Araftaki Suriye Politikası

Yazan  27 Mayıs 2013

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD’ye yaptığı ziyaret, AKP hükümeti açısından beklentilerin bir hayli yüksek olduğu bir ziyaretti. Zira, AKP hükümetinin bir türlü proaktif çizgiye oturtamadığı ve açmaza girdiği Suriye eksenli Ortadoğu politikasına yeni bir yön verme isteğiyle birlikte, Türkiye’nin bölgesel rolünün nasıl şekilleneceği hususu bu ziyaretin nirengi noktasını temsil etmekteydi. Bunun yanında, a) İsrail-Türkiye ilişkilerinin normalleştirilmesinin hızlanması konusunda Erdoğan’ın yapması ve yapmaması gerekenler, b)Kürt Sorunu konusunda AKP’nin başlattığı çözüm süreci ve c)bunun Kuzey Irak’la bağlantısı, d)İran’ın nükleer silah elde etmeye yönelik politikasında Türkiye’nin tavrı, e)ABD ile AB arasındaki serbest ticaret anlaşmasına Türkiye’nin de dahil edilip edilmeyeceği gibi konular da bu Erdoğan-Barack Obama görüşmesinin diğer önemli konu başlıklarıydı. Ne var ki başta Suriye konusu olmak üzere, Erdoğan’ın bu görüşme sonucunda ABD’nin inisiyatif kullanmasını beklediği ya da Türkiye lehine olabilecek türden bir yaklaşım beklediği konuların hiçbirinde geleceğe yönelik somut bir kazanım ortaya çıkmadı. Bu olmadığı gibi, Erdoğan’ın Suriye, İran ve İsrail ile ilgili konularda da görüş değişikliğine ve dolayısıyla politika değişikliğine gitmek zorunda kaldığı, görüşme sonrası basına yansıyan açık ya da örtülü demeçlerden anlaşıldı.

Şüphesiz, Erdoğan-Obama görüşmesinin en öncelikli konusunu Suriye teşkil etmekteydi. Erdoğan, ABD’ye gitmeden önce yaptığı açıklamalarda sürekli bir kararlılık vurgusunu hakim kılarak, özellikle askeri konularda önemli istekler ileri sürmüştü. Nitekim, Amerikan NBC kanalına verdiği bir röportajda Erdoğan açık bir şekilde “uçuşa yasak bölge” ilan edilmesi isteğini dile getirirken, ABD’nin askeri müdahalesi durumunda Türkiye’nin destek vereceğini ima etmişti.[1] Mülakatın Türk basınına yansıması sonucunda yarattığı tartışma üzerine, Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı İbrahim Kalın, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın NBC televizyonuna verdiği mülakatla ilgili, “Başbakanımızın NBC’ye verdiği mülakatta ‘askeri müdahaleye destek veririz’ ifadesi yok. ‘Uçuşa yasak bölgeyi destekleriz’ var.” şeklinde bir açıklama yaparken; NBC televizyonunun web sitesinde yer alan ilk haberde, Erdoğan’ın Suriye’ye ABD öncülüğünde yapılacak bir kara harekâtını ve uçuşa yasak bölge uygulamasını destekleyeceği yazılmıştı. Tartışmalar üzerine NBC’nin değişiklik yaptığı haberde ise, kara harekâtına hiç değinilmezken, Erdoğan’ın ABD öncülüğünde bir uçuş yasağı uygulamasını destekleyeceği görüşüne yer verilmiştir.

Bu niyetlerle ABD’ye giden Erdoğan, ne “uçuşa yasak bölge” konusunda ne de ABD’nin Suriye’ye müdahale etme noktasında aynı fikirde örtüşememiştir.ABD’nin Suriye politikasında bir askeri operasyondan yana olmadığı bu şekilde netleştirmesi Erdoğan için tam hayal kırıklığı olurken, dahası Esad’ın gitmesi konusunda ABD ile Rusya’nın ortak bir siyasi çözüm konusunda anlaşmış olması,Türkiye’nin Suriye batağında tek başına kalmış olduğunu da açık bir şekilde ortaya koymuştur. Diğer bir deyişle, Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu ikilisinin ideolojik (sunni İslamcı) ve ütopik (yeni Osmanlıcı) unsurlarla yüklü Suriye politikası Obama nezdinde en azından bu aşamada karşılık bulmayarak, Suriye konusunda küresel manada geçerli ana akımın ABD nezdinde de hala ılımlı ve realist çerçevede olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır.

