< < “Medeniyetler Çatışması” ve Erdoğan’ın Sahte İsrail Karşıtlığı


“Medeniyetler Çatışması” ve Erdoğan’ın Sahte İsrail Karşıtlığı

Yazan  21 Temmuz 2014

Giriş: “Medeniyetler Çatışması” ve İslam Dünyası

Harvard Üniversitesi’nde görev yapan ve 2008 yılında ölen ünlü siyaset bilimci Samuel Phillips Huntington, 1993’te Foreign Affairs dergisinde yayınladığı “The Clash of Civilizations?” (Medeniyetler Çatışması) isimli makalesiyle akademik çevrelerde büyük yankıları ve yoğun eleştirileri üzerine çekmişti. Çalışmasında öne sürdüğü tezlerin uyandırdığı bu etkiler üzerine Huntington, çalışmasını daha da derinleştirerek 1996 yılında “The Clash of Civilizations and the Remarking of World Order” (Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması) adıyla kitap haline getirmişti. Huntington’un bu çalışması her ne kadar yoğun eleştirilere maruz kalsa da, Soğuk Savaş sonrası uluslararası politikayı ve geleceği betimleme ve öngörme çabası açısından en entelektüel çabalardan birini yansıtmaktaydı.

Huntington'ın çalışmasının temelini, Soğuk Savaş sonrası uluslararası ilişkilerin ve uluslararası politikanın yöneliminde medeniyetlerin belirleyici olacağı ve olası çatışmaların da farklı medeniyetler, kimlikler ve kültürler arasında gerçekleşeceği tezi oluşturuyordu. Yazara göre, Soğuk Savaş döneminde uluslararası ilişkileri belirleyen temel etkenler “politik” ve “ekonomik” ideolojilerdi. Doğu ve Batı blokları (Komünizm-Liberalizm) arasındaki kutuplaşma da bu karşıtlık üzerinde yükseliyordu. Bu dönemde ulusların birbirlerine bakışını “Hangi taraftasın? Biz hangi taraftayız?” soruları anlamlı kılıyordu. Ancak, 1990’lı yıllarda Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, uluslararası ilişkilerde belirleyici olan “politik” ve “ekonomik” ideolojilerin yerini, “medeniyetler” ve buna bağlı olarak etnik ve dinsel “kimlikler” almaya başladı. Bu dönemde ise ulusların birbirine bakışını “Sen kimsin? Biz kimiz?” soruları anlamlı kılmaya başlayacaktır. Huntington’a göre, Soğuk Savaş sonrası, küresel politika ilk kez çok kutuplu ve çok medeniyetli hale gelmiştir. Medeniyetler arasındaki güç dengesi giderek değişmektedir ve başta Müslüman ülkeler olmak üzere Batı medeniyeti dışındaki pek çok ülke, Batı medeniyeti için istikrarsızlığa neden olan demografik bir patlama içine girmişlerdir. Medeniyete dayalı bir dünya düzeni ortaya çıkarken; Batılı olmayan medeniyetler kendi kültürlerinin değerini yeniden keşfetmekte, pekiştirmekte ve sabitleştirmektedir. Batı’nın “evrenselcilik” iddiası, Çin ve İslam gibi büyük medeniyetler ile çok ciddi bir çatışma tehlikesini de beraberinde getirirken; ülkeler kendi medeniyetlerinin çekirdek ya da önde yer alan devletleri etrafında kümelenmektedir. Bu bağlamda, Batı’nın varlığını ve üstünlüğünü sürdürebilmesi, Batılıların kendi medeniyetlerinin değerlerini “evrensel” değil, kendi türünde “biricik” görmelerine, Batılı olmayan toplumlardan gelen tehditlere karşı kendilerini korumalarına ve medeniyetlerini yenileyebilmelerine bağlıdır.[1]

