Kürt Sorunu’nda “Federalizm” Tartışmaları Üzerine

Yazan  24 Ağustos 2013

            Giriş

            PKK terörünün ortaya çıkışından bu yana ‒özellikle 1990’lı yıllardan itibaren− Kürt sorunun siyasal çözümüne ilişkin olarak ortaya atılan en önemli tartışma “federalizm/federasyon” (âdem-i merkeziyetçilik) olgusu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin “ulus-devlet”/“milli devlet” (Nationstate) ve “üniter devlet”  yapısını terk ederek, bir federasyona dönüşmesine ilişkindir.

          1789 Fransız Devrimi’yle birlikte ortaya çıkan “ulus-devlet”/“milli devlet” olgusu, meşruiyetini bir ulusun belli bir coğrafi sınır içindeki egemenliğinden alan devlet şeklini ifade etmek için kullanılmaktadır. Bilindiği üzere, “devlet” olgusu “politik” ve “jeopolitik” bir varlığa karşılık gelirken; “ulus” olgusu “etnik” ve/veya “kültürel” bir yapıya karşılık gelmektedir. İşte “ulus-devlet” kavramı, bu iki yapının örtüşmesi sonucu oluşur. Tarihteki diğer devlet yapılanmalarından farklı olarak, “ulus-devlet” modelinde devlete vatandaşlık bağıyla bağlı tüm vatandaşların ortak bir dil, ortak bir kültür ve ortak değerleri paylaşması esastır. Diğer bir deyişle, “ulus-devlet” bütünleşmiş bir siyasi yapıdır. Sanayi Devrimi ve modernleşmeyle birlikte yeryüzünde “ulus-devlet” oluşumları hızlanarak 19. ve 20. yüzyıldaki devlet yapılanmalarına esas rengini vermiştir. “Üniter devlet” kavramıyla kastedilen federal olmayan devlettir. Diğer bir deyişle, anayasal olarak egemenliği federal devletlerle (eyaletlerle) paylaşmayan merkezi bir iktidara/otoriteye sahip devlet türüdür. “Üniter devlet”te merkezde yapılan yasalar ülkenin her köşesinde uygulanır.

 

           Bu bağlamda, Türkiye’de federalizm tartışmaları, Anavatan Partisi (ANAP) döneminden itibaren Kürtlerin bireysel ve kolektif hak ve özgürlükleri bağlamında gündemi işgal etmeye başlayarak, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) döneminde de “vatandaşlık” ve “idari yönetim” olguları üzerinden çok daha fazla gündemi işgal eder olmuştur.[1]

 

            Burada sorulması gereken esas soru şudur: PKK gibi terörizm sorunlarının çözümünde federalizm “olmazsa olmaz mıdır?” ve bu gerçekten her şart altında “başarılı olacak bir model midir?”. Türkiye’nin Kürt sorunu bağlamında yaşadığı siyasal ve anayasal gerilimi aşmada, Kanada, İsviçre, İspanya gibi örnekler yol gösterici ve/veya örnek olabilir mi/alınabilir mi?

 

            Gerçekten de konuyla ilgili yeteri kadar bilgi sahibi olmayanlar açısından, Kürt sorununa pek çok ülkede başarılı/başarısız uygulanmaya çalışılan federalizmin bir anda çözüm olacağını düşünmek günümüz Türkiye’sinde artık moda haline gelmeye başlamıştır. Hatta, AKP’nin ve Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) Türkiye’de yarattığı siyasi iklimde bu düşüncenin karşısında olmak, bir kısım siyaset ve medya çevrelerinde artık “demokrasi karşıtlığı”yla özdeş tutulmaya başlanmıştır bile. Oysa ki, mesele ne “demokrasi karşıtlığı”dır ne de “örneklere güvenme/güvenmeme” meselesidir. Aksine gelecekte çok daha büyük sorunlara yol açmaması için bilimsel temelde (siyaset bilimi, hukuk ve tarih) federalizm konusuna eğilmekte fayda vardır.

 

            Neyi Tartışıyoruz?: “Kürt Sorunu”nu mu “Federalizm”i mi?

