Özdağ: "ASAM’ı kurma amacım, Türkiye’de sivil alanda strateji kültürünün yerleşmesini sağlamaktı"

Yazan  15 Ağustos 2013

Söyleşiyi yapanlar: Furkan ÖZDEMİR - Cansu TAPLAKTEPE

 

Öncelikle Prof. Dr. Ümit Özdağ’ı kısaca tanıyalım.

3 Mart 1961 yılında Japonya’nın Tokyo şehrinde doğan Özdağ, ilk, orta ve lise eğitimini TED Ankara Koleji’nde tamamladı. Yüksek öğrenimini Münih kentinde Ludwig Maximilians Üniversitesi siyasal bilgiler, felsefe, iktisat fakültelerinde tamamlamış ve yüksek lisans çalışmasını "Türkiye’de Planlı Kalkınma ve Devlet Planlama Teşkilatı" üzerine hazırlamıştır. Ümit Özdağ, 1986 yılında Gazi Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başlamış, 1990 senesinde “Atatürk ve İnönü döneminde Ordu-Siyaset ilişkileri” konulu tezi ile siyaset bilimi doktoru olmuştur. Dr. Özdağ, 1993 yılında “Menderes Döneminde Ordu-Siyaset ilişkileri ve 27 Mayıs İhtilali” konulu tezi ile siyasal teori doçenti ünvanını almıştır. Ümit Özdağ, 1999 yılında Avrasya Bir Vakfı’nın desteğiyle dünyanın en büyük stratejik araştırma merkezlerinden birisi olan Avrasya Stratejik Araştırma Merkezi’ni (ASAM) kurmuş ve başkanlığını üstlenmiştir. 2000 yılında ASAM’a bağlı olarak çalışan Ermeni Araştırmaları Enstitüsü’nü kurmuştur. 2001 yılında profesör olmuş, 2004 yılında ASAM başkanlığını bırakmıştır. 2005 yılında 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü'nü kurmuştur. Halen Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü'nde öğretim üyesi olarak görev yapmakta ve 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü başkanlığını yürütmektedir.

Geçmişten günümüze bir yolculuk yapalım ve 1960’lara gidip Özdağ soyadının geçmişi ile başlayalım istedik. Yakın tarihimizi hatırlamaya çalışırsak, Özdağ soyadı akıllara babanız Sn. Muzaffer Özdağ’ı getiriyor.

1. 27 Mayıs darbesinin ardından Muzaffer Özdağ’ın “Bab-ı Ali’den de geçeceğiz” sözünün  geniş yankı uyandırdığı ve Cemal Gürsel’in 13 Kasım 1960’da içerisinde babanızın da bulunduğu MBK üyelerini sürgüne göndermesini tetiklediği biliniyor. Aslı nedir?

- Bu söz yanlış anlaşılmış bir sözdür. Cümlenin önünde ve arkasında başka cümleler var. Şimdi olduğu gibi o dönemde de gazeteler ne yazık ki bünyesindeki gazeteciler ile birlikte alınır ve satılırdı. Ve gazetelerde çalışanların hemen hemen hiçbir söz hakkı yoktu. Milli Birlik Komitesi de basında demokratikleşmeyi sağlayacak, basın emekçilerinin haklarını koruyacak bir yasa tasarısı üzerinde  çalışmaktaydı. Muzaffer Özdağ da o konuşmasında “Güneydoğu Anadolu’da, içindeki köylülerle birlikte alınıp satılan köyler gibi, Bab-ı Ali’de de içindeki gazetecilerle birlikte alınıp satılan gazeteler var. Biz basının demokratikleşmesini istiyoruz. Bu nedenle yeni bir kanun tasarısı hazırladık. Bab-ı Ali’den de geçeceğiz.” der. Tabi bu patronları çok rahatsız eder. Konuşmanın başındaki bölümü çıkarıp sadece “Bab-ı Ali’den geçeceğiz” cümlesini kullanarak bir askeri rejimin otoriter yaklaşımı gibi lanse ederler. Ama bunun 13 Kasım’ı hızlandırdığı konusuna katılmıyorum.  13 Kasım’ı hızlandıran başka süreçler var. Ama şöyle söylerseniz kabul ederim: “Milli Birlik Komitesi içerisindeki bazı üyelerin kendisine olan güveninin sarsılmasına neden olmuş mudur?” Evet, olmuştur. Bu anlamda 13 Kasım sürecinin temel taşlarından birisi midir? Evet, öyledir.