Huntington’un bu öngörüleri 1991’den bu yana dünya politikasında yaşanan gelişmelere bakıldığında yabana atılır cinsten değildir. Özellikle 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası Batı kendi içinde bu yönde ciddi tartışmalar yaşamaya başlamıştır. “Yabancı düşmanlığı”, “İslamofobi”, “etnik ve dinsel milliyetçilik” gibi olgular Batı toplumlarında kendisini giderek daha çok hissettirmeye başlamıştır. Bu gelişmeler sonrasında, Batı’nın düşünce ve siyaset dünyasında, Batı medeniyetinin üstünlüğünü diğer medeniyetler karşısında mümkün olan en az çatışma ile koruyabilmek için bir ara yol olarak “Medeniyetler İttifakı” projesi ortaya atılmıştır. Bugün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde Türkiye’nin de taşeronluğunu yaptığı “Medeniyetler İttifakı”, dünya için üretilen diğer tüm projeler gibi Batı’da üretilmiştir ve Batı’nın çıkarlarını koruyabilmek için realize edilmeye çalışılmaktadır. Türkiye’nin bu projenin ayaklarından birini temsil etmesi Batı açısından son derece önemlidir. Zira nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ve Müslüman dünyasında Batı’yla ilişkileri bakımından önemli bir yere sahip olan Türkiye, bu konumuyla Batı medeniyeti ile İslam medeniyeti arasında bir denge yaratmaktadır. Üstelik, Türkiye’de 1991 sonrası “ılımlı” siyasal İslam’ın da yükselişe geçerek iktidar olma uğruna Batı’nın çıkarlarına hizmet etme yönünde eylemler ortaya koyması, bu projeyi içindekilere bakmadan sahiplenmesini de beraberinde getirmektedir. O yüzden de bu projenin tali bir unsuru olan “Büyük Ortadoğu Projesi”nin “eşbaşkanlığı”nı yürütmek ya da “ABD’nin model ortağı” olmak Türkiye’deki AKP iktidarı açısından da herhangi bir mahzur teşkil etmemektedir. Aksine, Batı için “ılımlı” İslami kimliğe sahip bir hükümetin kendi halkı üzerinde bıraktığı “Müslüman hükümet” imajı, “laik hükümet” imajından çok daha iyi bir şeydir. Zira, “Müslüman hükümet”in destek aldığı taban açısından ABD ve Batı karşıtı söylemler bu sayede azalmakta ve “radikal İslam” tehlikesine set çekilebilmektedir. Dolayısıyla Batı’nın, Müslüman dünyasının “özgürleşmesi” ya da “laikleşmesi” gibi bir derdi yoktur. Batı açısından önemli olan yegane şey, Müslüman toplumları “biat” geleneği içerisinde idare edebilecek ve Batı’nın çıkarlarını zedelemeyecek yönetimleri iş başında tutabilmektir. Bu yüzden ABD’nin Türkiye’yi ılımlı İslam ülkesi modeli olarak görmesi ve 11 Eylül 2001’den bu yana muhafazakâr iktidar veya söylemleri bu açıdan desteklemesi şaşılacak bir durum değildir. Zira ABD, düşman ilan ettiği “radikal İslam” ile savaşın fazla Batılı görünümlü fazla laik siyasi söylem, parti ve liderlerle yürümeyeceğini, dahası fazladan tepki toplayacağını bildiği için ABD çıkar ve hesapları açısından tehdit teşkil etmeyecek muhafazakâr siyasetlerle ittifak yapmayı daha işlevsel bulmaktadır.

Erdoğan’ın Sahte Söylemleri ve Gerçekler

İsrail’in 13 gün önce Gazze’ye karşı başlattığı hava saldırısı ve kara harekatı sonucu ortaya çıkan vahim tablo karşısında Başbakan Erdoğan’ın “İsrail karşıtlığı”nı yansıtan söylemleri aslında yeni bir durumu ve mevcut gerçekliği yansıtmamaktadır. Erdoğan’ın önümüzdeki cumhurbaşkanlığı için ustalıkla kullandığı bir propaganda malzemesi olmaktan öteye gitmeyen bu sahte “İsrail karşıtlığı”nın başlangıcı Ocak 2009’da Erdoğan’ın Davos’taki “One Minute” söylemine dayanmaktadır. O tarihle birlikte Mayıs 2010’daki İsrail’in “Mavi Marmara Baskını ve Saldırısı”ndan bu yana Türkiye-İsrail ilişkileri siyasi ve diplomatik açıdan bozulmuş bir mahiyette olsa da, iki ülke arasındaki ekonomik, güvenlik ve istihbarat alanlarındaki ilişkiler –hatta bir kısım önemli siyasi konular/kararlar− deyim yerindeyse tarihinin en iyi dönemini yaşamaktadır.

