< < IŞİD’den Sonra Bu Bölgede Artık Bir Şey Biter mi?


IŞİD’den Sonra Bu Bölgede Artık Bir Şey Biter mi?

Yazan  01 Haziran 2015
IŞİD’in ömrünün uzaması başta Irak ve Suriye olmak üzere bölgedeki zaten sorunlu olan dokuları tahrip ediyor. Acele edilmez ve ortak tehdide karşı birleşilmezse ve taraflar kendi çıkarlarının peşine düşerse bu canavardan kurtulmak zorlaşabilir, gecik

Bir gün sadece sorulardan oluşan bir yazı yazmayı umuyorum. Bu o değil ama yine çok sayıda soru “ile karşınızdayız sayın seyirciler.” Bir noktadan sonra sorular yorucu ve hatta sıkıcı olabilir ama bu onların analitik getirisini azaltmaz diye umuyorum. “Doğru” sorular düşünülmesi, hesaplanması, hazırlık yapılması ya da sadece farkında olunması gereken faktör, ihtimal ve meselelerin üzerine “aydınlatma fişekleri” atabilir ve her şeyi sürekli ve kesin olarak aydınlık hale getirmeseler bile karanlıktaki şeyleri bazen sadece bir gölge olarak da olsa anlayışımızın sınırlarına katabilirler. Orta Doğu’da siyaset yapmak genelde “çok kötü” ile “berbat” arasında tercih yapmayı gerektiriyor. Eylemlerinizin sonuçlarını öngörmek genelde kolay değil. “Çamurun içinde debelenerek kendinize yol açmaya çalışıyorsunuz.”Arada bir küçük başarılar elde eder gibi olduğunuzda bile bunların yeni problemlerin ve belaların başlangıç noktaları olduğunu fark ediyorsunuz. “Yorganı çekiştirdiğinizde hep bir tarafınız açıkta kalıyor” ve bu bizim kadar süper güç ABD için de geçerli. “Mutlu aşk var mı”dır bilinmez ama Orta Doğu’da mutlak derecede mutlu ve başarılı bir politika izlemek muhtemelen imkansız. Burada bölge dışı ve devlet-altı ve -dışı aktörleri de hesaba katınca çok sayıda oyuncu var, bunlar kolayca aşılabilen fiziki sınırların üzerinden atlayarak radarlara yakalanmadan bir dolu şey yapabiliyorlar. Aktörler arasındaki ilişkileri öngörülebilir kılacak ortak kurum ve değerler sınırlı, güçsüz veya namevcut. Başkalarıyla beraber bu faktörler bölgedeki olayların hızı, dramatikliği, ele avuca gelmez bulanıklığı ve yıkıcılığını arttırıyor. Buranın dünyanın en önemli bölgesi olup olmadığı tartışılır –muhtemelen değil- ama izlemesi en heyecan ve –Afrika ile beraber- acı verici coğrafyası olduğu pekala iddia edilebilir.