 

Suriye eksenli oluşturulan bu yeni stratejide ABD’nin Rusya ve Çin ile orta yol sayılabilecek bir politika izleyeceği daha da belirginleşirken, bu çerçevede 2012 yılı Haziran’ında kararlaştırılan ama hayata geçirilemeyen “Cenevre Süreci”nin tekrar canlandırılması konusunda ABD ve Rusya dışişleri bakanları anlaşarak Cenevre’de yapılacak ikinci konferansa katılacak taraflar konusunda (özellikle Esad rejimi olacak mı olmayacak mı konusu) görüştüklerini açıklamışlardır.[2] Nitekim Erdoğan da Obama’yla görüşmesi sonrasında gazetecilerin görüşmede Suriye konusunda nasıl bir mutabakata varıldığına dair yöneltilen bir soruya cevap verirken, daha önce “ipe un sermek” olarak değerlendirdiği “Cenevre Süreci” konusunda görüşünün değiştiğini ve geliştiğini vurgulayarak, “Rusya ve Çin’in de sürece katkı vermesini sağlayacak bir adımın atılması için Cenevre sürecini biraz daha ilerletelim diye bir düşünce söz konusu. Bu duruma yönelik Türkiye olarak bir desteğimiz olabilir. Ama bu sürecin uzaması halinde Esed'e zaman kazandırılmamalı. …ABD dönüşü yeni planlamam bölge ülkelerini ziyaret etmektir. Başta Rusya olmak üzere bölge ülkeleriyle bu son durumu değerlendirmek istiyorum”[3] şeklinde bir açıklamada bulunmak zorunda kalmıştır. Erdoğan’ın bu sözleri, Türkiye’nin en başından beri yanlış olan, düşmanlık yüklü, ulusal çıkarları geri plana atan, ideolojik ve giderek Türkiye için de bir istikrarsızlık kaynağı haline gelen Suriye politikasının değiştiğini açıkça göstermektedir. Açıkça söylemek gerekirse bu değişim Türk dış politikası ve Türkiye’nin iç huzuru ve güvenliği açısından son derece hayırlı olmuştur. Zira, Erdoğan ve Davutoğlu ikilisinin elinde iki yıldır“Esad’sızlık önkoşulu”, “askeri çözüm” ısrarı ve “cihadist/köktenci gruplara destek” parametrelerinde gezinen Türk dış politikası ilk defa rasyonel ve makul bir mecraya dönüş sinyali vermiştir.

 

Ne var ki Erdoğan’ın bu açıklaması aynı zamanda AKP’nin dış politikası açısından iki nedenden ötürü prestij kaybı anlamına da gelmektedir. Birincisi, AKP hükümetinin dış politikayı bu derece iç politikanın aracı ve malzemesi haline getirmiş olmasının doğal bir sonucu olarak, Erdoğan ve ekibinin ABD ziyareti öncesinde Goebbelsvari propaganda tekniklikleriyle Türkiye ve bölge kamuoyuna yansıttıkları “dünya lideri Erdoğan Suriye konusunda Obama’yı ikna edecek”, “herkes Erdoğan’ı alkışlayacak” şeklindeki söylemlerinin ne kadar boş ve mesnetsiz olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır ki bu gerçekten hazin bir durumdur. Türk dış politikasında söylem ve eylem makasının ilk defa AKP iktidarı eliyle bu derece açılmış olmasının yarattığı tutarsızlıklar, dengesizlikler, yalpalamalar ve onların sonuçları ne yazık ki her seferinde Türkiye’yi bu tür durumlarla karşı karşıya bırakmaktadır. İkincisi ve daha da önemlisi, ABD’nin bölgesel ilişkilerdeki ve Suriye konusundaki dengeleri Türkiye üzerine değil, İsrail ve Rusya’ya göre hesapladığı, çözüm sürecini Rusya ve Çin’le birlikte örgütlemek istediği ve özellikle Erdoğan’ın Neo-İslamcı tavırlarla radikal olsun olmasın muhalif gruplar arasında ayrım yapmaksızın izlediği Suriye politikasından rahatsız olduğu açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Meseleye bu açıdan bakıldığında, Erdoğan ve Davutoğlu ikilisinin Neo-Osmanlıcılık ve Neo-İslamcılık ideolojilerini Türk dış politikasının payandası yaparak Ortadoğu’da etken/belirleyici/öncü olmak konusunda uzun zamandır sürdürmeye çalıştıkları ütopik ve dengesiz politikalarının iflas ettiği bir kez daha teyid edilmiştir. Dolayısıyla, Erdoğan-Obama görüşmesi aynı zamanda Türkiye’nin takip etmekte olduğu Suriye ve Ortadoğu politikası konusunda yolun sonuna geldiğinin de açık bir işareti olmuştur.

