< < İnsanlığın Olağan Durumu “Savaş” ve Bir Medeniyet Hâli “Barış” Üzerine


İnsanlığın Olağan Durumu “Savaş” ve Bir Medeniyet Hâli “Barış” Üzerine

Yazan  02 Eylül 2013

Yeryüzünde “savaş” ve “barış” olgularına ilişkin söylenmedik ya da yazılmadık pek bir şey herhalde kalmamıştır. Çok eski çağlardan bu yana savaş, insan topluluklarının, devletlerin, birbirlerine karşı azımsanmayacak ölçüde kullandıkları bir dış politika aracı olagelmiştir. İnsan topluluklarının ve devletlerin birbirlerini istedikleri yönde davranmaya zorlamak için kullandıkları çeşitli araçlardan biri olmasına rağmen, doğrudan insan hayatına yönelik bir nitelik taşımasından dolayı savaş olgusu insanlık tarihinde çok fazla tartışma konusu olmuştur. Buna rağmen, insanoğlunun “savaşı önleme” ya da “barışı kurma/koruma” konusundaki arayışları bir nihayete ermiş değildir ve erebilecek gibi de görünmemektedir. Zira, insanlığın yazılı tarihinin 3500 yılının yalnızca 270 yılında savaş görülmemesi, uluslararası ilişkilerdeki savaş olgusunu tüm çıplaklığıyla yansıtmaktadır. Antik Yunan ve Roma medeniyetlerinden, Eski Çin ve Hint uygarlıklarına; en pasifist öğretilerden tek tanrılı dinlere kadar savaş olgusu, insan toplulukları arasındaki sorunları halletmede ve düşmana karşı mücadelede azımsanmayacak ölçüde geçerlilik ve meşruiyet bulmuştur.

Teoride de savaş, dış politikanın gerçekleştirilmesinin araçlarından biri olarak kabul edilegelmiştir. XV. ve XVI. yüzyılın siyasal düşünüşünde büyük izler bırakan Machiavelli, savaşı doğal bir dış politika aracı olarak görürken; Hegel de savaşı devlet egemenliğinin en yüksek derecedeki görüntüsü olarak görmektedir. Ünlü savaş kuramcısı Clausewitz de “savaş, politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir”[1] diyerek bu gerçekliğe işaret etmiştir. Bu anlamda savaş en eski uygarlıklardan bu yana, en kısa, en kestirme ve doğrudan sonuç almaya yönelik bir araç olarak görülmüştür.

Savaşı anlamanın yolu, onun nedenlerini saptamaktan geçmektedir. Ne var ki, savaş oldukça karmaşık bir konudur ve tek bir nedensellik zinciri içerisinde açıklanabilmesi mümkün değildir. Nicholas S. Timasheff’in “herhangi bir şeyin savaşa neden olması mümkündür, ancak hiçbir şey kesin olarak savaşa neden olmaz”[2] ifadesi bu gerçeğin altını çizmektedir. Şu ana kadar uluslararası ilişkiler disiplininde de üzerinde anlaşılabilen belki de tek nokta, savaşların ortaya çıkışını tek bir nedene bağlamanın imkânsızlığıdır. Örneğin, Quincy Wright, A Study of War adlı eserinde, savaşın nedenleri konusunda, teknolojik düzey, hukuksal yapı, sosyo–politik örgütlenme ve kültürel olmak üzere dört temel boyutta meseleyi ele alıp savaşın nedenlerini incelerken[3]; Karl W. Deutsch ve Dieter Senghass de, siyasal ve toplumsal kurumlar, hukuksal ve teknolojik yapı, kültür ve değer sistemi boyutlarında savaşın nedenlerini incelemiştir.[4] Diğer taraftan K. J. Holsti, Peace and War: Armed Conflicts and International Order 1648–1989 adlı çalışmasında, 177 savaş üzerinden bir değerlendirme yaparak savaşın nedenlerini belirlemeye çalışırken[5]; Kenneth N. Waltz ise,  Man, the State and War adlı eserinde savaşın nedenleri birey, devlet ve uluslararası sistem düzeyinde inceleyerek savaşı uluslararası sistemin anarşik yapısının sonucu olarak değerlendirmiştir.[6] Waltz’ın bu tespiti önemlidir, zira, uluslararası sistemde tüm devletlerin üstünde bir üst gücün bulunmaması nedeniyle güvenlik ikilemi içinde yaşayan devletler, kendi güvenliklerini tahkim etme ve güçlerini arttırmanın peşindedirler. Uluslararası sistemin bu anarşik yapısı devletleri varlıklarını sürdürebilme sorunuyla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu yapı içerisinde devletler çeşitli ittifaklar ve koalisyonlar kursalar bile, varlıklarını sürdürmek için temelde kendi olanaklarına dayanmak zorundadırlar. Neticede, sürekli olarak devletler arası güvensizlik, rekabet ve çıkar çatışmalarına sahne olan bu yapıda çatışmaların nihai çözümü de (egemen ve bağımsız devletler, aralarında arabuluculuk yapabilecek bir üst otorite tanımadıkları için) ancak “savaş”la gerçekleşmektedir. Yani savaş olgusu bizatihi devlet olmanın tabiatı gereği (egemenlik ve bağımsızlık) yapısal ve ontolojik bir gerçekliktir ve çağlar boyunca da bu hiç değişmemiştir.