IRAK-IŞİD

Tıkrit’ten kovulduktan sonra yok edilmesi sadece bir zaman meselesi olarak görülen ama birden Ramadi’de “ortaya çıkıveren” IŞİD “bölgenin kalıcı bir mobilyası”, “9 canlı bir canavar” ve “bitmek bilmeyen bir kabus” haline gelebilir mi? Bu elbette teorik ve matematiksel olarak mümkün ama muhtemel değil, meğer ki karşısındaki aktörler sürekli hata yapmasın. Pentagon’da verilen “IŞİD’e karşı iyi gidiyoruz” brifinginden hemen sonra Ramadi’nin beklenmedik bir şekil ve hızda düşmesi ABD’nin sadece hesap yapma, oyun kurma ve liderlik yapmanın ötesinde temel istihbarat olarak da zaafları olduğunu gösterdi. IŞİD’in Ramadi zaferinden sonra, i) “ABD’nin IŞİD’e karşı kapsamlı bir stratejisi yok,” ii) “strateji var (orduyu eğitmek ve Iraklıları uzlaşmaya zorlamak, bu arada da IŞİD’i havadan vurarak durdurmak ve zayıflatmak) ama yeterince güçlü ve kararlı bir şekilde, gerektiğinde risk de alarak uygulanmıyor” veya iii) “strateji var ama işlemiyor çünkü hatalı ya da eksik” gibi eleştiriler yapılırken buna cevap olarak da, iv) “strateji var ama sonuç alması biraz zaman alacak” ve v) “strateji var ama başarı için yerel aktörlerin aklını başına alması ve beraber hareket etmesi lazım, biz (ABD) bunu ancak bir dereceye kadar zorlayabiliriz, gerisi onların ferasetine kalmış, sonuçta IŞİD esas olarak onlar için hayati bir tehdit, bizim içinse abartılmaması gereken bir sorun sadece” gibi savunmalar yapılıyor. IŞİD’e karşı başarı gecikirse ABD, 1) Irak ordusunu eğitmeye hız verme, 2) Sünni aşiretleri ve 3) (belki PYD dahil) Kürtleri şimdiye kadar olandan çok daha ileri derecede silahlandırma ve eğitme, 4) Şii milislerin kullanılmasını kabullenme ve belki de onlarla işbirliği yapma, 5) kendi özel kuvvetlerini ülkeye gönderme gibi tercihlerle karşı karşıya kalabilir. Muhtemelen bu yolların birden fazlasını ve belki de hepsini deneyecektir. Bu listeye belki Suriye politikasını Türkiye ile bir derece de olsa uyumlaştırarak Ankara’yı üs, lojistik, istihbarat, siyasi etki, askeri eğitmen ve belki de muharip unsurlarla beraber IŞİD’e karşı mücadeleye katkı vermeye ikna etmek de eklenebilir.

Şii milislerin Irak’ın Sünni bölgelerde konuşlandırılması yağma, kötü muamele, keyfi tutuklama ve kıyım gibi sonuçlar doğurabilir. Bunlar olmasa bile korkusu bazı Sünnileri IŞİD’e yaklaştırabilir ya da ona tavır almalarını zorlaştırabilir. Sünnilerin çok büyük oranda IŞİD’den hazzetmediği düşünülüyor ama ona karşı çıkmak için kendilerine yeterince neden verilmiyor. Ayrıca IŞİD’in gaddar metotları da Sünnilerin ona karşı silahlı mücadeleye girişmesini caydırıyor. Bunun için cesaretlendirilmeleri, organize edilmeleri, silahlandırılmaları, eğitilmeleri gerekiyor. Ama bunlar kadar önemli olan şey IŞİD sonrasında düzgün bir hayatları olacağı, itilip kakılmayacakları ve milli gelirden ve bütçeden hak ettikleri payı alacaklarına inandırılmaları. Sünni aşiretler Bush döneminde ülkede El Kaide’ye karşı elde edilen başarının kilit unsuruydu ama kendilerine verilen sözlerin sonra unutulduğunu ve ortada bırakıldıklarını düşünüyorlar. IŞİD’den en fazla muzdarip olan tarafın kendileri olmalarına rağmen ona karşı tavır almakta tereddüt etmelerinin bir nedeni de bu acı tecrübeler. Ramadi gibi IŞİD’in ele geçirdiği yerlerden kaçan Sünnilerin Bağdat kapılarında tutulmaları ve Şiileri tarafından şehri Truva atı olarak ele geçirmek için yollandıklarının düşünülmesi örneğinde görülen türden güvensizlikler ülkedeki dini gruplar arasındaki mesafenin ne boyuta geldiğini gösteriyor. Ayrıca ABD ordusu da işgal döneminde kendisine çok kayıp verdirmiş bazıları hala terör listesinde olan Şii milislerle sessiz, dolaylı ve sınırlı da olsa işbirliği yapılmasına mesafeli duruyor. Birçok gözlemci Şii milislerin Bağdat kadar ve hatta ondan da fazla Tahran’a bağlı olduğundan şüpheleniyor. Bu arada Muktada Sadr gibi kendi de zamanında “İran’ın adamı” olarak görülmüş biri bile ülkede Tahran’ın artan etkisine karşı Irak ve Arap milliyetçiliği kartına oynuyor. Başbakan Abadi Şii milisleri Sünni bölgelerde kullanmaktan kaçınıyordu ama “düzenli” ordunun başarısızlığı nedeniyle bu çekincelerinden vazgeçmek zorunda kaldı ve sayıları bazı hesaplara göre 80 bini bulan Şii milislere yönelmek zorunda kaldı. Bu arada ABD’nin son dönemde eğittiği Iraklı asker sayısı ise sadece 7 bin ve bunlar büyük ölçüde Bağdat’ın savunması için konuşlandırılmış durumda. Ramadi’de savaşmadan çekilen Irak ordusu birlikleri ABD’nin yeni eğittikleri değildi. Belki bu bilgi bazılarının yüreğine su serpebilir. Ama ABD’nin Irak ordusuna 10 yılı aşkın zamandır yaptığı para, zaman ve emek yatırımı düşünüldüğünde ortaya çıkan durumun parlak olduğunu söylemek kolay değil.