 

            “Federalizm”, bir siyasal örgütlenme biçimidir ve ülkesel alan baz alınarak bölgesel farklılıklar bir siyasal sistem içinde uzlaştırılmaya çalışılır. Bu bağlamda, iktidar/otorite, bölgesel idareler ve merkezi hükümet (eyaletler ve merkezi hükümet) arasında her birinin varlığı ve otoritesi anayasal açıdan güvence altına alınacak biçimde bölüştürülür. Dolayısıyla, federal siyasal sistemi diğer siyasal sistemlerden ayıran en temel özelliği, iktidarın/otoritenin en az iki hükümet düzeyi arasında bölünmesi ile bütünlük ve bölgesel farklılıkların bir arada var olmasıdır.[2] Buradan hareketle, federalizmin özünde şu unsurlar bulunur: Toplumsal sözleşme, anayasacılık, iktidarın/otoritenin yatay anlamda bölüşülmesine ilişkin yasal ve siyasal yapılar, özerklik, âdem-i merkeziyetçi siyasal süreçler, çoğulcu ideoloji, çoğulculuğa ülkesel boyut kazandıran temel toplumsal, ekonomik ve siyasal olgular.

 

            Federasyonlarda, iktidarın/otoritenin kullanımı ve dağılımı, merkez ile çevrenin yetki alanlarının belirlenmesi bir anayasal anlaşma sağlanmasıyla çözülür. Bu nedenledir ki, federasyonlarda belirli alanlar merkeze (merkezi hükümet) bırakılırken (genellikle savunma, dış politika, makroekonomik politikalar), diğer alanlar da çevre (bölgesel hükümetler) tarafından üstlenilmektedir. Buna ek olarak, çevre, gelir arttırıcı güç, sosyal ve refah hizmetleri üzerinde denetim ve ceza yasaları ile hükümleri konusunda nispeten takdir yetkisine de sahiptir.[3]

 

            Geçmişte ve günümüzde her biri kendine özgü bir tarzda farklı federasyonlar var olagelmiştir. Örneğin, yüksek derecede merkezi olmasına rağmen eski Sovyetler Birliği’nden (SSCB) bazı Latin Amerika ülkelerine, merkezi kurumsallaşmadan nispeten yoksun çevreselleşmiş federasyonlara değin çok geniş bir yelpazede federasyonlara tanık olunmuştur ve bunların her birinin başarılı federasyon modelleri olduğunu söylemek de kolay değildir. Günümüzde de otuza yakın ülkenin bu kategori içerisinde değerlendirilmesi mümkündür. Bu bağlamda istisnaların olabileceğini göz önünde bulundurarak çok kalın çizgilerle ifade olacak olursak, dünyanın en büyük ülkeleri, kültürel olarak çeşitliğe sahip ülkeler, dünya topraklarının yarısı ve dünya nüfusunun 1/3’ü bu siyasal sistemin çeşitli versiyonları içinde yer almaktadır.[4] Genellikle anılan örnekler arasında belli başlıları şunlardır: Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Kanada, Meksika, Venezüella, Brezilya, Arjantin, Avusturya, Almanya, İsviçre, İspanya, eski SSCB, eski Çekoslovakya, eski Yugoslavya, Hindistan, Pakistan, Malezya, Avustralya, Nijerya, Kamerun. Bu örneklerin hepsi de farklı tiplerde federasyonlardır ve birkaç tanesi dışında ‒ki o da özel koşullarından dolayı‒ siyasal sistem açısından sorun yaşamaya devam etmektedirler.

 

            Asıl Sorun “Ulus-devlet” mi yoksa “Ulus-devlet”i Demokratikleştirebilmek   mi?

            Öncelikle şunu söylemek gerekir ki “demokratikleşme” konusunda, Türkiye’de, uzun zamandan beri, “Kürt Sorunu” da dahil bütün sorunların “ulus-devlet”ten/”milli devlet”ten ve “üniter devlet”ten kaynaklanıyormuş gibi yanlış bir algılama mevcuttur. Bu algılama yanlışlığı o derece ileridir ki, Türk dış politikasını adeta bir yap-boz ve staj sahası haline getiren Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun talihsiz açıklamalarına bile yansımaktadır:

 

            “…Öncelikle temel tespit yapmak lazım. 19. yüzyıl ideolojisi olan ulusçuluk           Avrupa’da feodalite ile bölünmüş yapıları bir araya getirip ulus devletleri    doğurdu. Bizde ise tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici ve suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı. Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle      hesaplaşma zamanı geldi.Evet, bununla hesaplaşma zamanı gelmiştir. Herkesin         toplumsal kültürel kimliği, dili başlı başına insanlık birikimi açısından       değerlidir. Ama bu bölünme değil birleşme vasıtası olarak değerlendirmeli ortak aidiyet bilincini güçlendirecek şekilde yorumlanmalıdır. İki yüzyıl önce      şehirlerimizde mahallelerimizde iç içe yaşayan Türkler, Ermeniler, Araplar, Rumlar, Arnavutlar ve daha birçok farklı etnik ve dini kimlik bugün bu organik             yapıdan koparılmış durumda.  Yeni kopuşlara izin vermememiz gerek.”[5]