2. 90’lı yıllara geldiğimizde de oğul Özdağ ile tanışıyoruz. Ümit Özdağ askeri hiyerarşiyi ifade eden ünvanlarla değil, akademik ünvanlarla karşımıza çıkıyor. 1986 yılında Araştırma Görevlisi olarak başladığınız akademik hayatınızı 2004 yılında sonlandırarak Gazi Üniversitesi’nden ayrılmanızın sebebi nedir?

-2004 yılında Gazi Üniversitesi’nde bir rektörlük seçimi yapıldı. Birinci seçilen Prof. Dr. Rıza Ayhan kendisinden sonra gelen kişiden çok fazla oy –aşağı yukarı 800 oy-  almasına rağmen göreve atanmadı ve ikinci gelen kişi atandı. Doğrusu ben ikinci gelen kişiyi de tanımıyordum. Ama o dönemde daha bu atama yapılmadan üniversite içerisinde Prof. Dr. Rıza Ayhan kaç oy alırsa alırsın ikinci gelen kişi atanacak şeklinde elektronik postaların öğretim üyelerine gönderildiğini duymuştum. Ben üniversitelerin en azından demokratik bir mekanizma içerisinde çalışması gerektiğine inanan bir insanım. Ve buna tepki gösterdim. Dönemin cumhurbaşkanını protesto eden bir açıklama yazarak, dönemin cumhurbaşkanı görevde kaldığı sürece Türkiye’de hiçbir üniversitede ders vermeyeceğimi söyledim ve üniversiteden istifa ettim. Dönemin cumhurbaşkanı görevden ayrıldıktan sonra da tekrar üniversitede göreve başlamak için başvuruda bulundum ve üniversiteye geri döndüm.

Peki geçen seneki rektörlük seçimi hakkındaki düşünceleriniz neler?

-Geçen seneki rektörlük seçiminin sonucunu da adil bulmuyorum. Birinci, ikinci, üçüncü ve  dördüncü  seçilen adayların atanmaması ve beşinci olan adayın atanmasının demokratik ve adil olduğunu hiç kimse söyleyemez. Ama mevcut anayasa açısından cumhurbaşkanının böyle bir hakkı var. Bu çerçevede, dar hukuksal zeminde meşrudur. Fakat doğru değildir. (Gülerek) Ama bu sefer artık istifa etmeyeceğim, yoruldum artık istifa etmekten.

3.Günümüze gelmeden önce biraz da ASAM’dan bahsedelim. 1999 yılında ASAM düşünce tankı kuruluyor. Ve 2009 yılında ana sponsor Ülker firmasının desteğini kesmesiyle faaliyetler sona eriyor. 2004 yılında ASAM’ı bırakmanızın ve sonrasında faaliyetlerin sonlandırılmasının ardında yatan nedenler nelerdir?