İran IŞİD’i hem önemli bir tehdit, belki ABD tarafından yaratılmış bir canavar, hem de bahane değilse bile Irak’ta kendi otoritesini perçinlemek için bir fırsat olarak görüyor. Üç bir taraftan dost olmayan Sünnilerle çevrili olduklarını düşünen Iraklı Şiilerin şu aşamada İran’la bozuşmayı bırakın ona fazla hayır deme şansları bile yok. Neokonlar Irak Şiiliği ile İran’ın kaçınılmaz olarak çatışacağına inanıyorlardı. Bu belki ileride gerçekleşebilir. Ama şu anda aradaki tüm tarihsel, etnik ve teolojik farklılıklara rağmen böyle bir şey yok. Ortak tehdit algısı bu iki aktörü dayanışmaya itiyor ve çelişkilerin etkili olmasını engelliyor. Çok açıdan Maliki’den daha makul ve uzlaşmacı bir görüntü veren Başbakan Abadi birçok Şii tarafından zayıf görülüyor ve hakkında “bir trafik polisinden bile daha az otoritesi var” yorumları yapılıyor. “Sıkıyı gördü mü hemen tabanları yağlamayı alışkanlık haline getiren ‘düzenli’ Irak ordusunun” prestiji azalıyor. ABD bile Şii milislerin Irak’taki rolünü fiiliyatta kabullenmek zorunda kalıyor ve bu güçler Sünni şehri Ramadi’nin geri alınmasında önemli bir rol oynarsa bunun ülkedeki İran’ın etkisini ABD aleyhine arttıracağını söyleyenler haklı olabilir. Şehrin geri alınması halinde kilit faktörün ABD hava operasyonları mı yoksa Şii milisler mi olduğu sorusu sorulacak. ABD Irak’ta IŞİD’e karşı Kürtlere daha fazla silahlandırsa onlardaki ayrılıkçı eğilimi güçlendirecek. Zaten Kürtler kendi bölgeleri dışında IŞİD’e saldırmaya hevesli değiller. Washington Sünni aşiretleri ciddi olarak silahlandırsa bu sefer Bağdat’ın şüphe ve muhalefetini çekecek ve onu daha fazla Tahran’a itmiş olacak. Şii milislerin Sünni bölgelerde etkin olması ise Sünnilerin IŞİD’e cephe almasını zorlaştıracak. Tabii bu ifadelerin hiçbiri mutlak değil. İşte süper güç ve “sistem operatörü” olma becerisi burada devreye giriyor: Maharet bu açmaz gibi görünen durumdan diplomasi, ikna, güven yaratma ve tarafları ortak tehdide karşı sınırlı ve geçici süre için de olsa beraber hareket etmeye yönlendirebilmekte. Bunun için ABD’nin de elini taşın altına koyduğunu göstermesi gerekebilir. Uzaktan verilen nasihatlerin etkisi sınırlı olabiliyor. Irak’a bir daha muharip unsur göndermemekte kararlı olan Obama askeri eğitim ve silah vermenin yanında savaşacak ve/veya savaş alanındaki Iraklı birliklere iliştirilmiş olarak askeri mücadeleye katılacak ABD özel kuvvetlerini cepheye sürecek mi? Bu Obama için zor bir karar ama bazıları hem IŞİD’i yenmek hem de bu başarının sadece İran’ın hesabına yazılmaması için bu adımın gerekli olduğunu düşünüyor.

