kralı tarafından pek ciddiye alınmamıştır. Zira müneccim­lere gereğinden fazla önem veren ve hayatın tüm akışını yıldızlara bağlayan III. Mustafa  bir gün çevresindeki danış­manlarına “Avrupa’da yaşanan büyük gelişmelerin nedenini” sorun­ca, kendisine batı’daki kralları doğru yönlendirebilen bilge münec­cimlerinin olduğu söylenmişti.

Ülke kalkınması için batıdan subay ve mühendis gibi uzman per­sonel getirten padişah, bu safsataya inanarak “Neden müneccim getirtmeyelim?” diye dü­şünmüş ve güvendiği adamlarından Ahmet Resimi Efendi’yi müneccim istemek için Prusya Kralı II.Frederick’e göndermiştir. Kral huzuruna kabul ettiği Osmanlı Elçi­sine tebessüm ederek bakmış ve “Benim üç müneccimim var: Güçlü bir ordu, dolu bir hazine ve tarih okumak!” demiştir. Padişah ve çevresindekilerin ve ondan sonra başımıza gelen idarecilerin Prusya Kralı’nın ne demek istediğini anlayıp anlamadıkları hala pek bilinmemektedir.

Daha sonra Ortadoğu ve Kafkaslara açılmak isteyen Prusya Kralı bazı bilim adamlarını araştırmalar yapmak üzere ülkemize göndermiş 1843-44 yıllarında Doğu Karadeniz bölgesinde kapsamlı araştırmalar yapan Prof. Dr. Karl Koch'un burada yaşayan insanların ağırlıklı olarak Türk Soylu oldukları ve devletlerine bağlı bulundukları  raporu üzerine Karadeniz'den kendisine ekmek çıkmayacağını anlayan Almanlar Milli Yazarları Karl May'ın kaleme aldığı "Durch das Wilde Kurdistan-Vahşi Kürdistan Boylarında" kitabının da nostaljisine kapılarak Osmanlı'nın Musul, Halep, Şam, Bağdat ve Basra Sancakları ile yakından ilgilenmeye başlayarak İngilizler ile ciddi bir rekabete girişmişlerdir.

Müneccim istediğimiz Prusya Kralı'nın torununun 18.Ocak.1871 yılında yenilmiş Fransa'nın başkenti Paris'te Versailles Sarayı Aynalı Büyük Salonunda  "Alman İmparatoru" ilan edilmesinden sonra Almanya kolonileşme yolunda Osmanlı ile daha da yakın ilgilenmeye başlamış ve Hindistan'a İngiliz'lerin deniz yolunu kapattığı için karadan ilerlemek amacıyla Bağdat Demiryolu hattını inşa ederek  1. Dünya Savaşı sonundaki  felakete yol açacak Osmanlı - Almanya ilişkileri daha da yoğunlaşmıştır.

Almanların Bağdat Demiryolu Hattını biz Türkleri çok sevdikleri, sadık bir dost ve müttefik oldukları için inşa ettiklerini düşünmek her halde saflığın çok ötesine geçer, bunun ilk bedelini Osmanlı Orduları için tam bir felaketle sonuçlanan Süveyş Kanal Seferine, Sarıkamış Harekatına, Galiçya Cephesine sürülen Mehmetçiklerimizin kanlarıyla ödemişlerdir. Tüm bu harekatların başarı şansı olmayan, Türk Askerlerinin beyhude kan ve can verdikleri kendi batı cephesini rahatlatmak isteyen Alman Genel Kurmayı imzalı askeri maceralar olduğu ise tarihi bir gerçektir. Nasıl o dönem ki Osmanlı İdarecileri memleketi ve orduyu tam bir teslimiyetçilik içerisinde Almanların emrine vermiş iseler, onlardan yetmiş yıl sonra yaşananlarda bunun tam bir öngörüsüzlük içerisinde tezahürü ve paralelidir. O dönemde Almanlar Osmanlı İmparatorluğu için "Enverland" tabirini kullanırken, 1980'li yıllarda Amerikalılar Kenan Evren ve Turgut Özal için "our boys" tabirini seçmişlerdir. Turgut Özal'ın seçimlere katılması ve başbakan yapılması için Amerikalı diplomat ile askeri yetkiliklerin harcadıkları yoğun çaba, rica ve lobi faaliyetleri dönemin tanıklarının hala hafızalarındadır.