AKP İktidarı Döneminde Türkiye-İsrail Dış Ticaret Bilançosu[2]

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere, Türkiye-İsrail ilişkilerinin AKP iktidarı dönemindeki zirve noktalarından birini ekonomik ilişkiler oluşturmaktadır. Siyasi ve diplomatik ilişkilerdeki “One Minute” ve “Mavi Marmara” kırılmalarına rağmen, AKP iktidarı döneminde Türkiye-İsrail ekonomik ilişkileri adeta rekora koşmaktadır. Erdoğan’ın bütün dışlayıcı/karşıt söylemlerine rağmen, Türkiye-İsrail ekonomik ilişkilerinin can damarlarından birini temsil eden “Türkiye-İsrail Serbest Ticaret Anlaşması” bugün hala yürürlüktedir (Anlaşma Mayıs 1997 tarihinde yürürlüğe girmiştir). Bunun yanında AKP iktidarı döneminde İsrailli firmaların Türkiye’de göze çarpan yatırımları arasında Ofer Grubu’nun Tüpraş hisselerini satın alması ve iptal edilen Galataport ihalesi başta gelmektedir. Diğer taraftan, İsrail’in en büyük bankası olan Hapoalim Bank, BankPozitif’in yüzde 57,5 oranında hissesini devralarak Türk bankacılık sektörüne yatırım yaparak, BankPozitif’in kontrol hisseleri için C Faktoring’e 100 milyon dolar ödemiştir. Türkiye’nin müteahhitlik firmalarının İsrail’de bugüne kadar üstlendikleri 104 adet projenin toplam değeri 580 milyon dolar iken, Türkiye’nin İsrail’deki en büyük yatırımı, Zorlu Holding’in kuracağı elektrik santralleri olup, bu çerçevede, Zorlu Endüstriyel ve Enerji Tesisleri İnşaat Ticaret A.Ş., ilk aşamada İsrail’de 4 adet elektrik santrali projesi üstlenmiş durumdadır.[3] Türkiye-İsrail ekonomik ilişkilerinin daha ilginç tarafını ise İsrail’in Gazze’yi vurmasıyla gündeme gelen Kuzey Irak petrollerinin Türkiye üzerinden İsrail’e taşınması ve İsrail’e jet yakıtı satışıyla ilgili tartışmalar oluşturmaktadır. Enerji Bakanı Taner Yıldız, Kuzey Irak petrollerinin İsrail’e gitmesiyle ilgili “Bilmiyoruz. Gittiği ülkeyle de ilgilenmiyoruz” gibi genel bir cevapla yetinip İsrail’e jet yakıtı satışını kesin bir dille yalanlarken, Kuzey Irak petrollerinin transit geçişle İsrail’e gittiği ve bu transit izin kararının Bakanlar Kurulu kararıyla verildiği bir gerçektir. Böylelikle İsrail, Türkiye üzerinden ucuza aldığı petrolü rafine ederek hem savaş uçaklarına, hem de tanklarına yakıt üretirken, fazlasını da Türkiye’ye satmaktadır.[4] Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) 2013 Petrol Sektör Raporu’na göre de İsrail, Türkiye’nin en fazla akaryakıt ithal ettiği ülkeler arasında 3. sırada yer almaktadır ve İsrail’in bu akaryakıt ithalatındaki payı % 14’tür.[5] Dolayısıyla, Enerji Bakanlığı’nın bu konudaki açıklaması yanıltıcı ve eksiktir. Sektör kaynakları ve uluslararası ajansların geçtiği haberlere göre Türkiye doğrudan olmasa da dolaylı yoldan bu ülkeye jet yakıtı ve motorin vermektedir ki EPDK’nın raporları da İsrail’le akaryakıt ticaretini doğrulamaktadır.

AKP iktidarı dönemindeki İsrail-Türkiye ilişkilerinin güvenlik, istihbarat ve bazı önemli siyasi alanlarındaki gelişmeleri de dikkat çekici niteliktedir. Bunlardan ilki, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ne (OECD) İsrail’in üyeliğine karşı çıkan Türkiye’nin 10 Mayıs 2010’da vetosunu kaldırarak “evet” demesidir. İsrail’in üyeliği konusunda AKP iktidarına buradaki muhtemel telkin ve baskının ABD’den geldiği açıktır. Bu telkin ve baskıda, Türkiye’nin böylece İsrail üzerinde denetimini arttırabileceği ve OECD üyeliğinin İsrail’i başta Gazze olmak üzere işgal altındaki topraklarda daha fazla şeffaflığa zorlayacağına dair AKP iktidarının iyimser/hayalci beklentilerinin payı büyüktür.

