Dış Politikada “Değerli yalnızlık” ya da “Yanlış Hesabın Şam’dan Dönmesi”

Yazan  24 Eylül 2013

Giriş

“Devletlerin daimi dostları ve düşmanları yoktur, daimi çıkarları vardır”der ünlü İngiliz devlet adamı Lord Palmerston. Uluslararası ilişkilerin amentüsü kabul edilen bu sözü, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ikilisinin bilmemesine imkân olmasa da, bu sözden anlaşılması gerekeni anlamadıkları ya da anlamamak için direndikleri artık kesindir. Dış politikada “komşularla sıfır sorun” gibi ütopik bir şiarla yola çıkan AKP hükümetinin dış politikada Türkiye’yi getirdiği yeni noktanın adı –Erdoğan’ın dış politika başdanışmanı Doç. Dr. İbrahim Kalın’ın isimlendirmesiyle– “değerli yalnızlık”… Türk dış politikasındaki hezimet ve içerisine düşülen yalnızlığın “değerli” sıfatıyla kamufle edilemeyecek kadar vahim olduğu bugünlerde, Kalın’ın Türkiye’nin dış politikada AKP eliyle içerisine düşürüldüğü yalnızlığı kamuoyundan gizlemeye çalıştığı bu “kalın” çabası ve makyajı bir süredir gündemi meşgul ediyor. Bu nedenle de konuyu irdelemekte fayda var: Yalnızlık değerli bir şey midir? Ya da yalnızlık gerçekten değerli kılınabilir mi? Dış politikada “yalnızcılık/izolasyonizm” her devletin izleyebileceği bir strateji midir? Türkiye gibi bir devlet siyasi, askeri, ekonomik ve coğrafi koşulları dahilinde dış politikasında “yalnızcılık” stratejisine bel bağlayabilir mi?

Yalnızcılık/İzolasyonizm ve “Değerli Yalnızlık”

Doç. Dr. İbrahim Kalın’ın 1 Ağustos 2013 günü twitter adresinden paylaştığı “ ‘Türkiye Ortadoğu’da yalnız kaldı’ iddiası doğru değil ama eğer bu bir eleştiri ise o zaman söylemek gerekir: Bu, değerli bir yalnızlıktır.” şeklindeki söylemiyle başlayan “değerli yalnızlık” tartışması Türkiye’nin Ortadoğu politikalarında yalnız kalıp kalmadığı ve eğer öyleyse bunun değerli bir yalnızlık mı yoksa bir dış politika tercihi mi olduğu sorularını gündeme taşıdı.

 “Değerli yalnızlık” kavramının kökleri, esas olarak, ilk kez 1896 yılında Kanada Maliye Bakanı George Eulas Foster tarafından kullanılan “muhteşem yalnızlık/görkemli yalnızlık” (splendid isolation) kavramına ve 19. yüzyıl sonu İngiltere’sinin Muhafazakâr Parti’li ve Yahudi asıllı Başbakanı Benjamin Disraeli’ye atfedilen dış politikaya kadar uzanmaktadır. O tarihlerde İngiltere’nin son yıllarda bir süreliğine kendisini Avrupa politikasından tecrit etmesini niteleyen bu politika sayesinde, İngiltere kendisini kıta Avrupa’sının çatışmalarından bir anlamda soyutlayabilmiş, fakat yeri geldiğinde de kıta Avrupa’sının iç dengesi için çaba göstererek (dengenin dengeleyicisi) güçlü bir hareket serbestisine kavuşmuştur. Gerçekten de Muhafazakâr Parti’nin iktidarda bulunduğu 19. yüzyılın son çeyreğinde, Disraeli hükümeti döneminde İngiltere Avrupa’daki sorunlara çok gerekli olmadıkça bulaşmamış, bu sayede sömürgeleriyle ilişkilerini tahkim etmeye, onlarla serbest ticareti geliştirmeye odaklanmış ve çok güçlenmiştir. Ancak ve ancak, Rusya’nın İstanbul’u ele geçirme, Akdeniz’e inebilme tehlikesi ve Ortaasya’daki genişlemeyle Hindistan’daki İngiliz çıkarlarını tehdit etmesi üzerine İngiltere adasından çıkarak 1878’de Kıbrıs’ı, 1882’de de Mısır’ı işgal etmiştir. Nihayet, Almanya’nın imparator II. Wilhelm döneminde gözünü Doğu’ya dikmesi üzerine İngiltere 1902’de “muhteşem yalnızlık” politikasından vazgeçerek reelpolitiğe geri dönüş yapmıştır. Böylelikle 20. yüzyıla gelindiğinde İngiltere, adasından “sömürgeci” bir güç olarak değil “müttefik” bir güç olarak çıkmaya başlamış ve hem Avrupalılığını hem de Kuzey Amerikalılığını korumayı başarabilmiştir.

Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, devletlerin dış politikalarında bazen yalnız kalmaları doğaldır. Özellikle ulusal hayati çıkarların söz konusu olduğu durumlarda devletler yalnız kalabilirler. Bu bağlamda Türkiye’nin yıllardır Kıbrıs sorunu konusunda içerisinde bulunduğu görece “yalnızlık” anlaşılabilir bir şeydir. Fakat bir uluslararası sorunda yalnız kalınıyorsa, bunun anlamlı olup olmadığı, değerli olup olmadığı tartışmalıdır. Hele ki uluslararası ilişkilerde siyasi ve özellikle de ekonomik karşılıklı-bağımlılık olgusunun giderek güç kazandığı günümüzde, devletlerin bu türden bir dış politika stratejisi izleyebilmesi hem zor hem de sorunlu bir tercihtir. Dış politikada “yalnızlık” eğer nesnel şartlarlar gereği bir siyasi politika olarak tercih edilirse ancak anlamlı olabilir. Yoksa, izlenen hatalı dış politika sonucu içerisine düşülen bir “yalnızlık” ne anlamlıdır ne de değerlidir.

Türkiye’nin de Ortadoğu’da hâlihazırda içerisinde bulunduğu “yalnızlık” da çevresindeki devletlerle ilişkilerini bilerek bozması sonucu oluşmuştur. Gerçekten de düne kadar Türkiye’nin bütün komşularıyla anlaşacağını, konuşacağını, sıfır sorun yaşayacağını söyleyen ve kendisinden önceki dış politika tarihini düşmanlık üretmekle suçlayıp, yerden yere vuran AKP hükümetinin, şimdi neden birden bire dış politikada “yalnızlık” içerisinde bulunduğunu sorgulamak gerekir. Bu “yalnızlık”[ğ]ın arzu edilmeyen bir şey olduğu da bizatihi önüne “değerli” sıfatının getirilerek mucidi tarafından ikrar edilmesiyle ortaya çıkmaktadır zaten. Diğer bir deyişle, Kalın’ın “değerli yalnızlık” söylemi, bir taraftan komşularla sıfır sorun politikasının öldüğünü ilan etmenin dolaylı bir yolu iken, diğer taraftan da AKP’nin politikaları nedeniyle Türkiye’nin hızla yalnızlaştığının teknik bir ifadesidir. Dolayısıyla, bu yeni eleştirel söyleme göre AKP sadece otoriterleşmiyor aynı zamanda Türkiye’yi yalnızlaştırarak “ulusal çıkarlara” da zarar vermektedir.[1] Cengiz Çandar’ın da dikkat çektiği gibi, AKP’nin dış politikada yanlış üzerine yanlış yaparak Türkiye’nin uluslararası etkisinin ortadan kalkmasını “değerli yalnızlık” diye niteleyerek “muhteşem yalnızlık” çağrışımı yaptırmasını doğrulayacak bir durum yoktur. Dahası, AKP’nin dış politika yapıcıları Türkiye’nin başta Ortadoğu olmak üzere, dünya çapında dış politikasında çuvallamış olduğunun üzerini, sözde ahlakçı ilkelerden yola çıktığını iddia eden, görüntüde fiyakalı bir kavramla kapatmaya çalışmaktadırlar.[2] Bu haliyle “değerli yalnızlık” söylemi Türkiye’nin son dönemde Ortadoğu politikalarında, Avrupa Birliği, ABD, Arap ülkeleriyle hesapsız, mesnetsiz ve öngörüsüz politikaları sonucunda ters düşmesinin ardından hükümete gelen eleştirilere yanıt olarak kullanılmaktan başka hiçbir işlevsel değere sahip değildir politik anlamda.