Bu arada acaba Türkiye’nin de IŞİD’e karşı askeri mücadeleye ne zaman, ne kadar, neyin karşılığında ve kimlerle beraber katılması daha doğru olur? ABD’nin gerçek anlamda elini taşın altına koymadığı bir kampanyaya katılınmalı mı? Katılınmazsa bunun IŞİD sonrası düzenin kurulması aşamasında Ankara’nın elini ne kadar zayıflatması beklenebilir?

Kürtler

Barzani’nin ABD gezisinde bağımsızlık için istedikleri desteği bulamayan Iraklı Kürtler ayrılma haklarını saklı tutarak sabrediyorlar. Muhtemelen “elbet bir gün bölgesel dengeler, ABD’nin çıkarları, kendi gücümüz, ekonomimiz, halkımızın birliği ve dünyanın eğilimi bağımsızlık için uyumlu hale gelecek” diye düşünüyorlar. Haksız olmayabilirler. Zaten “bu yıldızların bir kere düzgün şekilde dizilmesi” yeterli olabilir ve ondan sonra fiili durum kendi yeni statükosunu dayatabilir. Zamanlama, istihbarat ve hesap hatası yapmadan fırsat beklemeleri kendileri için en doğrusu olabilir. Ama son yıl içindeki gelişmeler gösterdi ki aslında ekonomik gelişmişlik ve kendine yeterlilik, siyasi ve idari kurumların ileriliği, demokratik olgunluk, büyük Kürt gruplar arasındaki uyum ve askeri kapasite gibi açılardan Kürtler henüz bağımsızlığa hazır değil. Kürt bölgesinde petrol gelirinin bir kısmını halka dağıtıp geri kalanının üzerine oturmanın ötesinde gerçek bir üretim ve ekonomi hala yok.

Dünyanın başka yerlerinden bunlar olmadan da bağımsız devletler kurulabiliyor ama burada işler biraz daha zor. Bu arada içeride KDP-PUK çelişkisinin derinleşmesi, değişik şekil ve derecelerde PKK ve Goran’ın bu iki grubun altındaki halıyı çekivermeleri, Bağdat’la yaşanan sıkıntıların kaynak akışına ve bölgenin ekonomisine ve iki büyük partinin meşruiyetine ciddi hasar vermesi gibi ihtimaller var. “Daha zamanı gelmeden bağımsızlık boş havuzuna atlama” riski bulunuyor. Obama Kürtlerin bağımsızlık ilan etmeleri için uygun bir başkan değil çünkü Kürtleri bölgede kurtulmaya çalıştığı “stratejik yükler”den biri olarak görme ihtimali daha fazla.