-Ben 2004’te ASAM’dan ayrıldım. Çünkü siyasi bir faaliyet içerisindeydim. Hem bir düşünce kuruluşunun başkanı hem de siyasette bir çalışma içerisinde olmanın etik olmadığını düşündüğüm için ayrıldım. Benden sonra ASAM beş sene kadar daha varlığını sürdürdü. Benden sonra  Dışişleri Bakanlığı müsteşar yardımcısı  emekli büyükelçi Gündüz Aktan ASAM başkanlığı yaptı. Sonra Faruk Loloğlu ASAM başkanlığı yaptı. Benim ASAM’ı kurma amacım, Türkiye’de sivil alanda strateji kültürünün yerleşmesini sağlamaktı. Sadece askerlerin veya sadece dışişleri mensuplarının strateji kültürüne sahip olmasını yeterli görmüyorum. Demokratikleşmenin gerçekleşmesinin en önemli şartlarından birisini sivillerin strateji kültürüne sahip olması olarak görüyorum. Çünkü devlet yönetiminin yüzde altmışını devletin güvenliği ile ilgili konular ilgilendirir. Ve eğer siviller devletin güvenliği ile ilgili bu yüzde altmışlık alanda milletin ve devletin başını belaya sokmadan ülkeye hakim olmak ve devleti yönetmek istiyorlarsa, stratejiyi ve stratejinin türevlerini bilmek zorundalar.  Yoksa bu alanı tamamen askerlere bırakmak durumundalar.  Bu da devletin geriye kalan yüzde kırklık alanında demokrasicilik oynadıkları ve yüzde altmışlık alana hakim olmadıkları sonucunu doğurur.  Eğer bu işi bilmeden yapmaya çalışırlarsa, o zaman devletin ve milletin başına çok büyük belalar getirirler. Peki, nerede öğrenecekler? Batıda bu öğrenme yeri düşünce kuruluşları olmuştur. Ve hakikaten ASAM strateji kültürünün gelişmesi anlamında amacını yerine getirmiştir. Şimdi Türkiye’de birçok düşünce kuruluşu var. Bunların birçoğunun başında ASAM’dan yetişen ve o zamanlar çok genç olan akademisyenler var. Türkiye’de daha önce mevcut olmayan ciddi bir stratejik literatür oluşmuştu. Ve başka hiçbir yerde çalışmadan, sadece düşünce kuruluşunda çalışarak hayatını kazanan bir grup insan vardı. Yeterli midir? Hala yeterli değildir. Ama önemli bir aşama kaydedildiğini de söylemek gerekiyor. Ben 1998-1999’da ASAM’ı kurarken insanlara açıklamaya çalıştığımda ne yapmak istediğimi anlatamıyordum. “Bu işi yapan Dışişleri var, MİT var, Genelkurmay var. Siz ne yapacaksınız?” diyorlardı. Artık kimse bu soruları sormuyor.

4.Gazi Üniversitesi’nin başarılı akademisyen yetiştirme konusundaki yeterliliği hakkında ne düşünüyorsunuz?

-Gazi Üniversitesi’nin diğer fakültelerini bilmem ama İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde okumanın öğrenciler açısından gerçekten bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum. Şunu da itiraf edeyim, uzun süre Gazi Üniversitesi İİBF öğrencilerinin değerini bilmemişim. Ne zaman özel üniversitelerde ders vermeye başladım,  o zaman sizin gerçekten zeki öğrenciler olduğunuzu, ilk otuz-kırk binlik dilime girmenin çok önemli bir şey olduğunu anladım. Biraz geç anlamışım ama olsun anlamışım sonunda. Yani Gazi Üniversitesi’nde  sadece öğretim üyeleri iyi değil öğrenciler  de iyi. Fakat sanıyorum bir eksiğimiz var.  Kendi “iyiliğimiz” üzerinde çok fazla durmuyoruz. Halbuki  bunu sistemli olarak yapan üniversiteler, fakülteler var.  Sanıyorum biz de bu konuda, yani hakikaten ‘iyi’ olduğumuzu, hem kendimize hem başkalarına artık daha sık daha etkili bir şekilde anlatmalıyız diye düşünüyorum. Bu arada Dekan beyin bu sene başlatmış olduğu ve internette de etkili olarak yayılan bir reklam projesi var. Doğrusu ben bunu çok destekliyorum ve doğru bir hareket olarak görüyorum. İnşallah devam eder.

5.Peki akademisyenlik konusunda diğer üniversitelere göre –örneğin  Siyasal- biraz geride miyiz? Yeni Ümit Özdağ’lara ümit var mıdır?

-(Gülerek) Vardır da Siyasal mı dediniz? Orası neresi? Evet, doğrusu bizim için, yani İİBF için, Türkiye’de başka bir üniversitenin  kriter olamayacağını ve Türkiye’de bir kriter aramamamız gerektiğini düşünüyorum. Ölçütlerimizi Türkiye dışındaki en seçkin üniversitelerden seçmeliyiz. Ancak birkaç seneden buyana Gazi Üniversitesi İİBF’de eğitimin kalitesinin düşmekte olduğuna dair bir endişem var. Bu endişemin nedeni ise bazı derslerde İngilizce eğitime geçilmiş olması. Ben İngilizce eğitime karşıyım.          