 

Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı gibi Türkiye’nin yeni bir Suriye ve Ortadoğu politikası belirlemesi artık kaçınılmaz hale gelmiştir. Yani Türkiye ya bu yeni sürecin dışında kalmak pahasına irrasyonel davranarak ideolojik hezeyanla malul Suriye ve Ortadoğu politikasını devam ettirecektir, ya da rasyonel ve gerçekçi davranarak ABD, Rusya ve Çin eksenli oluşturulan bu yeni sürece dahil olup kendisine küçük ama edilgen bir yer bulmak durumunda olacaktır. Bunun anlamı Türkiye’nin bölgesel güç olma iddiasının zayıflamasıdır ki bu durumu düzeltmek için de Türkiye’nin zamana ve aklı başında devlet adamlarına ihtiyacı vardır. Zira, Suriye konusunda Türkiye’nin bu derece taraf olması (örneğin, Erdoğan’ın “Suriye bizim iç işimizdir”, “çok yakında Şam'a giderek Emevi Camii’nde namaz kılacağız” söylemleri) ve hem Suriye özelinde hem de Ortadoğu özelinde izlediği mezhep temelli dış politika Suriye’deki ve bölgedeki azınlıkları ve siyasal grupları Türkiye’ye yabancılaştırmış, hatta düşmanlaştırmıştır.

 

Bu şartlar altında Türkiye’nin yeni Suriye politikasının parametreleri çok daha sağduyulu, rasyonel ve ulusal çıkarları öncelikli kılan bir yapıda geliştirilmek zorundadır. Ancak Neo-Osmanlıcılık ve Neo-İslamcılık hevesleriyle hareket eden AKP hükümetinin bunu yapıp yapamayacağı yine de şüphelidir.

 

Yeni Suriye Politikasının Parametreleri

 

Birinci parametre olarak, AKP hükümetinin Suriye konusunda “askeri çözüm” ısrarını terk etmesi gerekmektedir. Zira, AKP hükümeti başından beri hızlı bir çözüm için askeri manada ABD’yi peşinden sürüklemeyi hep istemesine ve bu yönde teşvik edici olmasına rağmen, silahlı Suriye muhalefetinin Esad rejimini askeri güçle devirmelerinin mümkün olmadığı artık anlaşılmıştır. Hal böyleyken, AKP hükümetinin silahlı Suriye muhalefetine doğrudan ya da dolaylı askeri yardımını kesmesi ve politik çözüme aralanan kapı için yakın ilişkide olduğu Sünni İslamcı muhalefeti bu yeni sürece ikna etmesi en doğru yol olacaktır. Bu aynı zamanda Türkiye’nin hem iç hukuk hem uluslararası hukuk açısından gayrimeşru bir eylemini sonlandırmasını da sağlayarak, en son örneği Reyhanlı’da görüldüğü gibi Türkiye’nin sınır güvenliğini bu derece ihmal etmiş olmasının önünü de kesecektir. Kaldı ki, “askeri çözüm” masada olsa bile, ABD ve Batı ülkeleri açısından bu seçenek Müslüman Kardeşler ve El-Kaide gibi grupların “Arap Baharı” sürecinde kazandıkları güç ve politik zemin düşünüldüğünde, Suriye’nin bu grupların eline geçmesinin istenmeyeceği aşikârdır.

 

İkinci parametre olarak, Suriye konusundaki çözüm arayışlarında Türkiye’nin “Esad’sız çözüm” ya da “Baas’sız çözüm” anlayışını artık terk etmesi gerekmektedir. Çözümün bir yerinde ve bir zamanında Esad’ın ya da Baas’ın olacağı gerçeğini ABD bile kabullenmişken, Erdoğan’ın Esad’a söz geçirememiş olmasının kendisinde yarattığı hırsı ve ideolojik yaklaşımlarını artık bir tarafa bırakması gerekmektedir.

 