Bu arada Kürtler arasındaki çelişkiler de artıyor mu? Türkiye’deki seçim sonrasında “açılım sürecinin” nasıl ilerleyeceğine göre Türkiye ile ilişkiler de beklenmeyen sıkıntılara açık olabilir. Bir ihtimal Türkiye-PKK askeri çatışması tekrar başlarsa Barzani’nin birçok planı zora girebilir. İran’ın KYB’ye olan etkisi KDP’yi daha fazla Türkiye’nin desteğine muhtaç duruma getirirken Talabani’nin sağlığı ile gelişmeler de iki parti arasındaki dengeyi daha da istikrarsız hale getirebilir. Aralarındaki tüm farklılık, güvensizlik, rekabet ve hatta yer yer husumete rağmen PKK, KDP, KYB, Goran artı İran ve Suriye Kürtleri muhtemelen tarihi bir düzleme girdiklerini ve Kürt kamuoyunun “hata yapanı affetmeyeceğini” düşünüyor olmalılar. Ama bazen riskleri görmek onları kontrol etmek için yeterli olmayabilir ve “ağır çekim tren kazaları” gerçekleşebilir. Talabani’nin ölümü Kürtler arasındaki dengeyi en azından bir süre için değişime açık hale getirerek bir belirsizlik ve belki de istikrarsızlık dönemi başlatabilir. PKK bu dönemde Irak Kürt siyasetinde yeni köşeler kapmak için uygun bir zaman olduğunu düşünebilir ve böyle yaparsa bu yerleşik Kürt unsurlardan direnç görür. Tabii bu gelişmelere Ankara-PKK ilişkisinin seçimlerden sonra alacağı şekil, PKK-Batı ilişkisinin nasıl evrileceği, IŞİD’in Irak’ta yaratacağı tahribatın süresi ve boyutu, İran’ın nükleer anlaşmadan sonra bölgesel yaklaşımının ne olacağı gibi faktörler de etki edebilecektir. Kürtler IŞİD’e karşı kendi yaşadıkları bölgeler haricinde hücum harekatı yapmak istemiyorlar ve zaten buna güçleri de yok. Ama belki IŞİD’in iyice zayıflaması halinde ABD hava desteği ile ve ileride bağımsızlık ve sınır pazarlığında koz olarak kullanmak için bu yola girebilirler. IŞİD’in tutunmaya devam etmesi ile beraber mevcut durum uzar ve kemikleşirse Batı’da Kürt devletine yönelik kabullenme, onay, destek, teşvik, garanti verme gibi yaklaşımlar güçlenebilir veya en azından muhalefet azalabilir. Kürtler buarada Irak’ta radarların altında IŞİD bahane edilerek ufak ufak ve usul usul yeni küçük etnik temizlikler yaparak kendilerini hazırlıyorlar.

SURİYE

Seçimlerden sonra (AKP’nin tek başına kazanması ve TBMM’deki çoğunluğunun bıçak sırtında olmaması durumunda) Ankara’nın Suriye’de rejim değişikliği amacına ulaşmak için daha fazla abanması önemli bir ihtimaldir. Bu direk askeri müdahaleye varır mı bilinmez ama AKP’nin askeri enstrümanları kullanma konusunda ne kadar çekingen olduğunu biliyoruz. Denebilir ki AKP PKK’ya karşı hem de saldırı altındayken bile büyük çaplı askeri cevap vermekten neredeyse hep kaçındı. Şimdi Suriye meselesine çok önem vermesine rağmen bu alışkanlığını değiştireceğini düşünmek kolay değil. Aynı şekilde Musul’un kurtarılması “şenliği”ne de Türkiye’nin en fazla sembolik düzeyde katılacağını varsaymalıyız. Suriye’ye dönersek Türkiye’nin kendi başına, Körfez Araplarıyla ya da ABD ile beraber desteklediği ve belki eğittiği Suriyeli muhaliflere desteğinin şekli, büyüklüğü, şartları ve onlara karşı sorumluluğunun derecesi ne olmalı? Örneğin Ankara tarafından bu güçlere havadan koruma verilecek mi? Bu destek için bu gruplardan hem savaş sırasında hem de sonrasındaki davranışlarıyla ilgili taahhütler istenecek ve alınabilecek mi? Verilse bile bunlar ne kadar bağlayıcı olur? Bu gruplara bir kere fiili savaş desteği verildikten sonra –ABD’nin korktuğu gibi- artık bunların kaybetmemesi çok önemli bir amaç haline gelecek ve eğik kaygan zeminde giderek daha fazla savaşın içine girilebilir mi? Muhalifler için işler kötüye giderse Türkiye yavaş yavaş savaşın içine fiili olarak da girebilir mi? Bu askeri gruplara iliştirilmiş Batılı ve/veya Türk özel kuvvetler ve istihbarat unsurları Suriye’de hem onları yönlendirmek, denetlemek, tanımak, güven vermek ve bazı durumlarda fiili destek vermek için bulunacak mı? Bu son noktanın varlığı bariz riskleri nasıl hesaplanacak ve yönetilecek? Hava koruması sağlanacak alan sınırlı mı olacak? Onları korumanın ötesinde tarruz operasyonlarına da hava desteği vermek gündeme gelebilir mi? Başlangıçta beraber hareket edilen Arap veya Batılı müttefikler zamanla fikir ve çıkar ayrılığı, artan riskler ve belki de kayıplar ya da İran ve Rusya gibi ülkelerin uyarı ve tehditlerinden çekinerek kendilerini geri çekerlerse Ankara muhaliflere destek vermeye tek başına ya da kalanlarla beraber devam edecek mi?