          Seneler önce sizinde hocanız olan ODTÜ mezunu bir akademisyen arkadaşım İngiltere’de bir üniversitede araştırma yaptığı sırada bir İngiliz akademisyene Türkiye’de İngilizce eğitim yapan bir üniversitede okuduğunu söylediği zaman İngiliz akademisyen şaşırıyor ve soruyor: “Neden? Türkiye hiç sömürge olmadı ki?” İngilizce eğitimin ne anlama geldiğini hiç bu kadar çarpıcı ortaya koyan bir yaklaşım duymamıştım. Aradan geçen yıllar Türkiye’nin sömürge olmamasına rağmen İngilizce eğitimin sömürge aydını türü bir aydının altyapısını hazırladığını gösterdi.  

          Ve üniversitelerimizde ne yazık ki, İngilizce eğitim gittikçe yayılıyor. Gazi Üniversitesi İİBF’de olduğu gibi Türkçe eğitim yapan üniversitelerde bile derslerin önemli bir kısmı İngilizce yapılmaya başlandı. Üstelik İngilizce ders veren veya İngilizce ders oranını artıran üniversitelere başvurular arttığı gibi üniversite giriş sınavlarında bu üniversitelerin giriş puanları da artıyor. Üniversiteler de daha yüksek puan alanlar bizi seçsin diyerek İngilizce ders oranını artırıyorlar. Vakıf üniversiteleri ise rekabet ortamında seçilebilmek için İngilizce eğitim vermeyi bir şart olarak görüyorlar.

         Türkiye’de Türklerin Türklere İngilizce eğitim verdiği sistem gittikçe yaygınlaşıyor. Tıp ve fen bilimlerinde İngilizce eğitimin faydaları ve zararları konusunda çok bir şey söyleyebilecek durumda değilim. Ancak sosyal bilimlerde İngilizce eğitim bir felaket yaratıyor. Bunları, kendisi Ankara Kolejinde matematik, biyoloji, fizik gibi dersleri İngilizce almış, Almanya’da felsefe ve siyasal bilgiler eğitimi almış ve ABD’de üniversitede ders vermiş bir akademisyen olarak söylüyorum. 

          Bir yandan en yüksek puan ile sosyal bilimlerde öğrenci alan üniversitelerimize yolladığımız en çalışkan genç beyinleri Türkçe düşünme ve yazma sürecinin dışına çıkarıyoruz. Bu üniversitelerdeki öğretim üyelerinin küçümsenmeyecek bir bölümü, yerli oryantalist diğer bir ifade ile kendi ülkelerine ve toplumlarına bir Avrupalı ve Amerikalı gibi bakan insanlar oldukları için çocukları da bu şekilde yetiştiriyorlar. Bu öğretim üyeleri için ana hedef Türkiye’de ve Türkçe yayın yapmak değil. İngilizce ve ABD/İngiltere’de yayın yapmak. Üniversitelerin kurduğu sistem de öğretim üyelerini buna zorluyor. Türkiye’de yeterince dünya çapında yayın yapan İngilizce dergi olmadığı için, bu bir zorunluluk haline geliyor.

           Anılan ülkelerin dergilerinde Türkiye’nin menfaatlerini savunan makalelere çok itibar edilmediği için, önce Türkiye’ye karşı eleştirel, sonra kötüleyen bir dil benimseniyor, bir süre sonra da bu dil anılan öğretim üyesi tipinin karakteri oluyor. Kampus tipinde ve kendi kendine sosyal anlamda yeterli olan bu üniversite tiplerinin 1918-1921 arasındaki işgal ordusu karargahlarından çok farkı yok. Bu en seçkin üniversitelerden birisinde 10 Kasım’da şenlik düzenleniyor. Yakalarında Türk bayrağı taşıyan az sayıda öğrenciye ise faşist deniliyor. Çünkü bu zihinsel yapıya göre Türk olmak faşist olmak sonucunu doğuruyor.