 

            Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine karşı gizli bir Neo-Osmanlıcı ve Neo-İslamcı hesaplaşma arzusunun açık bir yansıması olan bu sözler, tarihsel gerçeklikler açısından son derece sorunludur. Bir defa, Türk milliyetçiliği Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde en son doğan ve etkinleşen milliyetçiliktir. Önce Balkan halkları sonra da Ortadoğu halkları Rusya, İngiltere ve Fransa’nın teşvik ve destekleriyle milliyetçilik temelinde bir tepki geliştirmiş ve 1774 sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’ndan kaderlerini ayırmışlardır. Bazı Ortadoğu halklarına ise Cezayir’de, Tunus’ta ve Libya’da olduğu gibi seçme şansı dahi verilmeden Batılı ordular tarafından işgal edilerek Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparılmışlardır. Türk milliyetçiliğinin devlet yaşamında etkin olması 1911’de Balkan Savaşı yenilgisinden sonradır. Bu savaşta Osmanlı ordusunun gayri Müslim unsurları bir anda dağılmış ve orduyu arkadan vurmuştur. İşte bu savaştan sonra, artık Türk milliyetçiliğinden başka çıkar yol kalmamıştır. Dolayısıyla, Türk milliyetçiliği Osmanlı İmparatorluğu’nu dağıtan değil, dağılan imparatorluktan Türkün hukukunu savunan ve kurtaran düşüncedir.[6] Bu bağlamda, Atatürk’ün milliyetçilik anlayışında gerçek tarifini bulan Türk milliyetçiliği, sanıldığının aksine dışlayıcı ve ötekileştirici değil, birleştirici ve kapsayıcıdır. Anadolu’da imparatorluktan “milli devlet”e geçiş de bu anlayış etrafında meydana getirilerek, “Türk milleti” ifadesi hakim kültür çerçevesinde Anadolu coğrafyasında yaşayan bütün kardeş ve akraba halkları ve kültürlerini kavrayıp bütünleştirerek “milli devlet” inşa etmeyi büyük ölçüde başarabilmiştir. Bugünkü haliyle gerek siyasal anlamda gerekse anayasal anlamda “Türk milleti” kavramı, bünyesinde barındırdığı bütün etnik, dini ve kültürel grupları kavrayan, hepsini aynı değerde gören, ülkenin bütünü üzerinde her birinin ayırımcılık yapmaksızın aynı derecede sahiplik hakkı olduğunu kabul eden bir anlayışa sahiptir.[7]

 

            İkinci olarak, Türkiye için “ulus-devlet”in vazgeçilmezliği, hem imparatorluk sonrası o günkü dünyanın hem de günümüz dünyasının gerçekliklerinden ve zorunluluklarından kaynaklanmaktadır. Bugünkü uluslararası ilişkiler de yeniden yapılanan “ulus-devlet”ler düzleminde cereyan ettiği gibi, uluslararası düzenin hukuk kuralları bile hala ağırlıklı olarak “ulus-devlet”ler tarafından inşa edilmektedir. (Hatta bu hukuk düzeninin işletilmesi bile “ulus-devlet”lerin tercihlerine bağlı kalmaktadır.) Dolayısıyla, Ahmet Davutoğlu’nun sandığının aksine, “ulus-devlet” Türkiye için bir tercih değil, bir mecburiyettir, bir zarurettir ve bu her dönem böyle olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine kurulduğu tarih ve coğrafya bunu elzem kılmıştır. Bundan dolayıdır ki 1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilanından bu yana Türk devletinin yöneldiği temel istikamet hep çağdaşlaşma ve “ulus-devlet” olmuştur ve “ulus-devlet” yaratma çabası devleti kurtarabilmenin yegane yolu olarak görülmüştür. Ve nihayet son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne katılan bütün delegelerin oybirliği ile bütün dünyaya ilan edilen ulusal yemin metniyle (Misak-ı Milli) Türklerin ve Müslümanların birlikte ve büyük çoğunluk olarak yaşadıkları bir ülke yaratılması hedeflenmiş ve bunun sonucunda da Türkiye Cumhuriyeti devleti Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine bir “ulus-devlet” olarak kurulmuştur. Çağın getirdiği zorunlulukların doğal sonucu olan bu zorunlu tercih, uğrunda maddi ve manevi yüksek bedeller ödenerek elde edilmiştir. O günün dünyasından bugünlere gelindiğinde ise görülmektedir ki bugün de dünyada halen ağırlıklı olarak tek geçerli devlet modeli “ulus-devlet”/“milli devlet” modelidir. Bugün Almanya, Fransa, İngiltere ve ABD de dahil BM’ye üye devletlerin 180’e yakını “milli” ve “üniter” devletlerdir. “Ulus-devlet”ler elbette ki homojen değillerdir, çeşitli alt kimliklerden meydana gelebilirler. Önemli olan ismi, cismi, sayısı ne olursa olsun çeşitli alt kimliklerin “ırk”, “etnisite”, “din”, “mezhep” esasına dayanmadan bir arada, aynı ülkede yaşayabilmesi ve bütünleştirici bir “ulus-devlet” yapısına ulaşılabilmesidir.