İkinci önemli gelişme, “Mavi Marmara Baskını ve Saldırısı” sonrası Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkilerdeki bozulmadan kaynaklanan, üçüncü ülkelerin NATO faaliyetlerine katılamaması sorununun Erdoğan’ın daha önce NATO Genel Sekreteri olmasına karşı çıktığı NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in ABD destekli girişimleriyle sona ermiş olması ve bu çerçevede İsrail’in “Akdeniz Diyaloğu” çerçevesinde NATO’nun askeri tatbikat ve faaliyetler dışındaki işbirliği mekanizmalarına katılmasına AKP iktidarının 4 Aralık 2012’de Brüksel’deki NATO toplantısında kısmen onay vermesidir.[6] AKP iktidarının bu kararı vermesinde ABD’nin büyük rolü olduğu gibi, izlediği yanlış Suriye politikası sonucu NATO’nun Suriye sınırına Patriot hava savunma sistemini yerleştirme kararını almış olmasının da payı büyüktür.

AKP iktidarı döneminde Türkiye-İsrail ilişkilerindeki üçüncü önemli gelişme Kasım 2010’da düzenlenen NATO Lizbon Zirvesi’nde geliştirilmesi kararlaştırılan füze savunma sisteminin bir unsurunu oluşturan erken uyarı radarının Kürecik’e (Akçadağ/Malatya) Şubat 2012 itibariyle kurulmuş olması ve bu radarın Ortadoğu’da İsrail’e güvenlik ve istihbarat bağlamında sağlamış olduğu yarardır. Her ne kadar Dışişleri Bakanlığı bu radar sisteminin NATO üyesi olmayan hiç bir ülkeye dolayısıyla da İsrail’e koruma sağlamasının mümkün olmadığını açıklasa da[7], bakanlığın bu açıklaması gerçekliği tam olarak yansıtmayan eksik bir bilgidir. Zira, Faruk Loğoğlu’nun da dikkat çektiği gibi, 14 Eylül 2011’de Türkiye ile ABD arasında imzalanan ikili anlaşma uyarınca kurulan ve Mayıs 2012’de Chicago’daki NATO zirvesinde, ABD Başkanı Obama’nın talimatıyla NATO’nun “Füze Kalkanı Sistemi”ne ABD’nin milli katkısı olarak sunulan Kürecik Radarı’nın İsrail’e istihbarat ve güvenlik sağladığına ilişkin ciddi şüpheler vardır. Loğoğlu’na göre, bu şüpheleri derinleştiren gelişmelerden birincisi, Kürecik Radarı’nın 10 Şubat 2012’de gerçekleştirilen bir ABD-İsrail ortak tatbikatında kullanılmış olmasıdır. Söz konusu tatbikatta, Kürecik’teki radar sistemi ile bu sistemin İsrail’deki eşinin uyumlu çalışması test edilmiştir. Bu tatbikatta Kürecik Radarı, AKP Hükümeti’nin bilgisi ve onayıyla kullanılmıştır. İkincisi, Kürecik’teki radar sisteminin NATO’nun sistemlerine entegre olması NATO’nun “Birinci Başlangıç Harekat Yeteneği” adını verdiği bir süreçte 2014 yılı içinde gerçekleşecektir. Başka bir ifadeyle, Kürecik Radarı şu anda ABD komuta kontrol sistemleri içinde faaliyet göstermektedir. Ayrıca, AKP Hükümeti’nin iddialarının aksine Kürecik Radarı NATO’nun sistemine entegre edilene kadar Türkiye’nin değil ABD’nin kontrolünde faaliyet göstererek bütün ABD radar sistemleriyle entegre bir şekilde çalışmakta ve bu kapsamda İsrail’e bilgi sağlamaktadır. Başka bir ifadeyle, Kürecik Radarı İsrail hava savunma sisteminin bir unsuru olmuştur. Kürecik Radarı, ABD’nin Eylül 2009 tarihinde aldığı karar uyarınca kendisini, müttefiklerini ve bölgedeki ortaklarını balistik füze tehdidinden korumak üzere geliştirdiği ve NATO şemsiyesi altına soktuğu “Avrupa Aşamalı Uyarlanabilir Yaklaşımı” başlıklı füze savunma programının bir parçasıdır. Radarın, NATO şemsiyesi altında olması İsrail’e bilgi vermediği anlamına gelmemektedir. ABD’nin İsrail'le yaptığı ikili anlaşmalar uyarınca Kürecik radarının NATO üzerinden değil, ABD radar sistemlerinin ortak entegrasyonuyla İsrail’e bilgi aktardığı bilinmektedir.[8]