            İngilizce eğitim yapan üniversitelerde kaçınılmaz olarak dersin içeriği de öğrencilerin anlaması için basitleştiriliyor. Aslında beyinleri çok daha yüksek bir bilgi seviyesini algılamaya hazır olan gençler yabancı bir dilde eğitimden dolayı daha basit ve düşük seviyede bir bilgi ile besleniyorlar.  Birçok öğrenci, üniversitede birinci sınıfa geçmeden önce bir senelik hazırlık aldıktan sonra birinci sınıfta İngilizce dersler ile karşılaşınca dersi anlamıyor. Esasen bir senelik bir hazırlık eğitim ile yabancı bir dilde üniversite eğitimi almak mümkün değil. Türkçe eğitim verilen üniversitelerde bile öğrenciler kendi dillerinde verilen derslerin bazı noktalarının tekrar anlatılmasını arzu ederken yabancı dilde eğitim alan öğrencilerin durumunu düşünün. Bazı öğretim üyeleri örneğin uluslar arası ilişkiler dersinde hem dersi anlatıyor hem de arada İngilizce kavramlar dersi veriyor. Dersin sonunda da genel istek üzerine İngilizce anlatılan ders 10-15 dakika Türkçe özetleniyor. Öğrenciler sınavlara çalışırken sınav metinlerini öğrenmek yerine ezberliyorlar. Gençlerimizi ve ülkenin geleceğini heba ediyoruz.     

Özetle, İngilizce üniversite eğitimi Türk üniversite sisteminin birinci sorunudur.Bundan dolayı, üniversitelerde İngilizce eğitim meselesi konusu kapsamlı bir tartışma konusu haline gelmelidir.

İngilizce 21. Yüzyıl uluslararasındaki iletişim dilidir. Bundan dolayı, İngilizcenin öğretilmesi bir gerekliliktir. Ancak modern insan için sürücü ehliyeti de bir gerekliliktir. Nasıl üniversitelerin görevi sürücü ehliyet vermek değil ise İngilizce öğretmek hatta bunun için öğretim ve eğitim dilini İngilizce yapmakta olamaz. 

Bir insanının kendi lisanında bir konuyu dinlerken kesintisiz pür dikkat dinlemesi 15-20 dakika arasındadır. İnsan anlamadığı ya da bir bölümünü anladığı bir bölümünü anlamadığı bir dersi pür dikkat kaç dakika dinler? Üç dakika. Sonra, gözleri açık rüya alemine dalar. Üstelik, İngilizce dersin sonunda hoca 10 dakika dersi Türkçe anlatacaktır.

Bu noktada İngilizce eğitim yapan üniversitelerin öğrencilerinin İngilizce eğitim ile ilgili şikayet ve tespitlerini de aktarmak isterim. 1)Temel kavram oluşturacak derslerin İngilizce verilmesi konuların anlaşılmamasına neden oluyor. Doğrusu bu müthiş bir tespit. Öğrenciler aslında eğitimin ne kadar vahim bir durumla karşı karşıya olduğunu bildiğini gösteriyor. Bazen benim derslerime İngilizce sınıfta derse giren öğrenciler dersin Türkçesini dinlemek için geliyorlar.

2)İngilizce sınavlarda başarılı olmak için öğrenciler İngilizce metinleri EZBERLİYORLAR. Bir öğrencinin ifadesi ile fotoğrafik hafızaları gelişiyor. Gözlerinin önüne sınavda sayfayı getiriyor öğrenciler. Böylece üniversitenin anlamak üzerine kurulu anlamının ortadan kalktığını görüyoruz. Bir de Kuran kurslarında anlamını anlamadan çocuklara Kuran-ı Kerim’i öğretiyorlar diye eleştiririz. Aslında İngilizce eğitim yapan üniversiteler bu anlamda Kuran Kurslarına benziyorlar. Üstelik Kuran kursuna giden çocukların meal kitaplarını alarak Arapça okuduğunu anlaması çok kolay.

3)Öğrenciler dersleri gerçekten takip edebilmek için gereken İngilizceyi bilmiyorlar. Bir sene hazırlık ile yabancı dilde İngilizce eğitimi yapabilmek mümkün değildir. Üstelik bu hazırlık eğitiminin kalitesi konusunda da bir standart oluşmuş değildir. Türkçe siyaset bilimi dersine giren bir öğrenci bile ilk derste anlatılanların ancak % 30-40’ını anlarken, aynı dersi İngilizce dinleyen bir öğrenci yüzde kaçını anlayacaktır?

4)Üstelik Türkiye’de bu kadar çok üniversitede İngilizce eğitim verebilecek kadar İngilizce bilen öğretim üyesi mevcut değildir. Bu açık vakıf üniversitelerinde  ana dili İngilizce  olmayan ülkelerden öğretim üyeleri ile kapatılmaya çalışılınca ortaya bir de aksan sorunu çıkmaktadır. Siz hiçbir Yunanlının İngilizce konuşmasını dinlendiniz mi?

