TARİHİMİZİ, TÜRKÜLERLE OKUMAK
×

Uyarı

JUser: :_load: Unable to load user with ID: 116



TARİHİMİZİ, TÜRKÜLERLE OKUMAK

Yazan  30 Haziran 2009
Ali Rıza Özdemir-Oldum olası halkın ortak aklında yer bulan özlü sözlere büyük önem veririm.

Çünkü bu sözler, kaynağı ne olursa olsun, halkın ortak kabulüne ulaşmış, ortak bir zekânın, ortak bir aklın ve ortak bir yaşantının ürünüdür.

Yaşanmış, denenmiş ve tecrübe edilmiştir.

Bir kez de değil, milyonlarca kez hem de…

"Müzik, ruhun gıdasıdır" sözü de bunlardan sadece birine örnektir.

Elbette burada "müzik" kavramına bir açıklık getirmek gerekiyor. Çünkü her türlü kavramın içinin boşaltıldığı şu günlerde, her zırıltıya "müzik" denilerek müzik kavramının da içi boşaltılmaktadır.

Esasen müzik, halkın bağrından koparak geniş kitleleri aynı duygu iklimine taşır. Ya ruhu yüceltir ya da insanları insanî sınırlar içinde eğlendirir.

Bunun yanında, bir özelliğini daha ifade etmek gerekirse müzik, belirli bir gelenek ve disiplin içinde üretilir.

İşte bu özelliklerinden ötürü, müzik, ölümsüzdür. Halkımızın "ruhun gıdası" olarak nitelediği müzik de, işte tam bu müziktir.

Gerisi, tüketim kültürünün bizlere dayattığı "moda"lardır. Gelir ve geçer.

***

Müzik, neden ruhun gıdasıdır?

Çünkü daha İslâm öncesi devirde Türkler, müziği "ruha şifa" olarak kullanmaya başlamışlardır. O çağda Türk şamanları, iyi ruhları çağıran ve kötü ruhları kovan müzikli ayinler düzenlerdi.

İslâm çağında ise, Zekeriya er-Razi, Farabi ve İbn-i Sina gibi Türk bilim insanları müzikle tedaviyi, bir sistematiğe kavuşturdular.

Selçuklu, Osmanlı ve diğer Türk devletlerinde de birçok bilginler çıktı ve müzikle tedaviyi kullandılar.

Halk arasında da müzikle tedavi geleneksel yöntemlerle devam etti.

Türk milleti, bütün bunları, binlerce ve belki de on binlerce yılın tecrübesini "Müzik, ruhun gıdasıdır" cümlesinde özetlemiştir…

İşte halkın ortak aklını yansıtan bu sözler, bunun için kıymetlidir.

***

Müzik, Türk milletinin hayatında her zaman çok önemli bir yer teşkil etmiştir. Daha İskit ve Hun çağlarından itibaren günümüze kadar Türklerin devlet hayatında ve sosyal yaşamında müzik, hep var olmuştur.

Örneğin, eski Türk Hakanlarının saraylarında ve ordugâhlarında her gün müzik çalardı.

Dünyanın en eski askeri bandosu olan Mehter Takımı ise, Türklerin insanlığa bir hediyesidir. Sanıldığının aksine Osmanlı ile ortaya çıkmış değildir ve kökeni, Milât öncesine kadar dayanmaktadır.

Ozanları ve kopuzcuları olmayan hiçbir Selçuklu ordusu yoktu. Bugün Silahlı Kuvvetlerimizin her alayında bulunan askeri bandoların kökeni, tâ Milât öncesine kadar uzanmaktadır.

Devlet adamları ve bilhassa Türk sultanları, çok kere şiir ve müzikle ilgili olmuşlardır. Örneğin, bugün bile büyük bir zevkle dinlediğimiz "Melüllenme deli gönül/Gez bir zaman gör nicolur/İndir tahtını yücelerden/Yık bir zaman gör nicolur" türküsü Safevî Türk Devletinin hükümdarı Şah İsmail'e aittir.