Üçüncü parametre olarak, Erdoğan’ın Obama’yla görüşmesi sonrasında dile getirdiği Türkiye’nin Suriye için yaptığı insani yardımların 1,5 milyar dolara ulaşmış olması ve bu yardımların ve mültecilerin Türkiye’ye kabulünün açık kapı politikasıyla sürdürüleceğini belirten politikasını AKP hükümetinin terk etmesi gerekmektedir. Zira bu politika, Suriye’nin bölünmesini kolaylaştırırken, Türkiye’nin de istikrarsızlık ithal edilmesine zemin hazırlamaktadır ki Hatay’da son iki yıldır yaşanan gelişmeler bunun en açık ispatıdır. Kaldı ki bu politika son kertede Suriyeli mültecilerin dahi yararına değildir. Dolayısıyla, insani gerekçelerle de olsa en azından Türkiye’nin bu konuda özendirici olmaması gerekmektedir. Bu nedenle Suriye sınırı denetim altına alınmalı, daha fazla mültecinin gelmesi engellenmeli ve daha önceden gelmiş olanlar ülkelerine dönmeye teşvik edilmelidir. Zira, mültecilerin Türkiye üzerinde yarattığı sosyal, siyasal ve ekonomik yük arttıkça, Türkiye’nin dayatmalarla karşılaşması mümkün olabileceği gibi; Suriye’nin Sünni–Alevi ekseninde bölünmesi durumunda da mülteciler Türkiye’de de benzer sorunların yaşanmasının önünü açabileceklerdir. Etnik Kürtçülükle yıllardır mücadele eden Türkiye’nin, bir de mezhepçilikle karşı karşıya kalması ulusal bütünlüğü açısından gerçekten endişe verici olacaktır. Kürt Sorunu’nu henüz çözememiş bir Türkiye’nin, mezhepçilik sorunuyla da karşı karşıya kalması, Türkiye’nin tam manasıyla “Ortadoğululaşma”sına kapı aralayacaktır.

 

Dördüncü ve son parametre olarak, Türkiye “Cenevre Süreci”ne Esad karşıtı olarak değil, aksine her iki tarafa da eşit mesafede olumlu, yapıcı ve barışçı bir aktör olarak dahil olmalıdır.

 

Cennet, Cehennem ya da Araf’ta Bir Dış Politika

 

Bütün bu parametreler çerçevesinde Türkiye’nin yeniden yapılandırılacak Suriye politikası, şüphesiz eskisinden daha rasyonel, dengeli ve ulusal çıkarları öncelikli kılan bir dış politika olacaktır. Ancak, hemen belirtmek gerekir ki Cenevre’de toplanacak ikinci konferansta ABD ve Rusya arasında bir mutabakat sağlanırsa, bu gelişme Türkiye’yi yeni problemlerle daha doğrusu izlediği hatalı dış politikanın sonuçlarıyla da yüz yüze bırakacaktır. Zira, Cenevre’de sağlanacak mutabakat Esad re­ji­mi­ne mo­ral des­tek sağ­la­ya­rak muhalifler karşısında eli­ni kuv­vet­len­di­rirken; “Ce­nev­re Süreci”nin ka­rar­la­rının da yü­rür­lü­ğe gi­rmesiyle Suriye’deki muhalif güçlere yapılan silah yardımı da duracaktır.

 

Bu durumda ortaya çıkacak tablo iki açıdan Türkiye için risk ve tehlike yaratacaktır: Birincisi, Suriye’deki muhalif güçler daha da parçalanıp zayıflama istikametine girerken, bu güçler (özellikle cihadist/ köktenci gruplar) Tür­ki­ye­’nin ken­di­le­ri­ni ya­rı yol­da bı­rak­tı­ğı dü­şün­ce­siy­le Türkiye’ye kar­şı şid­det ha­re­ket­le­rin­e yönelebileceklerdir. İkincisi, Su­ri­ye­’de ku­ru­la­cak Esad’sız fakat Ba­as ağır­lık­lı bir hü­kü­met, Tür­ki­ye­’yi düş­ma­nı ola­rak gö­re­bilecek ve Türkiye’ye zarar vermek için cihadist/köktenci grupları bile yönlendirebilecektir. Dolayısıyla, her halükârda Türkiye yanlış Suriye politikasının faturasını ödemeye Reyhanlı örneğinde de görüldüğü gibi devam edecektir. Yani Türkiye, yeni Suriye politikasında orta ve uzun vadede “Cennet”i hayal ederken “Araf”ta bile tutunamayabilir…

 

 


[1]Bkz. “Exclusive: Turkish PM Erdogan: Syria Has Crossed Red Line, Used Chemical Weapons”, 9 May 2013, http://worldnews.nbcnews.com/_news/2013/05/09/18148044-exclusive-turkish-pm-erdogan-syria-has-crossed-red-line-used-chemical-weapons?lite, (Erişim tarihi: 25.05.2013).

[2]Bkz. “2’nci Cenevre Pazarlığı”, 25 Mayıs 2013, http://www.hurriyet.com.tr/planet/23363913.asp, (Erişim tarihi: 25.05.2013)

[3]“Erdoğan: Suriye İçin Cenevre Süreci Konusunda Görüşüm Değişti”, 17 Mayıs 2013, http://t24.com.tr/haber/erdogan-suriye-icin-cenevre-surecini-biraz-daha-ilerletelim/230126, (Erişim tarihi: 25.05.2013)

Doç. Dr. Bülent Şener

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...

Error: No articles to display