 

            Hal böyleyken, bugün AKP iktidarı ve BDP tarafından bilinçli olarak oluşturulan etnisite ve mezhep temelli kutuplaştırıcı siyasi iklimde, artık geçmişte kaldığı halde ve ancak kuruluş döneminin sancıları ve genel konjonktürü içerisinde anlaşılabilecek olan tek parti dönemindeki anlayış ve bu mirasın bıraktığı politikalar, sanki bugün de devam ediyormuş gibi bugünkü “ulus devlet”in ve “üniter devletin” bir özelliği sanılmaktadır/gösterilmektedir çok yanlış bir biçimde. Ve bundan dolayı da başta AKP olmak üzere onun peşinden giden aydınlar ve siyasal zümreler “ulus-devlet”in ve “üniter devlet”in sivil kültürel çoğulculukla bağdaşmayacağı konusunda sürekli olarak mesnetsiz açıklamalar yaparak planlı bir bilinç yapılandırmasıyla tarihsel ve siyasal gerçeklikleri tersyüz etmeye uğraşmaktadırlar. Oysa ki, insan hakları da dahil Türkiye’de her sorunun ama her sorunun kökeninde “ulus-devlet” değil, demokrasi eksikliği vardır. Dolayısıyla, bugün Türkiye’de esas sorun “ulus-devlet” yapısının, farklılıkları da dikkate alan, bunlara saygı duyan bir biçimde, esnemesi, yani demokratikleşmesidir. Diğer bir deyişle, ülkede yaşayan insanların farklılıklarına rağmen (etnik köken, dil, din, mezhep) dayatmalarla karşılaşmadan, barış içinde birinci sınıf vatandaşlar olarak birlikte yaşamasının yolunun bulunmasıdır. Yoksa, her etnik ve dinsel topluluğun kendi farklılıkların peşinden koştuğu ve bunun içinde ayrı ayrı birimler halinde yaşayacakları federasyon formüllerini tasarladığı bir Türkiye gelecek adına bir ütopyadan başka bir anlam ifade etmemektedir.

 