Bu arada Osmanlı Padişahının inşa edilen demiryolu hattının sağında solunda ne bulurlarsa bağışladığı, yörede ki petrolün kokusunu alan Almanların bugün sergilediği siyasetin o dönemkinden en ufak bir farkı yoktur. Sadece araçlar zamana uydurulmuştur. Bugün İncirlik Üssüne kalıcı olarak konuşlanmak isteyen Almanlar demiryolu yerine DAEŞ'e karşı savaş bahanesi ile Kuzey Irak Kürt Yönetimine Türkiye üzerinden çok kapsamlı silah akışı sağlamakta, Erbil civarında lojistik üsler kurmakta, aralarında PKK'lı teröristlerin de bulunduğundan zerrece şüphe edilmeyecek şekilde milis güçlerini Almanya'da başta Erfurt ve Hammelburg olmak üzere Federal Ordu'nun üslerinde eğitmekte, onları Milan Tansavar roketleri gibi en modern silahlarla donatmaktadırlar. Bu silahların bir kısmının PKK'li teröristlerin eline geçerek Türk Ordusuna karşı kullanıldığı da kuşkusuzdur. Alman Savunma Bakanı Ursula von der Leyen "askeri danışmanlar için 300 milyon Avro bütçe ayırdıklarını, bunun Federal Almanya tarihinde bir ilk olduğunu, 1800 Tondan fazla silah ve askeri malzemeyi Kuzey Irak'a gönderdiklerini buna devam edeceklerini, 10 taburdan fazla savaşçısının özel kuvvetler olarak eğitildiğini övünerek söylerken Türk Ordusu'nun PKK'ya karşı düzenlediği harekatları da eleştirmekten geri kalmamaktadır.

Bir daha 1980'li yıllara dönecek olursak gözü tam dışa bağımlılık anlamına gelen, kıyılarımızı ve ormanlık arazilerimizi beton yığınına çeviren turizm sektörünü desteklemekten ve teşvik etmekten, başka bir şey görmeyen ülkemizde ki ekonomiyi dengeleyici sanayi yatırımlarını, üretim sektörünü zerrece önemsemeyen  dönemin Hükümeti ise çözümü bu haksızlık karşısında sesini yükselten, olayı TBMM'ye taşıyan MAN Fabrikalarının sahibi Türk Şirketini çıkarılan bazı düzenlemelerle gümrük korumasını kaldırılarak Türkiye'ye her türlü eski hatta hurda kamyon ithalatının önü açarak batırmakta bulmuştur.  Türkiye'nin sanayi tarihine 39 şirketle imzasını atan ülkemizde ilk kamyon ve otobüs üretimi ile ihracatını gerçekleştiren Ercan Ailesi Turgut Özal döneminde çökmüştür. O dönemlerde başlayan bugün çok zor günlerine tanık olduğumuz dışa bağımlı yanlış turizm politikasının acı bir tezahürü olarak Ercan Ailesinin elinde sadece İstanbul Çınar Otel kalmıştır. Oysa Türkiye'de yan sanayi dışında doğru düzgün üretimin olmadığı bir dönemde, grubun o dönemki başkanı Tevfik Ercan Alman MAN'ı Türkiye'ye getirmiş, kamyon ve motor üreten iki fabrika kurmuştur.

Bu yanlış politikalar, dış ilişkilerden bir haber teslimiyetçi siyasiler sayesinde şimdi ise elimizde Ankara'da Leopard Tankları, Puma Zırhlı Personel Taşıyıcıları ile dizel tank motorları üreten fabrikalar ile bu yatırımları nedeniyle Türkiye'ye karşı dengeli ve daha yakın  politika izleyen bir Avrupa Devleti yerine, her fırsatta bize çatan, bu böyle olmaz, bölünün, PKK ile savaşmayın, PKK ile masaya oturun, pazarlık yapın, siyasi çözüme yönelin, güney sınırınızda terör koridoruna mani olmayın  aklını veren bir  Almanya ve gelmeyen Avrupalı Turistlerin yolunu gözleyen çıkmaza girmiş bir turizm sektörü, betonlaşmış boş otel çöplüğüne dönmüş kıyılar, eskiden cennet olan koylar ile sadece belediye otobüsü montajı yapan bir tesis kalmıştır.

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...

Error: No articles to display