Türkiye’nin bir anda kendini demirbaşı olan PKK ile askeri mücadelenin yanında aynı anda IŞİD, Şam Yönetimi, Hizbullah ile de askeri çatışma içinde bulması, İran ve Rusya’nın ikaz ve tehditlerine muhatap olması, desteklediği askeri muhalifler arasında -derecesi şimdiden bilinemese de- çıkması kaçınılmaz ayrılıkları yönetmesi ve onları beraber hareket etmeye devama ikna etmesi, Suudiler ve Katar ile ortaklığı devam ettirmesi, muhaliflerin neden olabileceği aşırılıkların sorumluluğunu kısmen de olsa taşıması gerekebilecek. Bunlar bizim akıl edebildiğimiz olumsuzluk ve zorluklar. Ayrıca “geminin daha sefere bile çıkamaması” ihtimali de var elbette. Çatışmalar sürerken uluslararası kurumlardan veya ABD-Rusya ikilisinin beraber pişirdikleri siyasi çözüm önerileri ve hatta zorlamalarının gelebileceği de hesaba katılmalı. İçeriğine göre bunlara ne kadar ilgi gösterilecek ve destek verilecek? Şimdiden Türkiye diplomatik çözümle ilgili kriterler ve asgari çizgiler belirlemeli mi? Bu tür diplomatik hamleler muhaliflerin birlikte hareket etme iradesini ne kadar test edecek? Bu gruplar arasında Esad sonrası dönem için yaşanması kaçınılmaz olan köşe kapma kavgasının beraber savaşma yeteneklerine zarar vermemesi nasıl sağlanacak? Diplomatik çözümden bağımsız olarak savaş sonrası düzenle ilgili asgari bazı ön müştereklerde anlaşılabilir mi?

IŞİD Irak-Suriye sınırı yokmuş gibi davranırken ABD’nin çatışmada büyük ölçüde bu sınırları kabul etmesi ve birkaç eylem dışında Suriye’de IŞİD’e ilişmemesi nasıl açıklanabilir? ABD IŞİD’e karşı hala Irak’ı esas mücadele alanı olarak görüyor ve Suriye’yi istisnai nokta vuruşlar hariç işin dışında tutmaya çalışıyor. Bunun nedenleri arasında 1) Irak’taki petrol, 2) Irak’ı işgal etmiş olmanın tarihi sorumluluğu, 3) Suriye’de IŞİD’e alternatifleri de çekici bulmaması ve 4) burada IŞİD’i vursa bundan istifade edeceklerin ya diğer cihatçılar ya da Şam rejimi olması, 5) kaynakları ve dikkati dağıtmak istememesi, 6) Suriye’de yaptığı tercihler ve hataları “tekrar ziyaret etmek” ve bunlarla yüzleşmek istememesi, 7) Suriye’deki yıkım ve trajedinin kanıksanmış olması, 8) kritik bir müttefik olan Türkiye ile arasındaki anlaşmazlıklar sayılabilir. ABD Irak ile Suriye’nin bileşik kaplar olduğunu kabul etmek istemez gibidir. ABD’nin hiç değilse IŞİD diğer Suriyeli muhaliflere saldırdığında ya da buna hazırlandığında havadan müdahil olabilmesi gerekmez mi? ABD’nin savaşın kontrollü ve müzakere edilmiş bir şekilde sonuçlanmasını istediğini kabul edelim. Ama ABD’li karar alıcıların Suriye’deki savaşın uzamasının ve neden olduğu insani, sosyal, siyasi ve ekonomik yıkımın artmasının hem bölgede hem de dünyadaki Müslümanlarda radikalleştirdiğini, Batı’ya yönelik tepki ve güvensizliği arttırdığını ve bunun günün birinde –maazallah- Batı’yı da şiddetli şekilde vurabilecek sonuçları olabileceğini görmesi gerekmez mi? Nusra El Kaide’ye bağlılığını reddetme noktasına kadar gitmedi ama önceliğin Esad’dan kurtulmak olduğunu ve Batılı hedeflere saldırmayacağını söyledi. Şimdi acaba bu ABD’nin Nusra’ya saldırmaması, Suriyeli muhaliflere desteği arttırması ve destek verenlere engellemeye çalışmayı kesmesine yetecek mi? Nusra zaman içinde evrilerek daha “ılımlı” bir radikal İslamcı örgüt haline gelecek mi (“ılımlı radikal İslamcı” nasıl oluyor demeyin şimdi)? Katar ve dolaylı da olsa Türkiye’nin telkinleri etkili olacak mı? Suriye rejimine karşı fazla bir şey yapmazsan buradaki silahlı muhalefetin IŞİD’e karşı savaşmasını sağlayamaz ve bu örgüte kaymaları önleyemeyebilirsin. Buna karşılık ABD de diyebilir ki, “biz naparsak yapalım bu insanlar bizden nefret etmenin yolunu bir şekilde buluyorlar. Mesela, Libya’yı Kaddafi’den kurtardık, ödülümüz konsolosluğumuzun basılması ve elçimizin öldürülmesi oldu. O yüzden ‘şöyle ya da böyle yapsaydın bu insanların gönlünü kazanırdın’ falan demeyin bana.”