Peki Türkiye ve Türk dış politikası bu noktaya nasıl getirildi. Bunu iki başlıkta özetlemek mümkündür:

Birincisi, AKP iktidarının iç siyasetteki gücüne güvenerek dış politikada gerçekleri kabullenmeme de ısrarcı, hatta maluliyet içerisinde olması durumu. Gerçekten de ütopik de olsa “komşularla sıfır sorun” gibi niyet itibariyle pozitif sayılabilecek bir dış politika hedefiyle yola çıkan Recep Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu, bugün gelinen noktada Türkiye’yi Batılı müttefiklerinin yanı sıra Arap dünyasındaki müttefiklerinin çoğuyla da kavgalı bir duruma getirmişlerdir. Gereksiz meydan okumalarla muhataplarının üzerine giden Türkiye, ne yazık ki artık muhatapları tarafından da fazla önemsenmemekte ve dışlanmaktadır. Özellikle, Mısır, Suriye ve Filistin konularında Türkiye’nin etkinliği giderek zayıflamış ve dışlanmıştır. Bu konulardaki önemli toplantılara –Türkiye’den talep olsun ya da olmasın– Türkiye çağrılmamaktadır çoğunlukla.

İkincisi, AKP, Türk dış politikasının temel ilkelerinden ve niteliklerinden bilerek uzaklaşarak, Türk dış politikasını rasyonel olmayan bir zemine doğru kaydırmış ve bu doğrultuda [siyasal] İslamcı, Sünni mezhepçi ve Neo-Osmanlıcı bir dış politika takip etmeye başlamıştır. Bu haliyle bu dış politika “ulusal çıkar”lara ve bu eksende olması gereken “öncelik”lere sahip değildir. Bugün artık Türk dış politikasında “ulusal çıkar”lar değil oldukça sığ “ideolojik çıkar”lar önem kazanmış, Türk dış politikasının “öncelik”li konuları ikinci hatta üçüncü planlara itilerek, İslam dünyasının konuları ve AKP’nin iç siyasetteki konumunu önceleyen durumlar önem kazanmıştır. Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse, AKP’den önce Türk dış politikasında “araçsal” bir değer ifade eden “İslam” olgusu, AKP’yle birlikte hem iç hem de dış politikada “amaçsal” ve “siyasal” bir değere dönüşmüş ve denklem tersine çevrilerek, Türk dış politikası bunun bir aracı haline getirilmiştir. Deyim yerindeyse, [siyasal] İslam’ın, Cumhuriyet tarihi içerisinde Türk dış politikasında gerçek manada bir referans olarak kabul edilmesi ve pratiğe bu denli yansıması –Milli Nizam, Milli Selamet, Refah partilerinden daha fazla‒ AKP’yle birlikte gerçekleşmiştir. İş o kadar şirazesinden çıkmıştır ki, bugün artık Türkiye kökten dinci terör örgütlerini destekler duruma (El Kaide, El Nusra, Hamas gibi) getirilmiştir AKP eliyle. Türk dış politikasında daha önce hiç şahit olunmayan bu dinci ve mezhepçi tavır ve yön bizzat Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ihtiraslı ve irrasyonel sözlerinden de anlaşılabilmektedir.

“İnşallah en yakın zamanda Şam’a gidecek, Camii Emevi’de buluşacak ve orada namaz kılacağız.”[3]

“Yarın mahşer gününde rabbim bize soracak ‘o bebekleri gördün de ey Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ne yaptın?’ diye. Ne diyeceğim? ‘Siyaset yaptım mı’ diyeceğim. Hz. Muhammed ‘bir elime ayı diğer elime güneşi verseniz de vazgeçmem’ derken ben dengeler adına susmaya mı tercih edeceğim.”[4]