            Bu bağlamda, adına ister “Demokratik Açılım Süreci” deyin ister “Çözüm Süreci” deyin, bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin etnik ve mezhepsel temelde federal bir devlete dönüştürülmesine temel oluşturmaya çalışan bu politikaların çözüm adına ortaya koyabileceği tutarlı hiçbir şey yoktur. Zira, ‒tarihsel örneklerde de olduğu gibi‒ ayrı devletleri birleştirmek için federasyona gidildiğinde “birleşme dinamiği” güçlü olurken; köklü bir “ulus-devlet”i ve “üniter devlet”i ‒AKP ve BDP’nin ileri gelenlerinin ve Kürtlerin bir kısmının da düşündüğü gibi‒ etnik hatta dinsel kategorilere ve etnik federe bölgelere ayırarak federasyona gidildiğinde “ayrılma dinamiği” çok güçlü olmaktadır ve eninde sonunda çok daha ciddi çatışmalar yaratarak, federasyon parçalanmaktadır. Hele ki, Türkiye gibi iktidar eliyle kitlelerin “rakip etnik ve dinsel kimlikler” haline getirildiği bir ülkede ayrı ayrı idari kurumlar, kamu erkleri oluşturulursa bu çok daha büyük felaketlere yol açacak, çok daha büyük çatışmalar yaşanacaktır. Dolayısıyla çok etnili/çok dinli/çok mezhepli toplumlarda federalizm tarihsel olarak kötü bir sicile sahiptir[8] ve asla yürümez, yürüyemez. Kaldı ki, bugün federasyon oluşturmak için ne Türklerde ne de Kürtlerde gerekli olan yeterli birikim, iyi niyet, irade ve rıza vardır. Aklın kabul edebileceği bir Türk‒Kürt federasyonu ancak Recep Tayyip Erdoğan’ın yapmaya çalıştığı gibi bir “siyasi mühendislik” eseri olarak kurulabilir ve onun da yaşaması mümkün değildir. Böylesi bir federasyona gidildiği taktirde, bir, iki hadi bilemediniz üç nesil sonra çok daha kanlı bir şekilde ayrılma yaşanacaktır. Dolayısıyla, yapılması gereken, Türkiye’de demokrasinin çıtasını yükseltmektir onun da yolu, yordamı bellidir. İnsanların 6 yıl tutuklu kaldığı, parkların halka yasaklandığı, milli bayramların halka yasaklandığı, seçim barajının %10 olduğu, basının iktidarın borazanlığını yaptığı, sivil toplumun olmadığı, kadına şiddetin meşrulaştığı bir ülkede, bir toplumda siz federasyon kursanız ne olur, kurmasanız ne olur!

 

 


[1]Bundan yaklaşık bir yüzyıl önce de, yani Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma ve dağılma döneminde Türkiye’nin gündemini yine “âdem-i merkeziyetçilik” olgusu teşkil etmekteydi. Özellikle II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, Sultan II. Abdülhamid’in yeğeni olan Prens Sabahattin’in “âdem-i merkeziyetçilik” adını verdiği siyasal düşüncesi, İttihat ve Terakki yönetimine karşı yönelen muhalefet içerisinde kendisine hatırı sayılır bir yer bulabilmişti. Bu konuda bkz. Prens Sabahattin, Türkiye Nasıl Kurtarılabilir? Ve İzahlar, Çev. Fahri Unan, Ayraç Yayınları, İstanbul, 1999; Yüksel Koçak, A. Cem Çiçek, Tuğba Yolcu, “Türk Kamu Yönetiminde Değişim: Ahmed Rıza’dan Prens Sabahattin’e, Prens Sabahattin’den Nereye?”, II. Bölgesel Sorunlar ve Türkiye Sempozyumu (Bildiriler), 1−2 Ekim 2012, Edt. Ahmet Hamdi Aydın, İsmail Bakan, Mahmut Yardımcıoğlu, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Basımevi, Kahramanmaraş, Şubat 2013, ss. 430-436.

[2]Blackwell’in Siyaset Bilimi Ansiklopedisi, C. I, Çev. Bülent Peker, Erhan Yükselci, Leyla Keskiner, Ümit Yayıncılık, Ankara, 1999, s. 265.

[3]Graham Evans ve Jeffrey Newnham, Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, Çev. H. Ahsen Utku, Gökkubbe Yayınları, İstanbul, Ocak 2007, s. 213.

[4]Blackwell’in Siyaset Bilimi Ansiklopedisi, C. I, s. 266.

[5]“Ulusçulukla Hesaplaşma Zamanı Geldi”, Hürriyet, 17 Eylül 2012.

[6]Ümit Özdağ, “Davudizmin Stratejik Dehlizi”, 20 Eylül 2012, http://www.21yyte.org/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2012/09/20/6740/davudizmin-stratejik-dehlizi

[7]Bu konuda bkz. Anıl Çeçen, Ulus Devlet: Türkiye Cumhuriyeti, Kilit Yayınevi, Ankara, 2009.

[8]Bu konuda bkz. John McGarry and Brendan O’Leary (Eds.), The Politics of Ethnic Conflict Regulation: Case Studies of Protracted Ethnic Conflicts, Taylor & Francis Group, Routledge, 1993.

Doç. Dr. Bülent Şener

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

  II.Mahmut, Vakay-ı Hayriye adıyla, Aksaray-Et Meydanı’ndaki yeniçeri kışlaları top ateşine tutularak 6.000'den fazla yeniçeri öldürülmüş ve isyana katılan yobaz takımı tutuklanmıştır. Askeri kuvveti çok zayıflayan Osmanlı’nın Donanması 1827’de Navarin’de sonra Sinop Limanında yakılınca Osmanlını...

Error: No articles to display