5)İngilizce dersi anlamayan öğrenci İngilizce soru sorarsan hata yaparım üstelik verilen cevabı da nasıl olsa anlamam diyerek soru sormaktan uzak durmaktadır. Böylece üniversite anlamından biraz daha uzaklaşmaktadır.

Peki, bu sorun nasıl çözülebilir? Başlamış iken sizinle  bu konudaki düşüncelerimi de paylaşmak isterim. Öncelikle, eğitimde yabancı dil sorunu üniversitenin değil, öncesinin yani ilköğretim ve lise eğitimi sorunudur. Milli Eğitim Bakanlığı, üniversitelerin de yardımı ile İngilizce eğitimini amaca yönelik olarak yeniden şekillendirmelidir. İngilizce öğretmenleri hizmet içi eğitime alınarak, önce İngilizce öğretmenlerin İngilizce standartları yükseltilmelidir. Orta eğitimdeki İngilizce öğretmenleri istisnalar hariç İngilizce bilmiyor.  Bu amaçla, on senelik bir yeniden yapılan dönemi öngörülmelidir. On senenin sonunda hedef, lise mezunlarının bir Avrupa ülkesi standartlarında İngilizce öğrenmesini sağlamak olmalıdır. 

Bu süreç devam ederken, üniversitelerin de yapabilecekleri vardır. Önce, hazırlık sınıfları kaldırılmalı ve öğrencinin bir sene İngilizce öğrenmiş görünmek için bir sene kaybetmesi engellenmelidir. Üniversite birinci ve ikinci sınıfta, İngilizce ders sayısı ve saati artırılmalıdır. İlk sene derslerin % 50’si İngilizce eğitime ayrılmalıdır. Ancak sadece bu yetmez İngilizce okutmanlarının da kalitesi hizmet için eğitimler ile artırılmalıdır. Temel kavram dersleri Türkçe olmalıdır. İkinci sınıfta, derslerin  % 40’ı İngilizce eğitime ayrılmalıdır. Üçüncü ve dördüncü sınıfta temel kavram dersi olmayan derslerden bazıları İngilizce olarak verilebilir. Ancak üçüncü ve dördüncü sınıfta, öğrencilere okudukları branşa göre, “uluslar arası ilişkiler ve diplomaside ileri İngilizce”, “sosyolojide ileri İngilizce”, “inşaat mühendisliğinde ileri İngilizce” gibi, öğrenciye akademik ve mesleki yaşamında doğrudan fayda sağlayacaktır.   

Bu konudaki görüşlerimiz sizinle böyle uzun uzun paylaşmamın nedeni İngilizce eğitim merakı ile kendi okulumuzda da eğitimi tahrip ettiğimizi görmemdir. Öte yandanHakikaten birçok yerde, özellikle bürokraside, sınavları kazanma anlamında fakültemiz öğrencileri senelerdir istikrarlı olarak çok iyi sonuçlar almaktadır. Bunun başarı için iyi bir ölçüt olduğunu düşünüyorum. Özellikle öğretim üyesi olduğum Kamu Yönetimi Bölümü öğrencilerinin senelerden buyana nasıl başarılı olduklarını görünce bu başarıda bölümümüzün de katkısı olduğu için seviniyorum. Kendim için bunu söyleyemem ancak Kamu Yönetimi Bölümünde hayatlarını bölümün ve öğrencilerin başarısına adamış bir çok öğretim üyesi olduğunu biliyorum.  

Akademisyenlik konusuna gelince belki bizim de yüksek lisans ve doktora kalitesinin artırılması konusunda yapmamız gereken şeyler var. Özellikle yüksek lisans derslerini akşam saatlerinde olmasıyla ilgili düzenlemeler olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü akşam yapılan dersler, derslerin kalitesini bir şekilde düşürüyor. İnsanlar yorgun argın, işten çıkıp geliyorlar. İster istemez siz de psikolojik olarak bunları dikkate alıp öğrencilere yükleniyorsunuz. Belki de sadece hafta sonlarına yayılarak yürütülmeli. Veya yüksek lisans ve doktora eğitimlerinde de  lisans eğitimlerindeki gibi seviyeyi yüksek tutarsak, sizin sorduğunuz Gazi Üniversitesi’nden çıkacak –ders verecek değil, Gazi’den yetişecek- başarılı akademisyenlerin sayısında da artış olacaktır diye düşünüyorum.