Dinî hayatta da, Şamanların, dans eşliğinde söylediği şarkılar, hepimizin malûmudur. İslâmiyet'i kabul ettikten sonra da Türkler, müziği dinî hayatta en iyi şekilde kullanmışlardır. Allah'a, Resulüne ve diğer peygamberlerine, en güzel şiirleri Türkçe yazmış ve dinî hayatı anlatan bu şiirleri müzik eşliğinde kalplere nakşetmişlerdir. Koca bir "Tekke Edebiyatı" var olmuşsa, işte bu mirasın üzerinde var olmuştur.

Tarih boyunca Türklerin halk yaşamında da müziğin etkili konumu, birçok kereler ifade edilmiştir. Çin tarihlerinin yazdığına göre, Hun ve Göktürkler çağında, "Bahar Bayramı" kutlanır ve bu bayramlarda şarkılar söylenirdi. Üstelik bu şarkıların bir kısmı kitle halinde söylenir, bu durum Çin tarihçileri tarafından garip karşılanırdı. Demek ki Türkler, birlikte şarkı söylemeyi; yani birlikte sevinip, acıları paylaşmayı, aynı duyguda buluşmayı en azından daha Hun çağında öğrenmişlerdi.

Yine Çin tarihlerine göre, Türklerin şarkılarının bir kısmı tıpkı kurt ulumasına benzerdi. Bugünkü uzun havalarımızın ilk şeklini de bu kurt ulumalarında bulmak olasıdır.

Uygurların ise, geçmiş çağlarda saza benzer iki tür çalgı aletleri vardı. Bunları uzak yerlere gitseler bile, yanlarından eksik etmezlerdi.

Bugün bizlerin kullandığı bağlama, kabak, kemençe, ud, kaval, davul ve zurna kadim Türk müziğinin bizlere miras bıraktığı müzik aletleridir. Hatta bugün "kanun" dediğimiz müzik aletinin ilk şekli, Asya Hunlarının pek sevdiği "çeng"dir.

***

İnsan bunları bilmeyince rahatsız olmuyor da, bilince hayretler içinde kalıyor!

Acaba neden bu büyük mirasa sahip çıkılmıyor?

Çağımızda tek telli çalgı bile bulamayan topluluklar, kendilerine soy ve medeniyet icat edip, türlü hilelere başvururken, Türk'ün bu büyük mirasına sahip çıkmaması nasıl, hangi gerekçe ile izah edilebilir?

İster telli, ister üflemeli, ister vurmalı olsun, yüzlerce çalgı icat eden; bu çalgılarla sayısız şarkı, türkü, marş söyleyen bu millet, bu büyük mirası neden çarçur etmektedir?

Bugün ruhumuz, büyük oranda gıdasız maalesef…

Bu belki sebep, belki sonuç... Belki de her ikisi…

Ama bu mirasa bir şekilde yazık ettiğimiz kesin!

Sormak lazım!!!

Türkülerimizde, şarkılarımızda, marşlarımızda yazılı olan ve onların satır aralarına yayılmış olan Türklük kodları, neden bir nakkaş edası ile gençlerimiz zihinlerine ve yüreklerine işlenmez?

Tâ Asya'nın içlerinde bir medeniyet var eden en eski atalarımızın söylediklerinden başlayarak, en yenilerine kadar dönemlerini yansıtan şarkılarla ruhumuzu yıkasak ve atalarımızla aynı duygu ikliminde buluşsak fena mı olur Allahaşkına?

Atalarımızın ruh dünyalarını yaşayarak, cihana nasıl hükmettiklerini anlamaya çalışsak, marşlarla coşsak hata mı ederiz?

Bayramlarını, toylarını ve şölenlerini; acılarını, felaketlerini ve dramlarını birlikte paylaşsak, kısaca tarihimizi türkülerle, şarkılarla, marşlarla okusak ne kaybederiz, sorarım size!

Bugün yurt geneline yayılmış olan Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri, Güzel Sanatlar Akademileri, bilmem ne konservatuarları, bize tarihimizi türkülerimizle, şarkılarımızla, marşlarımızla anlatamazlar mı?

Ve acaba biz, ilimizde bulunan Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi, Güzel Sanatlar Akademisi yahut Belediyemize bağlı müzik kuruluşlarından böyle bir güzellik talep etsek, çok şey mi istemiş oluruz?

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...