Sonuç Yerine

Yeryüzünde en iddiasız devletler bile dış politikada “ya hep, ya hiç” politikası izlemez. Böylesi bir durum devletadamı olmanın rasyonelliğine ve bizatihi devlet olabilmenin ontolojisine terstir. Ne yazık ki içeride her seçimle birlikte iktidarını kuvvetlendiren AKP’yle birlikte Türkiye dış politikada her geçen gün “ya hep, ya hiç” politikasıyla yol alır bir duruma gelmiştir. Bugün Türk dış politikasına yansıyan gerçek şudur ki, Türkiye, sorunsuz olduğu devletlerle sorun yaşamaya başlamış, sorunlu olduğu devletler karşısında da caydırıcılığını ve prestijini yitirmiştir, yalnızlaşmıştır. Bu durum, AKP zihniyetinin hem iç politikada hem de dış politikada artık karakteristiği haline gelen “gücünü abartmak”, “bana kimse dokunamaz”, “her şey bizden sorulur” türündeki hezeyanlarının bir sonucudur. Bu nedenledir ki, AKP Hükümeti’nin ve Davutoğlu’nun hatalı, sağduyusuz ve benbilirimci tavırları ve uygulamaları yüzünden 80 yıllık cumhuriyet tarihinde Akdeniz’de ve Ortadoğu’da daha önce hiç olmayan işler Türkiye’nin başına artık gelmeye başlamıştır. Dış politika alanının ideolojikleştirilmesi ve reel gerçekliklerin çarpıtılarak kamuoyuna sunulması konusunda oldukça mahir olan AKP iktidarının, Sünni [siyasal] İslamcılık ve Neo-Osmanlıcılık temelindeki yapılanmasının iç ve dış siyasetteki görüntüsü gerçekten de kaygı vericidir. AKP’nin bu temel üzerinde bina ettiği, oldukça abartılı ve yanılsamalarla dolu söylem ve pratiklerinin Türkiye’yi gerek iç politikada gerekse dış politikada birtakım yeni sıkıntıların içerisine sokma ihtimali oldukça yüksek gözükmektedir.

Bir Türkiye düşünün ki en güçlü ve en istikrarlı olduğunu iddia ettiği bir dönemde ne İsrail’de, ne Mısır’da, ne de Suriye’de büyükelçisi yok. Bağdat yönetimiyle de hala kavgalı ve gerginlikler devam ediyor. Ve ne yazık ki, son dönemde Irak ile Türkiye arasında hiçbir üst düzey ziyaretin gerçekleşmemesi AKP hükümeti tarafından normal kabul edilebiliyor, ziyaret yönünde adım atan muhalefet partileri de rahatlıkla eleştirilebiliyor. Batı’yla ve Batılı kurumlarla ilişkiler ise “Taksim Gezi Parkı Olayları”ndan sonra karşılıklı suçlayıcı bir mecraya girdi ve Türkiye’nin prestijine gölge düşürmeye devam ediyor. Özetle, Türkiye tüm Ortadoğu’da ve Batı nezdinde giderek yalnızlaşıyor ve yalnızlaştırılıyor. Doç. Dr. İbrahim Kalın’ın “değerli yalnızlık” söylemi ise zevahiri kurtarmak adına işlev görüyor. Kalın’a sormak lazım belki de: “Ya hep, ya hiç” politikasıyla oluşmasına katkıda bulunduğunuz şartların neticesinde içerisine düştüğünüz bir “yalnızlık” gerçekten “değerli” olabilir mi? Hele ki Türkiye gibi orta büyüklükteki bir devlet yalnız kalma lüksüne hayati çıkarları söz konusu olmadıkça sahip olabilir mi? İç politikada her geçen gün Türkiye’yi kutuplaştıran ve demokrasiden uzaklaştıran AKP hükümeti, dış politikada da 80 yılda oluşturulan realist ve pragmatik temelli dış politika çizgilerini terk ederek oluşturduğu ideolojik yaklaşımlarla Türkiye’yi tehlikeli bir yalnızlığa hapsetmiş durumda. Yanlış hesap Şam’dan döner dönmesine ama Bağdat harap olduktan sonra neye yarar…

 


[1]Cengiz Çandar, “Müslüman Kardeşlerimiz’den Başka Dostumuz Kalmazsa”, Radikal, 25 Ağustos 2013.

[2]Çandar, “Müslüman Kardeşlerimiz’den Başka Dostumuz Kalmazsa”

[3]Muharrem Bayraktar, “Emevi Camii’nde Namaz Kılacak Olan Kahraman”, Yeni Mesaj, 12 Eylül 2012.

[4]“Başbakan Erdoğan: Türkiye’nin Soğuk Kanlılığı Adeta Test Ediliyor”, Radikal, 12 Mayıs 2013.

Doç. Dr. Bülent Şener

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display