6.ASAM’dan sonra 21.  Yüzyıl Türkiye Enstitüsü’nü kurdunuz. Kuruluş amacı ve faaliyetleriniz hakkında bilgi verebilir misiniz? ASAM ile arasında bir fark var mıdır?

-Hayır bir fark yok,  ASAM’da oluşturmuş olduğumuz deneyimleri  bir üst aşamaya çıkartmak ve o deneyimlerden de istifade ederek daha kısa zamanda Türkiye’ye stratejik meselelerde hizmet edebilecek daha iyi analizciler yetiştirmek amacıyla 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü’nü oluşturmuştuk. Ve doğrusu iyi mesafe aldığımızı düşünüyorum. Enstitünün kuruluşunun dokuzuncu yılındayız. 21. Yüzyıl isimli aylık bir dergi çıkartıyoruz. Bu dergi de sekizinci  yılına girdi. Eylül ayında başladığımız ‘21. Yüzyıl’da Sosyal Bilimler’ isimli üç aylık hakemli  dergimizin bu ay dördüncü sayısı çıktı. Bunun dışında arkadaşlarımız birçok rapor ve makale yazıyorlar. Sadece burada çalışan arkadaşlarımız değil aynı zamanda değişik üniversitelerde görev yapan, analizci ve bilimsel danışman olarak bizimle çalışan arkadaşlarımız da var. Onların da katkılarıyla 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü iyi bir mesafe kaydetti. Ve önümüzdeki süreçte beş yıllık hedefler dizimiz var. Bu hedeflerimizi gerçekleştirdiğimiz zaman sanıyorum Türkiye’de biz de çok daha iyi bir yerde olacağız.

Peki Enstitü’den öğrenciler de faydalanabiliyor mu?

-Evet, aşağı katta şu an 10 lisans öğrencimiz var. Staj yapıyorlar. Yazın üç dönem,  kışın bir dönem staj imkanı sunuyoruz. Ve bu arkadaşlar bir ayı yoğun bir çalışma ile geçiriyorlar. Severek çalışıyorlar. Geçen staj döneminde stajını bitirip devam etmek isteyen iki arkadaş oldu. Bu staj döneminde de devam ediyorlar şimdi.

7.Geleceğin bürokratlarına ne gibi tavsiyeleriniz olur?

-Geleceğin bürokratları demeyelim isterseniz. Çünkü aranızdan bürokratlar çıkacağı gibi akademisyenler de çıkacak, serbest meslek alanında iyi noktalara gelecek genç arkadaşlarımız olacak. Onlara temel tavsiyem şu;  yapabileceklerinin en iyisini yaparak, bulundukları yerde ‘şurada olsam çok daha iyi şeyler yapardım’ demeden hem kendilerine hem ailelerine hem de ülkelerine hizmet etmeleri. İyi öğrenci, iyi yurttaş, iyi evlat olmayı ileride iyi bürokrat, iyi işadamı/işkadını, iyi akademisyen olmanın ön şartı olarak görüyorum. Peki, bu noktaya nasıl gelinir? Ben her sene başında  ilk dersimde birinci sınıf öğrencilerime gelecek dört yılı nasıl geçirmeleri gerektiği hakkında tavsiyelerde bulunurum. Aslında çok fazla bir şey istemem.  “Eğer buraya girmek için sarf etmiş olduğunuz çabayı önümüzdeki dört yılda da gösterirseniz, Türkiye’deki en iyiler arasına girersiniz. Ama gevşerseniz, istediğiniz sonucu alamadan üniversiteden mezun olursunuz.” derim. Belki bir-iki kişi tavsiyeme uyar ve üniversiteye girdikten sonra eski temposunu koruyarak devam eder. Ve iyi bir sonuçla mezun olurlar.

 

Gazi Üniversitesi Akademi Kamu Yönetimi Araştırma Topluluğu (KAYAT)  olarak Sayın Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ' a bu verimli ve keyifli röportaj için çok teşekkür ediyoruz.

 

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display