Napolyon Savaşları’yla birlikte XX. yüzyıla uzanan süreçte (I. ve II. Dünya Savaşları’yla) savaş olgusu dehşetengiz boyutlara ve görünümlere ulaşmıştır. Artık savaş ve savaş hazırlıkları, kendi ekonomisini oluşturan (savaş ekonomisi), halk kitlelerinin de katıldığı, cephe gerisine de yansıyan, gelişmiş teknolojilerin kullanıldığı etkin ve bir o kadar da yıkıcı bir dış politika aracı hâline gelmeye başlamıştır. Örneğin, II. Dünya Savaşı’nın sona erdiği 1945 yılından 2001’e kadar saptanabilen en az 140 savaş yaşanmış ve bu savaşlarda 45 milyondan fazla insan hayatını kaybetmiştir.[7] Bu insanların yaklaşık 28 milyonunun çatışmalarda ölmesi ve geriye kalan 17 milyon insanın ise savaşların neden olduğu açlık, hastalık, mültecilik vb. nedenlerle hayatlarını kaybetmesi işin trajik boyutunu oluştururken; bu dönemin ve bu dönemde var olan uluslararası ilişkilerin niteliğinin ‒sıcak‒ savaşın olmadığı bir “Soğuk Savaş”ı yansıtması ise işin ironik boyutunu oluşturmaktadır. 1990’lı yıllara gelindiğinde ise, Soğuk Savaş’ın sonunda bile, savaş yıkıcılığını ve yaygınlığını kaybetmemiş, aksine savaş ve savaş için hazırlık, modern devletin vazgeçilmez uğraşı ve ekonomik dayanaklarından biri hâline gelmiştir. Zira, büyük devletlerce silah satımı (özellikle demokratik devletlerce) hâlâ uluslararası ticaretin belli başlı ve en karlı konusudur. Nitekim, Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) raporlarına göre, XX. yüzyılın son yılında silahlanmaya harcanan para 757 milyar dolar, XXI. yüzyılın ilk yılında ise silahlanmaya harcanan para 772 milyar dolardır. 1992–2001 döneminde silahlanmaya ayrılan para ise 7 trilyon 625 milyar dolardır.[8] “Modern”likten “postmodern”liğe küresel bir geçişin olduğu günümüzde ise savaş olgusu genel bir hâl almıştır. Zaman zaman ve bazı yerlerde düşmanlıklar ortadan kalksa da, silahlı şiddet sürekli bir olasılık olarak hep mevcut, her zaman ve her yerde patlamaya hazır olagelmiştir. Dolayısıyla, Thomas Hobbes’un da dikkat çektiği gibi, savaşın doğası bizzat çatışmanın kendisinde değil, aksi yönde bir güvence olmadığı sürece, çatışmaya yönelik var olan eğilimde/yapıda gizlidir ki, bu durum insanlığın gerçek bir barış hayali hatta umudu beslemesini engelleyecek denli savaş ve barış arasındaki ayrımı aşındıran bir genel küresel savaş hâlidir.[9] İdealist felsefeci Immanuel Kant bile bu durumu doğrularcasına “bir arada yaşayan insanlar arasında tabii hâl bir barış hâli değil, her zaman ilan edilmiş olmasa bile her an patlayabilecek gibi görünen bir savaş hâlidir” diyerek, savaşın “doğal bir hâl”, buna karşılık barışın ise aslında bir “medeniyet hâli” olduğuna dikkat çekmiştir.

Kabul etmek gerekir ki, dün olduğu gibi bugün de, hemen hemen hiçbir devlet, kendisini çok uzun bir süre uluslararası sistemi etkileyecek çatışmaların dışında tutabilecek yeteneklere sahip bulunmamaktadır. Uluslararası politikada hemen her devlet yaşamsal çıkarları söz konusu olduğunda güç kullanmakta, savaşa başvurmaktadır. Öyle ki, egemen devletler, Birleşmiş Milletler örgütünün kurucu belgesine bile, devletlerin ortaklaşa ya da tek başına “meşru müdafaa/savunma” hakkını saklı tuttuklarını belirten hükümlerin konulması gereğini duymuşlardır.