AKP iktidarı döneminde Türkiye ile İsrail arasında ekonomiden siyasete, güvenlikten istihbarata uzanan ilişkilere ait gerçeklik perde arkasında böyle iken Başbakan Erdoğan’ın “İsrail, barışı tehdit eden bir ülkedir. Hiçbir zaman barış yanlısı olmamıştır, zulmetmiştir, zulmetmeye devam etmektedir. Dolayısıyla Türkiye olarak, şahsen ben bu görevde bulunduğum sürece hiçbir zaman İsrail’le olumlu bir şey düşünemem. Başkaları düşünebilir, enterese etmiyor. Ben ve yönetimim görevde olduğum sürece böyle olacak. Batılılar gergin, gerilimci diyebilir ama ben halkın ve Hakkın rızasını kazanmakla görevliyim”[9] şeklindeki sözlerinin popülizm yüklü, samimiyetten ve doğruluktan uzak, sahte bir “İsrail karşıtlığı”ndan başka hiçbir anlamı, değeri ve ağırlığı yoktur.


[1] Bkz. Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, 2. bs., Çev. Mehmet Turhan, Cem Soydemir, Yusuf Eradam, Okuyan Us Yayınları, İstanbul, Haziran 2002.

[2] Türkiye Cumhuriyeti Ekonomi Bakanlığı, “Ülkeler Göre Dış Ticaret”, http://www.ekonomi.gov.tr/index.cfm?sayfa=7155BE01-D8D3-8566-45208351967592CF, 21 Temmuz 2014.

[3] “Türkiye-İsrail Ekonomik İlişkileri”, http://www.aljazeera.com.tr/makale/turkiye-israil-ekonomik-iliskileri, 7 Eylül 2011.

[4] İsmail Altunsoy, “İsrail, Türkiye Üzerinden Aldığı Petrolden İki Kere Kazanıyor”,  Zaman, http://www.zaman.com.tr/ekonomi_israil-turkiye-uzerinden-aldigi-petrolden-iki-kere-kazaniyor_2232776.html, 21 Temmuz 2014.

[5] Bkz. T. C. Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu, “Petrol Piyasası Yayınlar ve Raporlar”,  http://www.epdk.org.tr/index.php/petrol-piyasas/yayinlar-raporlar?id=99, 21 Temmuz 2014.

[6] “Türkiye’den İsrail’e NATO Onayı”,  BBC, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/12/121221_turkey_nato_israel.shtml, 24 Aralık 2012.

[7] T. C. Dışişleri Bakanlığı, “SC-20, 20 Temmuz 2014, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsünün Kürecik Radar Üssüne İlişkin Basında Yer Alan Haberler Hakkındaki Bir Soruya Cevabı”, http://www.mfa.gov.tr/sc-20_-20-temmuz-2014_-disisleri-bakanligi-sozcusunun-kurecik-radar-ussune-iliskin-basinda-yer-alan-haberler-hakkindaki-bir-soru.tr.mfa, 20 Temmuz 2014.

[8]“Dışişleri’nin Kürecik Açıklaması Gerçekleri Yansıtmıyor”, Doğan Haber Ajansı, http://www.dha.com.tr/faruk-logoglu-disislerinin-kurecik-aciklamasi-gercekleri-yansitmiyor_721099.html, 21 Temmuz 2014.

[9] “İsrail Soykırım Yapıyor, Başbakan Olduğum Sürece Normalleşme Yok”, http://t24.com.tr/haber/israil-soykirim-yapiyor-basbakan-oldugum-surece-normallesme-yok,264802, 18 Temmuz 2014.

Doç. Dr. Bülent Şener

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Bilimsel Danışmanı

ÜYE GİRİŞİ

Şifremi unuttum
  1. SON MAKALELER
  2. ÇOK OKUNANLAR

Ergun Mengi   - 07-04-2024

Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Başlangıcında, Osmanlı İmparatorluğunun Siyasi ve Askeri Anatomisi

2. Mahmut, Balkan isyanları, Rus baskısı ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yla uğraşırken yeniçeriler, her fırsatta ayaklanmaktaydı. 15-18 Kasım 1808’de Babıali’yi basan yeniçerilerle mücadele eden Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa mahzendeki barutları ateşleyerek içeri giren 600 yeniçeriyle beraber kendini h...

Error: No articles to display