Sonuç

IŞİD Türkiye için direk ve ivedi bir stratejik tehdit değildir. Ama IŞİD’in varlığı, yaptıkları, neden olduğu yıkım ve diğer aktörlerin algı ve hesapları üzerinde yarattığı etki dolaylı olarak Türkiye için stratejik sonuçlar doğurabilir. IŞİD’in yarı-kalıcı bir hale gelmesi Iraklı Kürtlerinbağımsızlığının daha fazla destek bulmasına neden olabilir. IŞİD ayrıca Irak’ın devlet olarak kalıcılığı ve “yaşayabilirliğinin” daha fazla ve ciddi olarak sorgulanmasını beraberinde getirebilir. IŞİD’in ömrünün uzaması Irak’taki İran etkisinin kemikleşmesine neden olabilir. IŞİD Şii-Sünni çatışmasını bir ihtimalden riske, oradan gerçeğe çevirdikten sonra bu kavgayı bitmek bilmeyen bir karabasana çevirebilir. Daha önce de yazdığımız gibi IŞİD İran-ABD yakınlaşmasında da ittirici bir faktör olmuştur. Daha iyimser bakmaya çalışır isek de bir senaryo IŞİD ile başa ancak diğer Sünnilerin başa çıkabileceğinin düşünülmesi ve bunun için onlara otonomi, silah ve merkezde daha fazla söz hakkı verilmesidir. IŞİD dünyadaki şiddet kullanan radikal İslamcı grupları hem bölmüş hem de garip bir şekilde onlara enerji, katılımcı ve coğrafi alan sağlamıştır. IŞİD gibi bir ucubenin kalıcı olması bize inanılması zor bir gariplik gibi gelmeye devam ediyor. IŞİD’in tarzının iticiliği, neden olduğu yıkım, karşısına aldığı düşmanların çokluğu ve sonuçta ideolojisinin çekiciliğinin sınırlı oluşunun enerjisini tüketeceğini ve sonunu getireceğini düşünüyoruz. Ama burada bir parça iyimserlik yaparak örgütün düşmanlarının stratejik akıl ve beraber hareket etme kapasitelerini olduğundan fazla görüyor olabiliriz. Obama IŞİD’in bitirilmesi işini bu gidişle kendisinden sonra gelecek Başkan’a bırakmak zorunda kalacak. Bununla bağlantılı olarak Irak’ın bütünlüğünün nominal olarak bile olsa devam edip etmeyeceği de yeni Başkan döneminde belirlenebilir. Son tahlilde IŞİD’in bölgeye hakim olma amacına ulaşması çok düşük bir ihtimaldir. Ama yapılan hatalar uzarsa yakıp yıkılan, zaten çok parlak olmayan toplumsal, siyasi, ekonomik ve güvenlik dokusu ilmek ilmek dökülen bu topraklarda IŞİD sonrasında artık pek bir şey bitmeyebilir.

Şanlı Bahadır Koç

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Amerika Araştırmaları Uzmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display