Sonuç olarak, dün olduğu gibi bugün de kaba güç ve çıkar, uluslararası ilişkilerin hâlâ en önemli öğesi olmaya devam etmektedir. Uluslararası politikada hemen her devlet yaşamsal çıkarları söz konusu olduğunda son kertede güç kullanabilmekte, savaşa başvurabilmektedir. Dolayısıyla savaş olgusu insanlık tarihinin olağan ve düzenli deneyiminin bir sonucudur ve en istikrarlı sistemler bile savaşı ‒ya da daha iyimser bir yaklaşımla söylersek‒ çatışmayı dışlamaz. Diğer bir deyişle, uluslararası ilişkilerde savaş olağan, barış ise istisnadır (İdealistler ise bunun tam tersini iddia etmektedirler). Kaldı ki, bir disiplin olarak Uluslararası İlişkiler’in doğuşunun, varlığının ve gelişiminin temelinde de “savaş” ve “barış” olguları yer almaktadır. İnsanoğlu yeryüzünde var olduğundan bu yana, hem birey olarak hem toplum olarak kendisinden farklı olanı baskılamaya, kontrolü altına almaya, kendi değerlerini empoze etmeye, çıkarlarını ve üstünlüğünü korumaya çalışmaktadır. Michael Dibdin, Dead Lagoon (Ölü Lagün) adlı romanında[10] bu gerçekliği şöyle ifade etmektedir: “Gerçek düşmanlar olmadan, gerçek dostlar olmaz. Ne olmadığımızdan nefret etmediğimiz sürece, ne olduğumuzu sevemeyiz. Bunlar, yüzyıldan fazla bir süredir devam eden duygusal kesitten sonra büyük bir ıstırapla yeniden keşfettiğimiz eski gerçeklerdir…” Habil ile Kabil’den[11] Usame Bin Ladin’e; Roma’dan Osmanlı’ya, “ulus-devlet”ten “küreselleşme”ye varan bütün olaylar ve sistemler dizgesi hep bu dinamik üzerinden yürümektedir. Dolayısıyla, insanlar ve toplumlar arasında “ebedi barış”ı kurgulamak boşuna bir çaba ve ütopyadır. Her “barış” ona “barış” diyenlerin çıkarlarını temsil ettiği için “barış”tır (“Pax Romana”, “Pax Ottomana”, “Pax Britannica”, “Pax Americana”, “Versay Barışı” gibi olgular/olaylar bu gerçekliğin en açık ispatıdır). Yani “barış”ın ne anlamı ne de kapsayıcılığı mutlak değildir, görecelidir. İnsanlar ve toplumlar arasında olan biten her şey “güç ve çıkar mücadelesi”dir ki bunun doğal sonucu da ya “savaş” ya da “geçici”, “kısmi”, “göreceli” bir barış’tır. Dolayısıyla yeryüzünde “savaş”, Kant’ın da dediği gibi, “… ya ortada savaşılacak bir şey kalmayınca ya da yeryüzünün her köşesinde genel kabul gören yeni bir törel anlayış sağlanınca sona erecektir.”

 


[1]Carl von Clausewitz, Savaş Üzerine, Çev. Şiar Yalçın, Eriş Yayınları, İstanbul, 2003, s. 30.

[2]Kalevi J. Holsti, Peace and War: Armed Conflicts and International Order 1648‒1989, Cambridge University Press, Cambridge, 1991, p. 3.

[3]Bkz. Quincy Wright, A Study of War, University of Chicago Press, Chicago, 1964.

[4]Karl W. Deutsch, Dieter Senghass, “A Framework for a Theory of War and Peace”, The Search for World Order: Studies by Students and Colleagues of Quincy Wright, Ed. by. Albert Lepawsky, Edward H. Buehrig, Harold D. Lasswell, Appleton-Century-Crofts, New York, 1971, pp. 23-46.

[5]Bkz. Holsti, Peace and War: Armed Conflicts and International Order 1648‒1989, p. 307.

[6]Kenneth N. Waltz, Man, the State and War, Columbia University Press, New York, 1959.

[7]Daniel S. Papp, Contemporary International Relations: Frameworks for Understanding, 6th ed., Longman Pub. Group, New York, 2001, p. 435.

[8]Bkz. Stockholm International Peace Research Institute, SIPRI Yearbook 2002: Armaments, Disarmament and International Security, Oxford University Press, Oxford, 2002, p. 266.

[9]Michael Hardt ve Antonio Negri, Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, Çev. Barış Yıldırım, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2004, s. 21.

[10]Michael Dibdin, Dead Lagoon, Knopf Doubleday Publishing Group, New York, 1996.

[11]“Habil ile Kabil”in hikâyesi, Eski Ahit’te, Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde yer alan eski bir mit’tir. Kabil, Hz. Âdem’in ve Hz. Havva’nın büyük, Habil ise küçük oğullarıdır. Kabil çiftçi, Habil ise çobandır. Kabil’in, kardeşi Habil’i öldürdüğüne ve tarihteki ilk katil olduğuna inanılır. Diğer bir deyişle, yeryüzünde “kanı dökülen ilk insan”ın Habil, “kan döken ilk insan”ın ise Kabil olduğuna inanılmaktadır. Hikâyeye göre, Kabil tanrıya o yılki hasadını, Habil ise yeni doğan koyunlarını adar. Tanrı Habil’in adağını kabul eder fakat Kabil’inkini kabul etmez. Bunun üzerine içinde kıskançlık uyanan Kabil’in nefsi kardeşini öldürmeye teşvik eder ve kardeşi Habil’i öldürür. Böylelikle, yeryüzünde hem “ilk çatışma”, hem “ilk cinayet”, hem “ilk kardeş katli” yaşanır.

 

Doç. Dr. Bülent Şener

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display